6 Şubat 2011
“FINDIK, kurt köpeği ile av köpeği piçidir. Aşk mahsulü olduğu için güzel olması lazım gelir, ama değildir.
Büyük kuyruğunu oynatarak, kahverengi gözlerini kırparcasına açarak yanınıza yaklaştığı zaman kafasını okşamazsanız, şayanı hayret bir adamsınız, demektir.
Bu kadar sevilmek ihtiyacı içindeki bir hayvanı reddedebilmek için, insanın ömründe hiç aşık olmaması, hiç sıkıntı çekmemesi, kalp yumuşaklığı nedir bilmemesi lazım gelir.”
Ne zaman bir sokak köpeği görsem, Sait Faik’in bu hikayesi gelir aklıma...
Onun Fındık’ı anlatan sevgi dolu (ötesi sevgi öneren) satırları, bana sadece sokak köpeklerini değil, onların -bir zamanlar- sahipsiz olmadığını da düşündürür.
Başı okşanan bir köpeğin, o sımsıcak bakışını... Kuyruğunu tüm gücüyle, hevesle, durma sallayışını...
Ve aynı hikaye köpeklerin en büyük ihtiyacının da altını çizer:
Sevgi ihtiyacı...
Çünkü köpeğin hayatla tüm alışverişi/iletişimi sevgi üzerinden ve sevgiye dairdir.
Temasla, bakışla koşulsuz bir sevgi üzerine kurar dostluğunu...
En hasta, hatta en canıyanmış anında bir iki sıcak sözcük mırıldanın.
Yerinden kalkmasına yetmeyecek gücünü toplar, kıpırdatır kuyruğunu...
Sevgi sunar, verdiği kadar olmasa da biraz sevgi arar.
Büyükşehir Belediyesi, yıllardır ötelediği barınak görevini sonunda yerine getiriyor.
Başkan Melih Gökçek, bu yıl bitirilmesi hedeflenen barınağın modern, temiz, sağlık hizmetlerinin de yeterli ve özenli olacağını açıkladı. Barınaktaki hayvanların doyurulması için “inanılmaz bir organizasyon” kuracaklarını da...
Bu hizmetlerin yanısıra, Başkan Gökçek’in satırarasında vurguladığı bir şey de çok önemli:
“Yol ağzında bir mekan oluşturup hayvanseverleri davet edeceğiz, köpekleri sahiplenmeleri için çaba göstereceğiz.”
İşte tam bu noktada Kızılcahamam barınağının Ahmet Kutsi Tecer’in “Orda bir köy var, uzakta , gitmesek de kalmasak da...” meselesine dönüşmemesi gerekiyor.
Evet, yaz-kış sağlıkla barınmaları, bakımları, doyurulmaları sağlanır, inanıyorum sağlanacaktır.
Ama ya sevgi ihtiyacı... Ve insanların, özellikle çocukların orada da yapabileceği sevgi tahsili/eğitimi...
Bu nedenle hem köpekleri sahiplenmeyle sıcak bir yuvaya, hem de sevgiye kavuşturmak için o barınağa kent merkezlerinden mutlaka periyodik ulaşım, servis olanağı da sağlanmalı.
Yoksa... Orda bir köy var uzakta...
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2011
DÖNEMİN ANAP İstanbul milletvekili, eski bakan Adnan Kahveci, tam 18 yıl önce bugün hayatını kaybetti.
Eşi ve iki çocuğuyla birlikte Ankara’dan İstanbul’a gidiyordu.
Sabah saat 07.30’da...
Gerede yakınlarında bir açılış töreni vardı.
Yine...
Tören için yolun gidiş yönü kapatıldı.
Ama uyarı levhası konulmadı.
O da durumu fark etmedi.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2011
NE zaman yürek yakan bir facia olsa, TV ekranlarındaki “ölüm borsası” anında başlar.
Altyazılar akmaya başlar her kanalda:
“En az 10, 30, 300 vb. ölü. Onlarca ya da yüzlerce, binlerce yaralı...”
Ve yangının, depremin, patlamanın olduğu yerde yakınları olup da oraya ulaşamayanlar, faciayı o “altyazılardan naklen” izlemeye başlar.
