22 Mart 2011
ÇOĞU kez kelimeler hayatı, ötesi an’ı hissetmemize, kavramamıza, içimizde “yaşamamıza” ve başkasına yaşatmamıza yetmez.
Sezer ya da anlarız da biraz, eksik kalır birşeyler...
İşte tam bu noktada şiir girer devreye:
Sözün, anlatımın, algının tıkandığı yerde, gönül açar.
Gönül gözünü de açar, gözü de...
Bir şarap kadehinin dibindeki tortu, kayanın arasından sarı kafasını kaldıran bir papatya, elindeki kitabı koklayan bir kadın yahut seksek adımlarıyla düğün arabasının peşinden koşan isli bir sokak çocuğu -aniden- takılır gözümüze, gönlümüze.
Ve öylesi an’larda Bedri Rahmi gibi şiiri ayak sesinden tanıyamasam da, ayak sesini ararım her sokakta.
Duyduğumu da sanırım bazen, tıpırtısını.
* * *
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2011
TAM 31 yıl önce evde toplanmıştık arkadaşlarla. Zor günlerdi, ama umut ve tebessüm eksik değildi yüzlerden.
Henüz eylül, darbe vurmamıştı çünkü.
Esamisi bile okunmuyordu hatta... 12 Mart ile darbe sırasının savulduğunu düşünüyordu büyükler.
Kapı çaldı bir arkadaş girdi içeri. Dökülmüştü yüzü:
“Erdal Eren’i idama mahkum ettiler...”
Tanımazdık doğrusu, ama gazetedeki solgun, sevimli duruşuyla, 17 yaşıyla yerleşmişti sohbetlere.
Bir arkadaşın daha düştü yüzü, mırıldandı:
“Bugün benim doğumgünüm.”
O nedenle, 31 yıl da geçse unutmam hiç 19 Mart’ı...
Yıllar sonra, 12 Eylül darbesinin ardından 17 yaşında cezaevine giren Pamuk Yıldız’ın kitabından daha çok tanıdım Erdal Eren’i.
Pamuk yaşıtı, 17 yaşında bir başka çocuğu tanımıştı cezaevinde. Eren’i...
Her sayım ve havalandırmada tekme-yumruk, copla kıyasıya döverlermiş “çocuğu”...
Şöyle anlatıyor Erdal Eren’i:
“Derinden, incecik ‘Bacı bacı’ diyen ses duydum. Sesi aramak için, kafamı çevirmeden gözlerimi oynattım.
Önünde durduğum tecridin hava alınması için açık bırakılan yerindeki küçük mazgalında, sakalsız, bıyıksız sevimli bir baş gördüm.
‘Bacılara selam söyle’ dedi. Gözlerimle ‘Kimin selamını’ dedim. ‘Erdal’ın’ dedi...
13 Aralık 1980, geceyarısı. Rap rap ve telsiz sesleri arasında, karanlıkta, kimileri uykuda, kimileri uykusuzluktayken sakalsız ve bıyıksız başın sahibini, yalnız kaldığı karanlık hücresinden alıp götürdüler.”
Evet astılar. Yaşamak için fazla suçlu, ölmek için yeterince büyük olduğuna karar verdiler.
Bir ayda, avukatıyla bile görüştürülmeden “yargılandı”.
Kemik yaşına filan bakılmadan, 17 yaşında -yediği dayaklardan yaralı/bereli- asıldı.
Akrabası Teoman’ın “17” şarkısındaki gibi, “Ömrü kelebek kadardı /Mektupları şişedeyken /Bir de bakmış deniz yokmuş /Daha 17’ymiş...”
Otuz bir yıl önce bir anda “yüzü dökülen” o arkadaşımla görüşürüz hala.
Çok şey değişti o günden beri. Çok şey...
Ama o günden sonra bir daha kutla(ya)mamış, doğumgününü...
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2011
YOLLARDA, caddelerde usulca gezinen, az da olsa hemen her gün beliren bir “umut” var. Tebessüm...
Karla, yağmurla, onarımla tıkanan, mesai saatlerinde kördüğüme dönen trafiğe rağmen “sürücü jestleri” katılmaya başladı hayata.
Yol vermeler örneğin.
Otomobilin yayaya, otomobilin otomobile yol vermesi... Ardından “yol alan”ın farla, tek “bip”le ya da el sallayarak, hafifçe gülümseyerek teşekkür etmesi.
Ve “Bir şey değil” demesi sürücünün, işaret diliyle...
Artık bu medeni-sıcak jestleri görmek; ne hoş bir sürpriz, ne de mucize.
Giderek artan biçimde rastlanılan, bir küçük kentli tebessüm.
Usulca yayılıyor ya, bu jest ve tebessüm.
Hemen, tebessüme-jeste-teşekküre düşman “karşı” tavır da geliyor.
Kerhen yol veriyor “biri” size.
Sanki dünya bağışlamış. Eliyle-koluyla “Geçtir git” sallaması.
Kazayla, teşekkür yapar, el sallarsanız.
