9 Mart 2011
BEŞ yıl önce öldürüldü Sezin Aksoy.
DTCF ikinci sınıf öğrencisiydi. 19 yaşında...
Sünnet düğününe gitti, eğlenmek için.
Ama 17 yaşındaki İ.D.’nin “havaya” sıktığı silahtan çıkan kurşunlarla hayatını kaybetti.
İkisi ağır, birisi beş yaşında beş yaralı da, aynı “kutlama”ya hedef oldu.
İ.D. yaşı küçük olduğu için 8 yıl hapis cezası aldı. Belki çıkmıştır hapisten ya da çıkacaktır bugünlerde...
* * *
Düğün-maç-eğlence terörü her yıl bine yakın yakın insanın canına mal oluyor.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2011
BEŞ yıl geçti üzerinden.<br><br>Ama her 8 Mart’ta Duygu Asena’yı hatırlıyorum. Ve Ahmet Altan’ın Duygu Asena ile ilgili yazısındaki o yalın cümlesini:
“Kadını eksik bir toplumun erkeği de eksiktir...”
Asena’nın “Kadının Adı Yok” kitabının ismi, 1980’lerin son çeyreğinde ve sonrasında, yıllar boyunca gazetelerin “başlık şablonu” olmuştu.
Bir yerde kadın “eksik”se, haberin başlığı tamamdı:
“TBMM’de kadının adı yok”.
“Güneydoğu’da kadının adı yok”.
“İstihdamda kadının adı yok”.
“Kamuda kadının adı yok”.
“Medeni Kanun’da kadının adı yok”.
* * *
Bakın gazetelere, ekranlara...
Hala öyle değil mi?
Hala manşetlerde, “Duygu”nun çığlığı.
Hala, bir çok mevzuda kadının adı yok...
Olduğunda da ya eksik.
Ya şiddet, cinayet haberi...
* * *
Sezen Aksu da onu Cemal Süreya’nın dizesiyle tanımlamıştı:
“Sen el kadar bir kadınsındır
sabahlara kadar beyaz ve kirpikli.”
“El kadar” bir kadının “ne çok şey” olduğunu herkese hissettiren kadınlardandı Duygu Asena.
Öğretmiştir de bir çok insana.
Akıl olarak hazırdı herkes Asena’nın yokluğuna.
Amansızdı hastalığı. Bekleniyordu ölümü; ama bugün, ama yarın...
Ancak “duygu” olarak hazır olamadı hiç kimse.
Çünkü kadınlar, daha kalabalık ayrılıyor bu dünyadan.
Ve bir kadın gitti mi, eksiliyor yaşam.
Her zaman.
Fark edilse de, edilmese de...
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2011
Yıllardır gazetecilere gazetecilik öğretmeye çalışıyordu, Başbakan’ı, Başkan’ı:
“Böyle gazetecilik olmaz...”
Herkes alıştı, ötesi benimsedi...
Öyle ki, magazin basınının yıllarca şişirdiği Hülya Avşar, “Gazeteciler bana soracakları sorulara dikkat edecekler, tekme tokat girişirim” dedi, elinde tenis raketiyle.
Fatih Terim bir spor yazarının yorumunu beğenmedi. “Ulan bu ne biçim konuşma, senin bıyığını, ananı, avradını...” diye başladı söze.
Eh, basının da vardı kimi örnekte kabahati, yumuşak karnı, deformasyonu...
Herkes üstat, herkes savcı kesildi.
Alışıldı, neredeyse...
* * *
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2011
“BANA ‘Nasılım’ diye sordu. Utandım, komiğime gitti güldüm.
Beni suratımdan itti, yataktan düştüm.
Ardından başucumuzdaki mumu fırlattı yüzüme.
Burnum kanadı.
‘Defol, salonda yat’ dedi.
Sabaha karşı geldi.
Ve benimle zorla ilişki kurdu.”
Kadına yönelik şiddet haberleri yayınlandığında böyle mektuplar gelir gazeteye.
Evrak-ı metruke...
Bugün manşetimizdeki araştırmanın da ortaya koyduğu gibi, çoğu “kol kırılmış, yen içinde kalmış”...
Hepsi şiddetten geriye kalmış, “saklı” satırlar.
Telaşla, hızla yazılmıştır sanki. İsim yoktur pek, bazen sadece semt yazar.
Ve yukarıdaki gibi satırlar, hep fotoğraf kareleridir bizim için.
Satır değil, fotoğraf kareleri.
Bir pikeye sarılıp kanapeye büzülmüş. Burnunda pamukla, kanlı bezle tampon...
Oysa 8 Mart yaklaşırken, siyah-beyaz üç eski fotoğrafı hatırlarım arşivlerden.
İlki Sabiha Gökçen.
Başında bez “kask”ı ile, yüreğinin üzerinde “kanat” taşıyan...
İkincisi, Fikriye Hanım. Ayakta, kararsızca uzun inci kolyesini çekiştiren... Parmağı tetikte.
Üçüncüsü ilk kadın genel başkan, Behice Boran.