Bir kanal 1 ölü der, içlerine su serpilir biraz.
Diğer kanal en az 10 ölü diye girer mevzuya, ürperirler.
Yürekleri ağızlarında, izlerler.
GGG
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2011
DÜN yazımı bir soruyla noktalamıştım: “Başkent’te 17 yıldır süregelen uygulamalar mı yaşlandırdı bizi. Yoksa biz mi, 1923 doğumlu Çankaya’da yaşlı kaldık”.
Devam edeyim, edebildiğimce...
On yedi yıldan söz ediyorum. Askere gidip de düşenin, bilinçle hatırladığı tüm hayatından fazla bir süreden.
Bir insanın, ilk-orta-lise-yüksek tüm öğrenim hayatından daha fazla...
Ve şairin dediği gibi olmadı, bu süreçte olanlar:
“Her şey birdenbire oldu /Gökyüzü birdenbire oldu /Mavi birdenbire /Yollar, kırlar, kediler, insanlar... /Birdenbire oldu” değil yani...
Gözümüzün önünde, sokağınızın ismi değişti. Caddelerinizin ismi...
Adresimiz kayboldu...
Adressiz yaşlandık.
Tandoğan’da henüz gençken her sabah-her akşam önünden geçtiğiniz Su Perileri heykelini kaldırdılar.
“İşe gitmek-gelmekten ibaret” hayatta, ya gözünüze çarpmadı, ya gözünüzü kapadınız...
Sonra meydanınız kalktı. Çıtınız çıkmadı demek pek kullanmıyordunuz.
Tandoğan, Gar, Kızılay... Tüm meydanların kaldırılmasına karşı ne “hürriyet” mitingi düzenlediniz, ne de düzenlenen kent kampanyalarına katıldınız.
Oysa meydan hürriyettir yaşdaşlarım, meydan isyandır ihtiyarlar...
Umrunuzda olmadı!
Elbet, yaşlanırsınız. Elbet, yaşlandınız.
Atatürk Bulvarı’nda kaldırımınız bir karışa indi. Değil “siyasi yürüyüş” hakkınız, işinize/gücünüze giderken yürüyebilme olanağınız elinizden alındı. Gücünüze bile gitmedi... Gitse de, gücünüz yetmedi demek.
Atatürk Bulvarı’ndan sek sek, Atatürk posterleriyle mitinge katıldınız da.
Her gün yaya kaldığınız ulaşım hakkı için sokağa çıkan, ulaşım zammına tepki gösterip dayak yiyen çocukları, artık yaşlandığınız için ya yalnız bıraktınız, ya azarladınız/ayıpladınız içten içe...
Nazım Hikmet’ten mülhem, “kabahat senin, ?demeğe de dilim varmıyor ama? kabahatin çoğu senin, canım kardeşim”...
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2011
“ÇANKAYA yaşlanıyor”... Dün manşetimizde yer alan bu saptama, nüfus ile ilgili olunca anlaşılır bir şey.
Doğum tarihi açısından “yaşlı” olan nüfusun, tüm ilçeye oranına bakarsınız.Ardından doğum-ölüm projeksiyonu yaparsınız, gerekiyorsa...
Ve o ilçe nüfusu için “genç” ya da ”yaşlanıyor” diyebilirsiniz.
Bugün de verilerini aktardığımız aynı araştırma, Çankaya’nın Cebeci, Esat, Bahçelievler gibi yarım asırlık semtlerinin de yaş alarak eskidiğini vurguluyor.
Mevzu, yarım asırlık konutların eskimesi olduğunda, bu da bir realite...
Ama ben yaşlanmanın sadece doğum tarihi ya da demografik yönüyle değil, kente, misal Çankaya’ya, mahalleye, sokağa, “hayat”a, sosyal, sosyo-psikolojik yansımalarına (ya da yansıyamamasına) değinmek istiyorum.
Ki, bunun için de “yaşlanmak”tan öncelikle ne anladığımı söylemem gerekebilir.
Yaşlanmayı bu bahiste, bir şeylerin eksilmesi, yok olması, yitmesi, eskiden yapılabilen/yaşanabilen şeylerin artık mümkün olmaması ve giderek bu “yok”luğun kanıksanması olarak özetleyebilirim.
