26 Şubat 2011
BİLİNEN fıkradır. Adamın biri herşeyin, her görüntünün, her resmin kendisine “seks”i hatırlattığından yakınarak, psikiyatriste gider.
Psikiyatrist bir ağaç resmi gösterir, adam “Birbirine sımsıkı sarılmışlar, sevişiyorlar” der. Üç, dört resim daha çıkarır, yine hep “seks” ile ilgili yorumlar alır.
Sonunda bir otomobil sileceği fotoğrafı gösterir, “Bunun da seks ile ilgisini kuramaz ya” gibilerinden...
Adam sileceklere bakar, “Ohhh, bir o yana, bir bu yana...” diye iç geçirir.
Son, “Dekolte tecavüzü tetikler” abukluğu bir yana... Çıplaklık, resimde, heykelde, sinemada Ankara’nın hemen her dönem gündeme gelen “karın ağrısı” olmuştur.
İster soyut, ister gerçekçi sanata konu olsun, baş da ağrıtmıştır.
Sinema, “yedinci sanat” olarak zaten pek yok ekranlarda.
Kazara bir-iki Avrupa filmi gösterilsin, az-biraz “dekolte” bir sahne olsun, hemen “makas” devrede. Yedinci sanat, TV’lerde de kırpılmış olmuş, “Altı buçuk”...
Protokol geliyor diye heykelleri, nü tabloları bile örten zihniyetten söz ediyorum.
Sürülen heykellerden, depoya atılan tablolardan...
İnsan teninden, bedeninden arındırılmış/ayıklanmış bir tür “sanat mevzuatı” yerleştiriliyor hayatımıza.
Hani biri çıksa, George Orwell’in ünlü 1984’ünde totaliter şefe söylettiği, “Cinsel içgüdünün kökünü kazıyacağız, orgazmı ortadan kaldıracağız” dese, “şaka” gelmeyecek.
Bu koyu atmosfer, ekranlardaki “yasakçı mozaikleme”ler, sanat yapıtlarında, resimde, heykelde de her zaman buluyor yansımasını.
Ve otoritenin dışında da, koyu bir özdenetim yaratıyor.
Bugün manşetimizde yer alan haber gibi...
Pastel, soyut tablolardan ibaret sergiye yönelik “nü ayıklaması”, hazin bir özdenetimin yansıması.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2011
ATATÜRK Lisesi’ni birlikte bitirirler. Harçlıklarını biriktirirler lise boyunca. Mezun olunca birlikte Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e giderler:
“Biz yurtdışında okumak istiyoruz.”
Bakan Yücel, “Arkadaşını gönderirim ama seni gönderemem. Oğlum olduğun için dedikodu olur” yanıtını verir.
Bunun üzerine Can Yücel biriktirdiği parayı da arkadaşı Gazi Yaşargil’e verir.
Yaşargil yurtdışına gider ve dünyaca ünlü bir beyin cerrahı olur. Ve bir oğlu olduğunda ismi bellidir artık:
Can...
Can Yücel’in “Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi” olarak anlattığı Hasan Ali Yücel, yarım asır önce 26 Şubat’ta öldü.
Cebeci Asri Mezarlığı’nda yatıyor.
Datça’da yatan oğlundan uzak.
Şair Hasan Hüseyin (Korkmazgil) de 26 Şubat’ta hayata veda etti.
Yirmi yedi yıl önce...
O da Karşıyaka Mezarlığı’nda yatıyor.
Ziyaretçisi yok pek.
İki Hasan da memleket sevdalısı.
Efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel üniversitelerde anılıyor her yıl.
Bir kaç satır haber de çıkıyor, anma törenleriyle ilgili.
Aynı gün hayattan ayrılan adaşı, şair olanı ise, artık unutulmuş sanki...
“Akarsuya bırakılan mektup” gibi...
Hatırlayalım diye, o şiirinden aktarıyorum dizeleri:
“İncecikti
gül dalıydı
dokunsam kırılacaktı
dokunmadım, kurudu
gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
ağaçlar bükmesinler n’olursun boyunlarını
neden akşam oluyorum tren kalkınca
kırlangıçlar birdenbire çekip gidince
mendiller sallanınca neden tıkanıyorum
öyle çok acımasız ki, öyle birdenbire ki
gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
o sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik bitti
o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti
artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz
günler devlet alacağı, yıllar bir kadehcik buzlu rakı
(...) gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç...”
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2011
Önce Beypazarı, ardından Gölbaşı...
Bir çekişme, bir münazara gidiyor yine.
Yerelde “barış” hiç olmadı Ankara’da.
Hadi barış büyük olay, varolan koşullarda yutulamayacak lokma diyelim, iletişim, karşıdakini dinleme, diyalog filan da hak getire...
