24 Nisan 2011
YAŞINIZ kırkları biraz sollamışsa, mutlaka sizin de Kızılaylı, meydanlı, bulvarlı anılarınız vardır. Benim Kızılay anılarım, ağaçlarda salkımlanan bulvar serçelerinin, sığırcıkların yoğun bıcırtısı ile gelir. Dere sesi gibi yoğun, biteviye...
Yanında Güvenpark’ın kırlangıçları, fıskiyesi İlhan Berk’in tercümesiyle başka anılar getirir:
“Bir kırlangıç bir su birikintisi bir parça gök
Bir şiirden düşmüş olmalı bunlar.”
Bakıyorum da şimdi, mırıldanıyorum içimden:
“Sahi, kuşlar nerelere gitti hocam?”
* * *
Fıçı birası-votkası, muhabbettinde “eksilmez şiir”iyle Sanatsevenler, Piknik, Tavukçu, eski Kumsal-eski Mülkiyeliler gelir sonra aklıma.
Ve AST’ta sahnenin gencecik prensesi, o eski, esmer Nurseli İdiz.
Ya, “Yenişehir’de bir Öğle Vakti”ni Piknik’te kahvesini içerek yazan Sevgi Soysal?
Sonra şiir gelir, ve illaki şiir gelir.
Cemal Süreya Ataç Sokak’tan pazaryerine doğru yürür. Ve seslenir Ankara’ya:
“Sen bayan Nihayet /Sen bir mevsimin sanat eki...”
Metin Altıok Süreya’yı “Ankara Prensi” olarak tanımlar, Tavukçu’da öğle rakısını içerken.
Sonra Ahmet Telli girer söze:
“Ama artık meyhaneler kalmadı Ankara’da /Belki bundandı Cemal Süreya’nın Kızılay’da /Huzursuz bir zürafa gibi dolaşması...”
“Sahi, şiirler nerelere gitti Arap?”
* * *
Gökdelenin terasındaki Set Kafeterya gelmez mi akla.
Hani self servis ile ilk tanışılan...
Sonra sinemalar, Ulus, Büyük, Gölbaşı başta olmak üzere, Cep ve diğerleri...
Yiten, unutulan tadıyla Goralı gelir.
Kızılay Meydanı biraz flu anılarımda ama, Tandoğan’ı, Sıhhiyesi, Zafer’i, Gar’ı, Ulus’u, Opera’sı, İtfaiye’si ile “bol meydanlı Başkent” aklımda.
“Sahi, meydanlar nereye gitti babacım?”
* * *
Erdal İpekeşen’in köşesinde aktardığı fısıltılara göre, “Gökdelen” kız yurdu olacakmış.
Şehirleşme ve Kızılay’ın sosyal hayatı açısından en isabetsiz karar, Kızılay’ı tümüyle bitirmek için en isabetli karara dönüşüyor yani.
Kız yurdu olsun, olsun ki orası da tümüyle kapansın kentliye...
Bir hafıza mekanı daha kaybolsun, o geri dönüşsüz kentsel bellek kaybının, erken bunamanın, yapay alzheimer’ın koridorlarında.
“Sahi, hafızamıza ne oldu hocam?”
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2011
BAŞKA bir şey ararken, Daniel DeFoe’nun 280 yıl önce 24 Nisan’da öldüğü çarptı gözüme. Hayalin, çaresizliğin ve “kısmi” yalnızlığın adasının İngiliz yazarı...
Ya da seçmediği insanlarla, bir “ada”yı, “hayat”ı paylaşmak zorunda kalan Robinson Crusoe’nun yaratıcısı.
* * *
İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde 389 numaradaki “Robinson Crusoe 389” ne zaman uğrasam aklımdan, “çağdaş Robinsonlar” geçer.
Üç yüz yıldan fazla zaman geçti romanın üzerinden.
Ama Robinson’lar hala sokaklarda...
* * *
Belki insanları öylesi yalnızlığa, “seçmedikleri” kalabalıklar sürüyor.
Belki seçmedikleri, tercih etmedikleri insanlarla yaşama konusundaki isteksizliği, küntlüğü, yeteneksizliği...
Yani var bir medeniyetsizlik.
Ki, biliyoruz kalabalığın içinde yaşanan yalnızlığın üretici olmadığını.
Bazen pür yalnızlık gerektiğini.
Bazen yalnızlığı, en yakın iki kişinin bölüşmesi gerektiğini de...
Ama olmuyor.
Kendi dünyamızdaki, evrenimizdeki tek yıldız tv ekranının ışığı. Robinson’un Samanyolu bile değil.
Tek hikaye o kutunun dikdörtgeninde yaşanlar.
...gündüz insan, gece görüntü kalabalığı.
Bazen “Tom Hanks”li çağdaş Robinson denemesi.
Ve eşliğinde bazen, Robinson benzeri tütün kesesi...
* * *
Geçiyor yıllar.
Günleri, ayları, yılları duvara çizerek, birbirine iliştirmeye çalışan ama farklı bir resim ortaya çıkarmayan “ada takvimi” gibi.
Robinson işte...
Ufka bakıp bakıp iç geçiren.
* * *
Belki de yanlış yöne bakıyoruz.
Ama geçiyor zaman.
Pes mi ettik, uyuştu mu dilimiz.
