3 Nisan 2011
SEÇİMLERE 70 gün kaldı. Göz açıp kapayıncaya kadar geçer...
Seçmen oy verme gününe, sandığa nasıl hazırlanıyor bilemiyorum.
Ama partilerin hazırlığını ekranlardan, adayların baharla kanat çırpan kıpırtılarını sokaklardan görüyoruz.
¡ ¡ ¡
Hazırlığın sanayisi, sektörü de var elbette.
“Seçim Hazırlıkları 2011 Fuarı” açıldı şimdiden...
Fuarda seçmenin cebine girecek, kalemden çakmağa, anahtarlıktan cep telefonu askısına kadar “geleneksel” eşantiyonlar da var.
Pek alışılmamış, ilginç promosyonlar da...
¡ ¡ ¡
Ben en çok “seçimin mutfağı”na yönelik eşantiyona bayıldım.
Üzerinde adayın ismi, partisi yazılı mutfak önlüğü ile takım, tencere-tepsi tutacağına... (Altıncı sayfamızda fotoğrafı var)
Parti amblemli, el yanmasını önleyecek eldiven!
Gözaltına alındıktan sonra “Dokunan yanar” diyen gazeteci Ahmet Şık’ın kulakları çınlasın.
Hem döneme uygun, hem seçmende farkındalık yaratan, hem de uyarı görevini yerine getiren bir promosyon.
Hem oy verirken, pusulada parmakizi de bırakmaz.
Tam bize göre.
¡ ¡ ¡
Fuarda fonksiyonel mi fonksiyonel bir başka ürün daha var.
Adayların bavul gibi yanlarında taşıyabilecekleri ses sistemleri...
Sabah bir kalkacaksınız.
Apartmanın önünde elinde bavul, bir aday.
Dayamış “volume”ü sonuna...
Seçmiş radyoların, ekranların popüler şarkısını, çalıyor sabahtan:
“Kalk gel gel gel güzelim
Gel gel acımayacak...”
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2011
GEÇEN yıl 1 Nisan’da yazmıştım bir bölümünü, güncellemek istedim bir yıl sonra. 2010: Ak Parti Şanlıurfa Milletvekili Ramazan Başak beş arkadaşıyla birlikte Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’nda bir daire başkanının odasını bastı.Çıkan arbedede biri kadın üç kamu görevlisi yaralandı.
2009: Başkan Melih Gökçek yerel seçimlerdeki oy kaybını partisindeki bazı bakanların, başkan yardımcılarının aleyhine çalışmasına bağladı.
2008: Trafik kazalarında yüzde 80 azalma olduğu açıklandı.
2007: Namus-töre cinayeti işleyerek hapse giren 51 hükümlünün 48’i pişman olmadığını söyledi.
2006: Kültür Bakanı Atilla Koç Opera binasının yerini ve projesini değiştireceğini açıkladı.
2005: Cezaevinden çıkan Mehmet Ali Ağca Papa’yı Vatikan’ın yardımıyla vurduğunu savundu.
2004: Milli gelirimiz 3 bin 383 dolarla rekor kırdı. Haber gazetelerde “Hiç böyle zengin olmadık” başlığıyla duyuruldu.
2003: Maliye Bakanı Kemal Unakıtan Türkiye’yi diyete sokacağını açıkladı. Açıkladı ama aynı gün futbol federasyonu 93 kişiyi özel uçakla maç için İngiltere’ye götürdü.
2002: Denizcilik İşletmesi vapurlarda çalışan büfecilere bıyık yasağı getirdi.
2001: Antalya’da bir konferansa giden İngiliz sefireye, bir teşhirci şortunu indirip cinsel organını göstererek tacizde bulundu. Aynı gün, TOBB Başkanı’ndan hayatında ilk kez “bankamatik memurlar”ı duyan Kemal Derviş, kuruluşlarda robot çalıştırıldığını sandı.
2000: On bir Türk, tanesi 200 bin dolar olan güneş gözlüklerinden aldı.
1999: Aya ilk ayak basan Neil Armstrong ile ilgili, dünyanın sahte fotoğraflarla kandırıldığı iddia edildi.
GGG
Bu haberlerin tümü, o yılın 1 Nisan günü 1. sayfalarda yayınlandı.
Ama hiçbiri 1 Nisan şakası değil!
Peki, dün ne vardı gazetelerde:
Gazeteci Ahmet Şık’ın henüz basılmayan, basılmadığı için yayılmayan, yayılmadığı için okunmayan “kitap taslağı” imha edildi. Ama 1 Nisan’da kitap twitter’a, internete düştü.