Başta Büyükşehir’in kalın-yüksek duvarları olmak üzere, Başkent’te belediyeler ve başkanları arasında süregelen çekişmeler, eskilerden Akdenizli bir öyküyü hatırlatıyor bana...
* * *
Po nehri vadisinde doğanlar, bir demir külçesi kadar katıdır.
Vadidedeki köyün papazı Don Camillo ile belediye başkanı Peppone gibi.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2011
Mesire, park ya da “geniş” adıyla rekreasyon alanları genelde tuvalet özürlüdür.
Pikniğe gittiğinizde ya kilitli-kapapalıdır tuvaletler, ya da pislikten geçilmez çoğu kez.
Bazısı penceresi-damıyla üstü açık, “cabrio” stiliyle “gizli-gözden uzak bir ihtiyaç molası”nı olanaksız kılar.
Bazısı, üç yıldır yapım aşamasında ya da “tadilat”tadır.
Sanki kat çıkılacak.
* * *
Hani bunlar, artık sıradan “hal-i umumiye” de...
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2011
“YANLIŞIN suç ya da günah sayıldığı yerde, soluk bile alınamaz”. Bu cümleyi ardında bırakan felsefeci Prof. Dr. Nermi Uygur, altı yıl önce bugün hayata veda etti.
Pek tanımaz “türkiye” onu... (Evet, küçük harfle türkiye)
Felsefeye, düşünceye hem uzak, hem vefasızdır çünkü, bu memleket.
Düşünce-düşünme sevgisizliği, kol gezer sokakta.
“Bana felsefe yapma” der, selam vermeden geçer.
Yanlışın, hatta farklı tutum ve düşüncenin, “suç ya da günah sayıldığı” bir memleket burası.
Ondandır sık sık soluksuz kalmamız.
Ama çoğu kez farkında bile olmayız.
Mesela, otomobili sevmediğini söylüyor Uygur. Algıları kıstığına inanıyor:
“İnsan bakar görmez, görür tanımaz.
Masa başına geçmeden yürümek gerekir.
Sokrates’in yürüme merakı da, düşünme sevgisinden değil miydi?
Kır, orman insanı içine alıverir; ağaçlaşır, yapraklaşırsın.
Kendini yitirmekten korkuyorsan insan izinden yürü, şehirden ayrılma.”
Düşünme sevgisi ve yürümek...
Ömrü “yürürken”, bıkıp/pes edip kıra, kıyıya sığınmamak, şehirden -insan izinden- ayrılmamak, ne kadar hayata dair...
Bir yanımız sığınmak istese de kıyıya.
Ömür kısa, yalnız ve menzilli, hayat ise bazı anlarda nümayiş, yürü yürü bitmez.
Gelip geçici şeylerden söz ediyorum. Ömür gibi...
Ve biliyorum elbet: bazı anlar/yaşamlar, gelip geçmemecesine yer eder içine insanın, iyice yerleşir. Bazısı da gelip geçer ama, değerlidir.
Gelip geçmese de, gelip geçse de hayat oralarda, öyle anlarda işte... Dönüyorum Uygur’un kelimelerine:
“Birşeyin tadı, değeri gelip geçiciliğiyle orantılı değildir. Tersine: bazı şeyleri tam da gelip geçici olduğu için sevip saymak, bakıp gözetmek gerekir.
Ne kısa yaşam denen şey!”
Düşünme sevgisi diye bir şey kaldıysa içinizde hala, belki de her şey mümkün, her şey (b)aşka gelecektir.
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2011
Harvard Üniversitesi’nin her yıl yaratıcı ve garip bilimsel çalışmalara verdiği bir ödül var. IgNobel ödülleri...
2010 yılında verilen ödüllerin jürisi, bana sanki Harvard’dan değil bizim sokaklardan oluşturulmuş gibi geldi.
Çünkü ödüle layık bulunan hemen her buluş, bizim yüreğimize su serpen cinsten...
Ama asıl önemlisi, bizim o buluşları çok önceden icat etmiş olmamız.
* * *
Mesela IgNobel “Barış Ödülü”, küfretmenin acıyı azalttığını ortaya çıkaran İngiliz araştırmacılara verilmiş.
Sehpaya ayağını çarpınca, “Ben bu sehpanın...” diye zincirleme küfüre geçme, bizde ata geleneğidir.
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2011
TARTIŞILMASI, görüşülmesi en gerekli konular ortada dururken... Bir bakarız, en lüzumsuz, yersiz mevzular sızmış gündeme. Misal, hem profesör, hem doktoralı (tarihte doktorasız-tezsiz profesörlerimiz de olduğu için gerek duydum bu vurguya) Orhan Çeker’in açıklamaları.