Evet Çankaya nüfusu, yarım asırlık konutları, belki bazı mahallelerinde henüz yenilenemeyen alt yapısı, trafolarıyla filan yaşlandı.
Peki ya hayat ve hayatı bize en iyi anlatan dökümanlardan birisi olarak “sokak” ne alemde?
Orada yitirilen, yok olan, eksik kalan, kentliyi topallatan, hatta koca kenti genç ömründe kocatan ne?
Bu soruyu kendime sorar sormaz, aklıma 2008 yılı sonunda Çankaya’da esen o rüzgar geliyor.
Ve o esintinin getirdiği kelimeler:
“Caddelerde, sokaklarda daralmışız. Selamsız geçer olduk artık kaldırımlardan.
Bu şehrin tam da ortasında, kim izin verir bu arabalara... Karşıdan karşıya bile geçemiyoruz işte. Aşağı inip çıkmaktan, yukarı çıkıp inmekten yorulduk... Kim yaptı bu nefesimi zorlayan, çıkamadığım demir yığını geçitleri...
Hangi güç, kim? Bu şehri evden işe, işten eve gideceğimiz bir yol haline getirdi. Kim kapattı bizi kendi dünyalarımıza...”
Aktardığım bu yakarış, bu isyan, yerel seçimler öncesinde bir kent kampanyasının metniydi.
“Yerel Yönetimlerde Saltanata Son” kampanyasının...
Peki, 17 yıldır Başkent’te süren “yerel saltanat” mı yaşlandırdı, yordu, eksiltti bizi. Önce eksik kaldık, sonra kanıksadık, yaş almanın o yorgun alışkanlığıyla...
Yoksa, biz, yani 1923 doğumlu Çankaya olarak mı yaşlı kaldık?
Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2011
HERKESİN bir yalnızlığı var. Bazen seçtiği, bazen mahkum edildiği bir yalnızlık.
Kimi secdesinde, duasında kalabalık, kabrinde yalnız.
Kimi sloganında...
Kimi isyanında yalnızlığının.
Kimileri için zaten, Edip Cansever’den mülhem, biraz da ihtilal, her yalnızlık...
Halkalanan, “ev”lenen iki kişilik yalnızlığın çoğu kez kısa süren inzivasını seçmek de mümkün.
Müzminini, harbi yalnızlığı da, tek tabanca...
Bazısı ise Attila İlhan misali, “Eş, dost arasında büsbütün yalnız”.
Ki, en koyusudur belki, yalnızlığın.
Kimi bayrak gibi taşıyor yalnızlığını, Can Yücel ile:
“Yalnızlığım benim sidikli kontesim
Ne kadar rezil olursak o kadar iyi...”
Kimi için, geride bırakılan iki kelimelik not, son perde:
“Artık dayanamıyorum...”
Kiminde uzanıp “Divan”ına Irvin Yalom’un, “Beni kimse anlamıyor”...
Bazen her gün, bir kaç hap.
Bazen haftada bir kaç saat terapi...
Kimi, yalnızlaşabilmek için epey bedel ödüyor.
Plazalara, uydu kentlere, güvenlikli sitelere...
Çiti, duvarı, tel örgüsü, kamerası, güvenliği ile yalnızlığını tehdit edecek herkese, herşeye barikat kuruyor evcağızında...
Kiminin evi cancağızım, -kaçmış-gitmiş- dağ başında. “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” misali, uzak kıyıda...
Ben ise yalnızlığımda, bana bu yazıyı yazdıran ekrana bakıyorum.
Kimi yalnız kalabalıkların peşinde, internette...
Kimi solgun fotoğrafların, uzak hatıraların izinde.
Ve dışarda kar yağıyor, geceleri artık tek ayak izi görülmeyen sokağa...
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2011
ANKARA’da doğdu Özdemir Asaf, 11 Haziran 1923’de. İstanbul’da geçti 58 yıllık ömrü, ama Ankaralı muhabbetlerde hep çınladı kulakları.
Ölümünün 30. yılı bugün. Ama hiç eskimiyor renkleri:
“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu
Birinciliği beyaza verdiler...”