Şaka mı, değil!
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2011
HER sokağın, ama özellikle insanın büyüdüğü kendi sokağının mutlaka bir hatırası vardır. Çoğu kez o günlerin, o zamanın insanları yaratır bu anıyı. Ya da hatıralara onlar eşlik eder.
Aşklar, arkadaşlıklar, oyunlar, kavgalar, buluşmalar-ayrılmalar ve bunların hepsini belleğe yerleştiren sohbetler, diyaloglar, sözler...
Ve geçmişten gelen silüetler, insanların da, kentin de “hafıza mekanları”nı yaratır.
Bazen de sadece “mekan”, bir bakkal dükkanı, hatta bir sokak tabelası, hatırayla yaşıt bir ağaç, yaratır, bellekte tutar, geçmişte yaşananları.
Kökü derinlerde, nostaljileri de...
Ki, insanın, kentin ”kimliği”nin görünmeyen “ek sayfaları”dır hepsi.
¡¡¡
Emek Mahallesi’nde karşılaştığım okurumuzun sözleri, gezdirdi beni bu düşüncelerde.
“Eskiden, 60. Sokak boydan boya iğde ağaçları ile kaplıydı...” diyerek, anlattı usulca:
“60. Sokak iğde ağaçları ile ayrılırdı, diğer sokaklardan. Sokağın kimliğiyde, ayrıcalığıydı o ağaçlar. Ama neredeyse hepsi kesildi, bir kaçı dışında yok oldu yıllar içinde...”
¡¡¡
Evet, iğde ağacı!
Hüzünle fark ettim, nasıl da unutmuşum iğde ağacını. Kül Sokağı’nda solmuş, hatırası.
Yüzünü, saçlarını öne döken yumuşacık dalları, yazın bile hafif karlı gibi duran yaprakları...
Binlerce kez temas ettiğimiz, tattığımız taneleri. Ve elbet o keskin, içe işleyen kokusuyla...
Çocukluğumuzun her köşesinde, Emek’i sadece varlığı, esintisi ile değil kokusuyla da saran ama artık görünmeyen, yok edilen iğde ağacı.
Oysa, soğuğa da, rüzgara da en yaman o dayanırdı.
¡¡¡
Şair İnönü Alpat’ın satırlarının tam yeridir şimdi:
“Asıl iş, iğde ağaçlarını savunmaktır.
Asıl iş, iğde ağaçlarından etrafa yayılan serinliği savunmaktır.
Asıl iş, iğde ağaçlarına ev sahipliği yapan mahallelerdeki sakinliği, sessizliği savunmaktır.”
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2011
GEÇEN gece telefon çaldı. Arayan, gençliğini her daim gülümseyerek koruyan, kahkahası kuşak farkını her zaman kapatan bir ahbap.
“Çok müşkül durumdayız, ondan seni aradım” dedi.
Sesindeki muzır esinti, ahizeden net olarak hissediliyordu:
“Ailecek oturduk, Ezel’i seyrediyoruz.
Ezel ile Eyşan bir dağevine kapandılar. Ama mahsustan...
Ezel’in başka sevdalısı var çünkü...
Tam biz öyle derken, Eyşan bir yolunu buldu, kalktı Ezel’in yanına uzandı. Başını da omzuna koydu eski sevgilisinin...
Hani kız korkmuş, ağlamış, hüzünlü filan olabilir tabi, dedi hanım. Bana ise işin gerisi gelecek gibi geldi...
Derken, aaa, aniden sabah oldu. Yer yatağı sahnesi birdenbire bitti. Pat diye... Macera ise bambaşka sahneleriyle devam etti.
Şimdi, meramımız şudur ki. Ezel ile Eyşan sevişti mi, kardeş kardeş uyudu mu, nedir mesele?”
Ardından da meşhur kahkahasını patlattı...
* * *
Sonradan öğrendik ki, ateş-barut yanyana filan, galiba (büyük ihtimal) sevişmişler.
Valla diziyi seyretmedim ama...
Benim de aklıma takıldı.
Aklıma takılan şey gayet net.
Ezel ile Eyşan’ın dağbaşındaki muhtemel halvetini kim kesti?
* * *
Diziyi gösteren TV kanalının otosansürü mü, izleyiciyi bu kritik, dizinin gidişatı açısından anahtar meselede muammaya sürükledi.
Yoksa RTÜK mü, hani dağbaşı, ne olmaz-ne olmaz filan diye müdahale etti.
Ya da, dizinin yönetmeni hiç mi çekmedi o sahneyi.