Üzerinde kalın bir hırka, Jeanne Moreau’nun bakışını, yüzünü, saç kesimini, stilini anımsatan siluetiyle kürsüde, mikrofona konuşurken.
Bugün gazetemizde yayınlanan kadına yönelik şiddet araştırmasına bakın.
Şiddet oranına, yüzdelere bakın.
Sonra da gözünüzün önünde geçen fotoğraflara...
Ve “yüz”leri hatırlayın.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2011
“HALK arabası” olarak üretildi.
Ama Sencer Üneri’nin “Volkswagen Cephesi” kitabında tek cümleyle özetlediği gibi,
“bir ulusu savaşa, askerlerini ise cepheye taşıdı”.
Sadece kendi halkını değil, halkları yok eden bir savaşa...
Dünyanın ilk ilk hava soğutmalı motor sistemi o otomobilde kullanıldı. Su soğutmalı motorlar, 2. Dünya Savaşı’nda Rusya’nın ayazına dayanamadığı için...
* * *
O dönem Nazi faşizminin, “Hitler Almanyası”nın gölgesinden kurtulamadı o pratik, kalender, dirençli, şirin araba.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2011
Ankara’ya geçen yıl Esenboğa üzerinden 407 bin 502 yabancı turist gelmiş.
Türkiye’ye ise 28 milyon...
İşte bu uçurum nedeniyle, başta Ankara Valisi olmak üzere, Kültür ve Turizm Bakanı, belediyeler son dönemde sürekli turizmi öne çıkartmaya çalışıyor.
Başkent “turizm” açısından böyle.
Peki ya, yurtiçi ve yurtdışına giden “Ankaralı turistler?”
* * *
Bir kıyı kasabasına inmişiz.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2011
GÖKYÜZÜNDE bu yılın ilk uçurtmasını gördüm haftasonunda. Balkona çıkmıştım.
Tusso bloklarının tepesinde dalgalanan bir kırmızı... Bir o yana, bir bu yana...
Demek ki, bahar geliyor.
Belki de çoktan gelmiş, uçurtmayı uçuranlara...
İlk uçurtmam, “handmade” idi.
Bükülmüş telden direksiyonlu, tekerli -yakından kumanda- arabam gibi.
Tornetim gibi, kaportası tahtadan...
Farları gazoz kapağı.
Ya da tetiği mandaldan, lastik kurşunlu tahta tüfeğim.
Tahta kılıçlarım, mukavva kalkanlarım.
“Rosebud” kızağım...
Hepimizin uçurtması vardı.
Bir A4 kağıt, iki-üç kulaç sicim.
Yani şeytan uçurtması.
Bozkır uçurtmasıdır aslında o.
Denizsiz kentlerin icadı. Yelkenli gibi “süzülmez” gökyüzünde. Denetimsizdir, asi...
Dümeni yoktur ki yönetilebilsin.
Bahçelievler Sondurak’taki, Sıhhiye’deki havuza durmadan dalıp çıkan sokak çocuğu gibi, alçalır yükselir, düşer kalkar.
Kıpır kıpırdır.
Ve haşarı ve asi, ki engellenemez bir an için de olsa havalanması.
Çünkü çıtasız!
Durursa düşer.
Koşarsanız önüsıra, rüzgarını kendi yaratır.
Dalar, yükselir, vurur kendini oradan oraya.
Parçalar kendini yeter ki bir an uçabilsin, öyle hissedebilsin.
Hisseder de...
Daha aşüftedir, parayla satılan hemcinslerinden.
Bir o yana, bir bu yana...
Ama kontrolü sizdedir. Ya da öyle sanırsınız.
Adı üstünde.
Şeytan uçurtması.
Sahi siz hangi uçurtmalardandınız?
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2011
The New York Times yazarı David Brooks, “Büyük Yanılgı” başlıklı makalesinde bir araştırmadan söz ediyordu.
Araştırmaya göre, üniversite profesörlerinin yüzde 94’ü öğretmenlerden daha iyi olduklarını düşünüyordu.
Sürücülerin yüzde 90’ı da, direksiyonda ortalamanın çok üstünde olduklarına inanıyordu...
Finans sektöründeki yöneticiler de, kendi sektörleriyle ilgili bir ankete verdikleri yanıtların sadece yüzde 5’inde yanıldıklarını sanıyordu.
Oysa gerçekte, verdikleri yanıtların yüzde 80’inde yanılmışlardı.
Brooks makalesinde ABD’deki mali çöküşe değinerek, “finans üstatlarının budala olduğu ortaya çıktığından beri, yöneticiler ‘sahiden akıllı’ olmaları gerektiği sonucuna vardılar” diyordu.
Brooks’un “Yunan tanrıları edasıyla kendini beğenme örnekleri” olarak nitelendirdiği durum, bize ne ABD kadar uzak, ne o kadar yabancı.
Sadece “direksiyondaki kentli”nin bilmişliği, pervasızlığı, kural tanımazlığı, kendini beğenmişliği, ötesi kendini otomobilinin markası/modeli üzerinden beğenmişliği konusunda roman yazılsa, belgesel çekilse az gelir.
Yazının Devamını Oku