“Dekolte tacizi ve tecavüzü tetikler” buyurmuş, bir internet sitesine...
Ama eklemiş:
“Cariyeye serbest...”
Parfüm kokusunun haram, “erkekleri çağırdığı” için topuklu ayakkabı sesinin aykırı, dar giysinin yozlaşma olduğunu da söylemiş aynı sitede.
Ayakları da “avret yeri” yaparak, fetişizme göndermeyi de ihmal etmemiş.
“Kadın sesi”ni ise ancak “dümdüz konuşursa”, kırıtmadan-sırıtmadan bir-iki laf ederse caiz eylemiş.
Yani ruhsuz, sessiz, dilsiz, içi-dışı kapalı, hatta bazen yüzü bile örtülü bir profil çizmiş.
Eğer kadın böyle olmaz da...
Sesli, dekolteli, topuklu mopuklu, kokulu mokulu, saçı boyalı, konuşması düz değil de vurgulu olursa, gelsin taciz-tecavüz...
Erkek nefsi diye bir şey var, değil mi.
Sen nefsinle mücadele edeceğine, adam olacağına, “goril gibi” yumrukla göğsünü, taciz-tecavüz sal gitsin ortaya...
Sonra da çık mahkemeye, “ağır tahrik”den yararlan.
Beş yıl önce, “dekolte sendrdomu” Devlet Opera va Balesi Genel Müdürlüğü’nde bile boy göstermişti.
Genel Müdürlük’teki panoya, kadın sanatçılar için “dekolte uyarısı” asılmıştı:
“Orkestra sanatçıları göğüs çatalını gösteren giysiler giyemez.”
Dönemin Orkestra Müdürü de yasağı savunmuştu:
“Dekolte, seyircinin dikkatini dağıtıyor...”
Şu her an dağılabilen dikkatimizi, başka mevzularda toplamanın zamanı gelmedi mi...
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2011
BAZI insanların yaşamı-ölümü, hiç tanımasa da etkiler insanı. Uzak değil, “yakından” gelir. Ötesi “yazar”sa hayata veda eden, ardından her an okunacak “mektup”lar bıraktıysa...
Onunla “iletişim”, uzun yıllardır görüşülmeyen bir akrabadan daha “sıcak”tır sanki.
Tam çeyrek asır önce bugün hayata hiç zorlanmadan veda eden Tezer Özlü de hep öyle gelir bana.
Sahki sohbetten kalan bir cümledir, “Gece, gündüzün devamı değildir” deyişi...
Atasözü gibi belleğimdedir.
Ki, büyük harfle başlayan ya da biten “Gece”yi, biraz da Tezer Özlü’den öğrendim. Onun kitaplarından okudum, geceleri...
Çocukluğun Soğuk Geceleri’nden mesela:
“Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum.
Herkes her geceki uykusunu uyuyor...”
Ya o?..
Başka çağrışımlar da yaratır bende.
Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi romanının kahramanı Tezel’in “İntihar etmeyeceksek, içelim bari...” cümlesi, bana onun sözleri gibi gelir.
Ötesi o solgun, hoş, naif siluetiyle benim için Tezer, o gerçek hayatta olmayan roman kahramanı Tezel’dir.
Ölümünden iki yıl önce, 41 yaşındayken yayınlanan “Yaşamın Ucuna Yolculuk” kitabına bakıyorum yeniden:
“Aranızda dolaşmak için giyiniyorum.
Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için.
Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için.
Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz.
Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz.
Aç kalmayı denedim, serum verdiniz.
Delirdim, kafama elektrik verdiniz...”
Bütün bunların dışında yaşadıklarını da okudum, öğrendim.
“Duvarlar yaşamımızdaki mezarlar mı” diye sorup, kısa ömrü boyunca acıyla, geceyle hemhal olduğunu...
Kitaplarına yeniden bakarken, bir cümlesi daha geldi geceme:
“İnsan çoğu kez herşeyin son bulduğu duygusuna kapılıyor, oysa yaşamın sonsuzluğunu algılayabilmek için bile yeterli değil bir insan ömrü...”
Yaşamın sonsuzluğu diye bir şey varsa, gecenin sonsuzluğu da var elbette.
Geceyi uzun yaşamak ömrü kısaltabilir, ama ya “hayat”ı uzatıyorsa...
Ve gecenin ille de gündüzün devamı olması, “herkesin her geceki uykusunu uyuması” gerekmiyorsa...
Gece odamda bu satırları yazarken, açık pencerenin tülünü yelkenleyen, Şubat ayına usulca meydan okuyan ılık bir esinti doldu odama.
Pencereden baktım, bahçeyi, toprağı yemyeşil yoncalar sarmış.
Haklıyım...
Yazının Devamını Oku