Değil mi?
Kıssadan hisse yaşamış, öyle de yazdı hep.
“Yaşamak değil /Beni bu telaş öldürecek” der ya mesela.
Sabah ya da akşam, ne zaman gezsem/göz gezdirsem caddelerde...
İzlesem, pürtelaş figüranlarını kentin.
Aklımda geçip giden yaşamla/yaşamlarla birlikte, hep o dize.
“Son isteğin nedir?” sorusuna da takılır şiirlerinde.
İster idam olsun, ister ecel...
Çok kolay bulur bu soruyu, “İlk isteğin nedir” sorusundan:
“Çünkü, o soruyu. (ilk isteğini)
Kimse kimseye soramadı
Korkusundan...”
Gitti, 30 yıl önce.
Kalmak Türküsü’nü bıraktı ardından:
“Daha gidilecek yerlerimiz var
Şu sohbetini dinler gideriz.
Coştukça şarkılar, türküler, sazlar
Rakı mı, şarap mı, içer gideriz.
Geçse de umudun baharı yazı
Gözlerde kalıyor yaşanmış izi
Kimseler kınamaz burada bizi
Ne varsa hesabı öder gideriz.
Söyleyecek sözü olan anlatsın
İsterse içine yalan da katsın
Yeter ki kendinden, bizden söz etsin
Yalanı doğruyu sezer gideriz...”
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2011
OTOMOBİL ile çok erken tanıştım. O zamanlar henüz “Babam Sağolsun” yazısı keşfedilmemişti ama, sağolsun, liseyi bitirdiğimde 1959 model tek kapılı bordo Opel Record’unun direksiyonunu tümüyle bana bıraktı.
Ardından bir çok otomobil geçti hayatımdan.
Birisi de üniversitenin ilk yıllarında yine “baba yadigarı” bir Anadol oldu.
Doğrusu, direksiyondan vitesli, kaloriferi ısıtmayan, 6 voltluk aküsüyle gece aydınlatması/görüşü hemen hiç olmayan eski Opel’in yanında, henüz 1 yaşını doldurmamış yepyeni Anadol ilk başta bana “full aksesuar” gelmişti.
Hemen “yar ile” uzun yola çıktık. Ankara’dan Didim’e...
Uçak motorundan devşirildiği rivayet edilen motorunun gürültüsü, süratlendikçe ambale etse de mutluyduk. En azından bir süre...
Sivrihisar’ı geçtikten sonra sol kapı, -yani benim kapım- kendiliğinden açıldı.
Kapattım.
Bir kaç kilometre sonra yine açıldı.
Aç-kapat, Denizli’ye kadar geldik.
Sanayiye girdik anlattık durumu.
Usta hiç unutmadığım bir karşılık verdi sorunumuza:
“Bunlar böyledir ağabey, sarsıntıdan oluyor...”
Hafiften bir ayar çekti. Ama “Yine açılabilir” demeyi de ihmal etmedi...
Yola devam ettik.
Aniden tavandan başıma birşeyler düştü. Daha doğrusu bir şeyler bastı...
Viny ile kaplı tavanın dışbükey demir kasnağı, içbükey olmuş kafama bastırıyor.
Kaldırıp, düzelttim. Hayır, bir süre sonra yeniden dönüyor.
Uzun oturur durumda otomobili kullanmaya devam ettim.
Ve sol kapı yeniden açılmaya başladı...
Sonra elektrik sisteminde çıktı arıza.
Silecek çalışınca, far mı yanmıyordu, sinyal mi, şimdi hatırlamıyorum.
Bütün bunlar, Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün olası yerli otomobilimize marka olarak Anadol’dan mülhem “Anatolia” adını önerince geldi aklıma.
Bence adı Anadol’u hatırlatmasın. Ama Anadol’un amblemini destekliyorum.
Hani şu Hitit figürlü amblemini...
Başkan Gökçek kent ambleminden “Hitit”i kazırken, bir anda sokaklar, caddeler o amblemle dolsa, acaba ne yapardı?
Merakım odur, yoksa Anadol nostaljisini örselemek değil meramım...
Yazının Devamını Oku