“Yaa, şimdi araya yastık-mastık koyacağız, sevişme sahnesi çekeceğiz. Sonra nasıl olsa kanal makaslar, olmadı RTÜK’ten uyarı, kapatma filan alırız. Sizi de, bizi de yormayalım” mı dedi?
* * *
Neyse yarın unuturum konuyu.
Çünkü, biz ezelden beri böyle yaşadık, böyle yaşarız.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2011
BU da bize manşet oldu. Beş milyonluk Ankara’da kütüphanelere üye olanların sayısı sadece 37 binmiş.
Ki, onların çoğu da kitap satın alamayan, çalışacak mekan bulamayan yoksul öğrencidir.
Kütüphaneye “kitap okuma”ya giden sayısı eminim, 300’ü zor bulur.
* * *
Sanıyorum dört yıl kadar önceydi.
Öğretmenler Günü’nde dönemin Milli Eğitim Müdürü Murat Bey Balta bir grup öğretmenle dönemin valisi Kemal Önal’ı ziyaret etmişti.
O görüşme sırasında bir okul müdürü “Ankara Okuyor” kampanyasına değinmişti.
Kampanyayla öğrenciler okullarında 20 dakikayı kitap okumaya ayıracaklardı.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2011
GAZETECİ Ahmet Şık’ın “basılmayan kitabının imha edilmesi”, 60 yıl öncesinden Fahrenheit 451 romanını da taşıdı gündeme. Dün benim de yazımda değindiğim ve aslında bir “distopya” örneği olan roman, ilk gençliğimizde ütopyamızdı bizim.
Hayattan erkenden ayrılana kadar birlikte büyüdüğümüz Reha (Mağden) ile Emek Mahallesi 59. Sokak’taki iki katlı bir müstakil evde “kitap-kafe” açacaktık.
Kirası uygundu sobalı evin.
Bir kısmı Bit Pazarı’ndan satın alınacak, bir kısmı da ana-baba, dede-nine evlerinden devşirilecek, eski, berjerimsi ama çok rahat koltuklar olacaktı “mekan”ımızda.
Ve cep kanyağı, votka, şarap, bira...
Her dem sıcak tuzlu fıstık, her dem soğuk taze badem, boyna asılan muska kadar minyon paçanga böreği, eski Piknik tadında kızarmış patatesli-sosisli yahni, İzmir tulumu-otlu peynir-eski Kaşar ve Çubuk turşusu olacaktı. Sadece bu tatlar; altlık, bastırmalık ya da atıştırmalık...
“Sallama”nın icat edilmediği o vakitte, porselen demlikte buhurlanan Karadeniz çayı ve halis Türk kahvesi de olacaktı.
Mönü zenginliği ise, kitaptan gelecekti.
Çekirdek sermaye, eş-dost ve kendi kütüphanemizdendi... Yeniler-günceller ise, her daim dost, Dost Kitabevi’nden...
Çoğu ilk baskı ve çok okunmuş, hatta çoğunun üstüne, kıyısına not düşünülmüş kitaplar dolduracaktı rafları.
Bazı kitapların arasında, “fanzin”ler bulacaktı emanetçi okur-müşteri.
Bazısında, sigara yanığı...
Ve yasak kitaplar da olacaktı, elbet halden bilene.
Tüm dergiler ve günlük gazeteler bulunacaktı, ortalıkta.
Ve eş-dost söyleşileri, akustik konserleri ile seslenecekti bazen mekan.
Ben, Reha ve bu projeyi “ütopik” bulan eşlerimizle açacaktık “kitap-kafe”yi...
“Mekanın adı ne olacaktı” derseniz.
İki katlı müstakil evin girişindeki eski taş duvarda, boyu en çok 20, eni 10 santimetre, küçük bir prinç plaket olacaktı:
451 F...
Ütopyamızdı bizim, şimdi son örneğiyle birlikte distopya...
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2011
YAZILMAYAN, yazılsa da yollanmayan mektuplar, temize çekilmemiş şiirler, söylenmeyen şarkılar, edebiyat, şiir için her zaman bereketli mevzulardır. “Sana söylemek istediğim en güzel söz, henüz söylememiş olduğum sözdür” der, mesela şair.
Ya da kitap ismi olur, “Gönderilmeyen Mektuplar”...
Şimdi ise “Basılmamış Kitaplar” vizyona girdi.
Hani, “basılmayan kitabın mevzusu, davası olmaz” filan diyeceğim ama.
Oldu...
Gazeteci Ahmet Şık’ın henüz basılmayan...