Büst gibi, mimik yok. Çünkü o “ağır” adam.
Yol verirseniz, sallana-dallana geçer.
Donuk yüzünde, “Elbette bana yol vereceksin” ifadesi.
Teşekkür almayı sever; etmeyi, “Bir şey değil”i bilmez.
Tabi ki herkes ona teşekkür edecek.
“Abim, abim” serumu alacak, devamlı. Ki volta adımları, façası bozulmasın.
Selektörü meydan okuma görür.
Çalınan kornayı, küfür.
Trafik kuralları, kendi raconuna göredir.
Otomobili, tekerlekli “makam” odası.
Altıncı vitesi, “şakkıdı” tesbih.
Koloniyel yaşar.
Etrafında peşkircisi, dalkavuğu, tetikçisi, keşi, keleşi, leşi.
Kabadayı olamayıp da, külhan (hayta) olmanın ezikliği saldırır bakışlarında.
Toplu yıkılır, kavgaya-kalleşliğe...
Ama otoriteye selam durur, ön ilikler her zaman.
Bir polis görsün, “Sana saygımız sonsuz” ile başlar cümlesi...
Olsun...
Dışa vuran tebessüm, karşılıksız-yalnız kalsa da.
İçe vuran, iç gülümseten bir yönü de vardır elbet.
Eksik olmasın/kalmasın, tebessümünüz...
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2011
HEKİME yönelik şiddet de, artık tırmanan “şiddet kategorileri”nin sık karşılaşılan bir başlığı.
Son örneği, bugün manşetimizdeki habere başlık oldu.
Sağlık politikalarına, uygulamalarına karşı yapılan eylemlerin de alt başlığı zaten “şiddet”.
“Beyaz Eylem”lerin...
Tam 21. yüzyıla girerken tanıdı, benimsedi bu kavramı kamuoyu.
Op. Dr. Füsun Sayek’in TTB Başkanlığı döneminde...
Yarım asırlık Türk Tabipleri Birliği’nin ilk kadın başkanıydı.
On yıl sürdürdü görevini. Hekimin hakları için mücadele ederek...
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2011
GEÇEN salı karda mahsur kaldık. Belediye başkanına “Ben böyle kar görmedim”, kentliye “Kırk yıllık Ankaralıyım ben de böyle zulüm görmedim” dedirten kar mazi oldu.
Daha 7-8 gün önce yağan karla, bilmem kaç yıllık mevsim normalleri de mahçup oldu. Altüst oldu...
Meteoroloji, “gündüz 17 olacak sıcaklık” diyor şimdi.
Ama “Artık mevsim normalleri filan kalmadı” diyemiyor, hava raporu bültenleri...
Onu da şair diyor.
“Yağmurlar da diner moruk
Gökyüzüne bakmayıveririz bir gün...”
Evet, aynen Ahmet Erhan’ın dizelerindeki gibi.
Geçen yıl durma yağmurla geçiyor, kış-kar olmadan.
Ondan önceki yıl ise, birden dinmiş yağmurlar.
Bu yıl derseniz, Allah kerim.
Yağsa da ne ola, aslında.
Ne yağmurun yüreklendirip dışarı saldığı ıhlamur kokusunun peşinde dolaşan kentli var sokaklarda.
Ne yıkanıp, yeşilini sereserpe uzatan çayır parlaklığı...
Matlaşmış yaşam.
Mevsim normalleri yok artık.
İnsan normalleri gibi...
Normal yok da, bari çılgınlık olsa.
Yok, o da...
“Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” atasözünün hükmü iki gün. Sonra 17 derece sıcaklıkta, atasözü de cürmünü yitiriyor.
İhtiyarladı dünya, bizden önce.
Ya işte, “yağmurlar da diner moruk”... Biz de gökyüzüne bakmayıveririz.
Elimiz cebimizde, ıslık çalıp dolaşmayız, ahmak ıslatan çıkmaz sokaklarda.
Şiir de yazmayız.
Hikaye de asla.
Tükettik, tüketiriz yine.
Ama bu bahar yağmur yağmazsa, yağmur duasına filan çıkmayın bir daha.
Asla...
Ve af dileyin yağmurdan.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2011
“BİR insanı öldürmek, bir kediyi ya da köpeği öldürmekten daha kötüdür. Bir köpeği öldürmek ise, bir balığı öldürmekten daha kötü...”
Böyle kıyaslamalar (sınıflamalar), köpeğin, kedinin, balığın da bir “canlı” olduğunu unutturabiliyor insana.
Zihin-beyin-yürek-duygu tasnifi ile insanı ilk sıraya koymak anlaşılabilir de...
Dünyada başka canlıların da olduğunu, o canlıların da haklarının olabileceğini unutturmak, onu o “taht”ında önce yalnızlaştırıp, sonra da yabancılaştırabiliyor “hayat”a.
Hayata uzak düşen insan ise, duygu körlüğüne, “çevre” sağırlığına yakalanabiliyor.
“Ne de olsa hayvan” sözü de gökten düşmedi, hayvanseverlere yönelik alerji de kediden-köpekten bulaşmadı.