Basılmadığı için de yayılmayan...
Yayılmadığı için de okun(a)mayan kitabı, toplatıldı. Toplatılıyor da...
Pardon, toplatılmıyor da aslında.
Siliniyor, imha ediliyor...
Avukatından bile istemişler.
Elindeki kopyayı verdiğinde, müvekkilinin “suçlanan henüz basılmamış kitap” ile ilgili savunmasını nasıl yapacaksa...
Basılmamış kitaba “yayın yasağı” da koyulmuş. Ötesi, kitabın kopyasını teslim etmeyenler, örgüte yardım ve yataklıktan suçlanacakmış.
Ki bence haklılar, yayılmasından “korkmak”ta.
Altmış yıllık, adını kağıdın yanma derecesinden alan ünlü Fahrenheit 451 romanındaki gibi, mevzu kitapsa her zaman risk vardır.
Romanda tüm kitaplar yok edilir, yakılır. Ama bir grup insan, okudukları/ezberledikleri kitapları birbirlerine anlatmaya başlarlar.
Tam bu noktada, basılmamış ama yazılmış kitabın uğradığı akibet geliyor aklıma.
Misal, benim iki basılmış, iki basılmamış, bir de henüz yazılmamış bir kitap düşüncem var.
Ahmet Şık’ın yazılmış ama henüz basılmamış kitabını sildiler, bilgisayarlardan. Delete yani...
Peki Şık, kitabını henüz yazmamış da, sadece düşünmüş, tasarlamış olsaydı?
Yani “örgütsel döküman” beyninde...
Mazallah, onu da silme yöntemleri çok tarihte!
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2011
SELİME Bölükbaşı. Eğer aşina gelmediyse bu isim, pazar günü sürmanşetimizde, pazartesi ise manşetimizdeydi haberi.
Belki okumadınız, belki okudunuz da “isim” uçtu gitti; sadece “ünlü”, viptiri isimlere programlı/ayarlı belleğimizden.
Misal Gece Ürsel desem, dilinizin ucunda:
“Yaw şu ‘yemekteyiz-içmekteyiz’ kızı mıydı bir dönem üpünlü partneri ile restoran (ran na-ra-nan na-ra-nan) dolaşan, yoksa podyumlardan filan mı”...
Neyse, o seviyeli bir arkadaşlıktı.
Hem isim de mühim değil.
Zaten yıllarca Çetin’di soyadı Selime’nin. Evlendi kocasının soyadını aldı. Anlamını da aldığını, kendisini ”çetin”den öte bir hayat beklediğini bilemeden...
Her gün dayak yedi. Komşuları anlatıyor. (Varoşlarda incedir duvarlar)
Kocası doydu dayağa...
Otuz kez bıçakladı Selime’yi. (Elinizi 30 kez kaldırın-indirin, nasıl bir şey olduğunu, o “an”ın süresini bizzat yaşayın, hem zalim, hem kurban olarak. Her bıçak darbesinde Selime’yi yaşayın, ilk darbedeki sesinin belki 10-20’den sonra bir fısıltıya, sadece bir iç çekişe, “usulca bir ah”a dönüşmesini... Vahşi bir deney değil mi? Ama müstahakız)
Sonra delik-deşik Acil’e kaldırdılar Selime’yi.
“Ölür, yaşamaz” dedi, bu tür “vaka”ları sık gören hemşire...
Ama yaşadı Selime.
Boşandı, Hasan da cezaevine girdi.
Otuz bıçak darbesine, -belki 3/1 indirimden- 10 ay yattı. Çıktı, dolanmaya başladı artık eski eşinin evinin çevresinde. “Pazara kadar değil mezara kadardı” ya, evlilik de dahil tüm “müsabaka”lar...
Komşuları, “Sürekli buralardaydı, hep tehdit ediyordu” dediler.
Sonra girdi eve.
Çekti tabancasını... (Ekmek edinmekten daha kolay ya silah edinmek)
Vurdu Selime’yi ve iki oğlunu.
Sonra da sıktı kendi kafasına... (“Kafama sıkarım”, elbette)
Selime yoğun bakımda çırpındı, öldü. (Komşuları “Daha yeni iyileşmişti, bıçak yaraları” dediler)
Sonra çocuklar öldü sırayla.
“Hayatım Dizi” yarışmasında, TV dizisindeki kadının elbisenin rengini, elindeki yüzüğün taşını soruyorlar. Biliyoruz anında...
Sahi neydi, ölen çocuklardan birisinin ismi.
Selime kimdi, NEYDİ?
Yazının Devamını Oku