¡ ¡ ¡
Eğer canlıların da -herşeye rağmen- nefes aldığı bu dünyada hayat hakkını, canlılara “eşit saygı”yı benimsiyorsak, bunun gerekleri de olmalı.
Misal... Ankara İl Hayvanları Koruma Kurulu, Vali Yardımcısı Mehmet Kurt başkanlığında toplandı.
Ve kedi, köpek gibi evcil hayvanların petshoplarda satışının yasaklanması için Tarım ve Köyişleri Bakanlığına teklifte bulunulmasına karar verdi.
Petshop sahipleri ise gelirlerinin büyük kısmını evcil hayvan satışından sağladıklarını söyleyerek, bu karara karşı çıktı.
¡ ¡ ¡
Şimdi...
Evcil hayvan sahibi olmanın, “ciddi bir sorumluluk” olduğu malum.
O zaman evcil hayvan “satışı”nın ya da “evcil hayvan edinme yolları”nın da bu sorumluluğun bir halkası olması gerekli.
Bazı “dükkan”larda akvaryum içinde bir iki kağıt kırıntısıyla tutulan 1-2 aylık yavrular...
Ya da yine bazı petshoplarda kaçak getirilen “marka” hayvanlar, elbette sorun.
Kaçağı yaratan ise petshoplardan çok, doğasına, bakım koşullarına bakmadan “marka-trend” hayvan peşinde olan “müşteri”...
Mesela son günlerin yeni modası Orta Asya’dan, Türkmenistan’dan getirtilen Alabay cinsi çoban köpekleri... Ağırlığı 70-80 kiloya ulaşan, dağ-bayır gezmeye alışık bu köpekleri “üç oda bir salon”da beslemeye çabalayanlar var.
Çünkü moda!
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2011
HEKİMLER bugün eylemde. Türkiye’nin dört bir yanından Ankara’ya gelip, “Çok ses, tek yürek” olacaklar.
Daha önce üniversite hastanelerindeki performans sistemini protesto eden asistan doktorlar eylemdeydi.
“Müşteri değil hasta, işletme değil hastane” sloganlarıyla, Hacettepe’de...
¡ ¡ ¡
Bu slogan yıllar öncesine götürdü beni.
Hacettepe’nin duvarlarına benzeri sloganları yazan genç asistanlara...
Hacettepe Üniversitesi’nde araştırma görevlisiydim.
Dört yıl, önce master sonra doktora sürecini yaşadım.
Ardından da 12 Eylül darbesinin armağanı YÖK’ü...
Hocalarımız ünlü 1475 ile üniversiteden atılınca, iki genç akademisyen arkadaşımla birlikte istifa ettik.
İdealimiz akademik yaşamdı, hüzünlenmiştik ayrılırken.
Şimdi düşünüyorum da, iyi ki ayrılmışım.
Özlediğim hiç bir şey yok geride.
Bazı hocalarım/meslektaşlarım, pırıltılı öğrenciler dışında.
Onların da çok azı, nice badirelerden sonra kalabildi üniversitede...
¡ ¡ ¡
Asistanlar, genç akademisyenler yine darboğazda.
İş güvencesi başka, kadro meselesi başka...
Maaşları zaten malum.
Ne “nohut oda, bakla sofa” kiraya yeter, ne kitabevi taksidine...
Bilimsel özerklik, fikir-ifade özgürlüğü ise, hala darbe mevzuatı.
Demokratik eyleme katılıp sesini bir an duyurmak isteyen hekime bile soruşturma açabiliyor üniversite.
Bir çok asistanın ufku, o dar pencereyle sınırlı.
“Bilimsel” mesaisi, görev tanımı ise, mevzuattaki “ilgili diğer görevler” ifadesiyle kuşatılmış.
YÖK zaten berdevam.
¡ ¡ ¡
12 Eylül öncesinde aynı bölümde birlikte çalıştığımız hocam Ercan Eyüboğlu’nun, o dönemde bir anda Türkiye’ye yayılan uyarlamasını hatırlıyorum.
Erzurumlu Emrah’ın “Söyledi Yok Yok” şiirinden uyarladığı “YÖK YÖK”ü:
“Dedim kalem nedir, dedi kırıla
Dedim umut var mı, söyledi YÖK YÖK...”
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2011
SALI’yı sallayan kar, belediye hizmetleriyle filan değil güneşle eriyor artık.
Yürüyorum yarısı gölcük, yarısı hala kar-buz yollarda.
PTT’nin genç dağıtım görevlisiyle gülümseyerek selamlaşıyoruz.
Onun yolu uzun, ayak izini bırakacağı sokakların sayısı fazla.
Üşümüş, belli yorulmuş genç ömründe...
Adımları her an yeni yönler arayarak, dolaşıyor kapı kapı.
Güneş ne zaman çekilir, akşam ayazı ne getirir bil(e)meden...
* * *
Hava şartları yeniden açık-gizli buzlanma mı getirir, ben de bilmiyorum.
Yazının Devamını Oku