“Yazık oldu bize” mi demeliyiz, yoksa “Tüh, yazıklar olsun” mu kendimize.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2011
ORHAN Veli’den mülhem, bu kentin “Kitabe-i Sengi Şehir”i dikilse, üzerinde mutlaka şöyle birşey de yazar:
“Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
amblemden çektiği kadar...”
* * *
Evet bu şehir, amblemden-logodan çok çekti.
En az 10 yıl Hitit Güneşi yerine onaysız-sualsiz tepeden inme getirilen Atakuleli, yıldızlı, camili ambleme açılan davalar, tartışmalar ile geçti.
Ki, açılan davalar yerindeydi, itirazlar haklıydı.
Sonunda yasaklandı amblem zaten.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2011
“ANKARA çok enteresan bir başkent.<br>Yayalar caddelerde yürüyor, otomobiller kaldırımlarda...” Ne zaman kaldırımlar-yayalar ile ilgili bir mevzu olsa, aklıma ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Richard Barkley’in bu sözleri gelir.
Onun ülkesine döndüğünden beri daha da artan bu “ironik çelişki”, artık bazı sürücülerin bireysel tercihinden çıktı, kurumsallaştı.
Kaldırımlar artık, gayriresmi otopark.
Bireysel yaya hakları ihlali, artık “kurumsal” bir geleneğe dönüştü.
Çankaya Belediyesi’nin başlattığı “kaldırımlar yayalarındır” seferberliği bu açıdan çok kıymetli.
Ve Başkan Bülent Tanık’ın sözleri de, bireyselden kurumsala bir mücadelenin altını çiziyor.
Kaldırımlara park eden otomobillerin sileceklerine, bazı semt sakinlerinin iliştirdiği bireysel uyarı notları, artık Çankaya’nın zabıta görevlilerinin kurumsal seferberliğine dönüştü.
Zabıtalar kaldırıma park eden otomobillere zarif bir “duyarlılığa davet” notu bırakıyorlar.
İsteler, belediye mevzuatına göre ceza da kesebilirler.
Ama onlar “kentli farkındalık ve duyarlılık” yaratmak için, kaldırıma park eden sürücüleri dışarıda bırakan değil, o duyarlılık-bilinç çemberine davet eden bir yöntem izliyorlar.
Otopark sorununun vahim durumundan Çankaya Belediyesi de haberdar elbette.
Ki, bu nedenle hazırladıkları el broşüründe “bölgesel otopark yapma görevinin Büyükşehir Belediyesi’ne ait” olduğunu vurguluyorlar.
Evet, otopark sorunu/yokluğu bir realite. Ve bu realite otomobil sahiplerini de çaresiz bırakıyor.
Yıllardır radikal tedbirler alınmadığı, otomobil değil yaya öncelikli bir şehirleşme yaratılmadığı, çağdaş bir otopark hizmeti hayata geçirilmediği için park yeri sıkıntısı malum.
Ama bu hak ihlalini haklı çıkarmıyor.
Kent öncelikle yayanındır.
Çünkü her insan öncelikle yayadır.
Eller direksiyonu kavradığında, bu gerçek bazen unutulsa da...
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2011
KÖPEKLERDEN birisi kan içinde. Diğeri onu boğazından kavramış. Çevredeki kalabalık bağırıyor:
“Kır oğlum boynunu, öldür.
Hadi, daha kulağı bile kopmadı...
Gırtlağı delinmedi, salla boynunu.”
¡¡¡
Şereflikoçhisar’daki boş bir arazide paralı bahisle, köpek dövüşü.
Kan-ölüm kumarı.
Onlarca insan coşku, heyecan içinde toplanmış “arena”ya.
Arada attıkları kahkahaların sadece görüntüsü değil, hırıltılı yankısı da kamera kaydına yansıyor:
“Bak şuna bak, gitti tek kulağı...”
¡¡¡
Bir ara köpekler bırakıyor birbirini. Kendiliğinden...
Birbirlerine zarar vermek istemiyorlar artık.
Onlar için şiddetin bir sınırı var.
Çünkü “insan” değiller!
Sınırsız şiddet bize mahsus...
¡¡¡
Kan içinde, boynu bükük duranın “koç”u kışkırtmaya geliyor köpeğini.
Ve o kanlar içindeki köpek, umutla, sevgiyle kuyruğunu sallıyor sahibine. Onu ölümüne dövüştüren o yaratığa.
Hala kuyruğunu sallıyor:
“İstediğini yaptım bak, hadi sev, sarıl bana, iyileştir beni.”
Kışkırtıyorlar, kızıştırıyorlar.
Dövüş yeniden başlıyor.
¡¡¡
Bu vahşet panayırı, Ankara’nın az dışında her yıl, hatta her ay yinelendi.
2005’de, 2006’da ve en son iki yıl önce haberini yaptık.
En azından bizim bulabildiğimiz filmler bunu gösteriyor. Görüntülerde dijital tarih var çünkü.
¡¡¡
Şimdi yine manşetimizde...
Köpek dövüşü Ankara’nın dört yanında sürüyor.
Dört ayrı bölgede...
Acilen, her türlü tedbirle önlenmeli.
İnsanlığımızdan utanmamıza yol açan başlıkları ne kadar azaltsak, o kadar iyi.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2011
METRODA, yani bazen arada bir sadece kazılan o karanlık “tünel”de ilk kez bir ışık göründüğünü düşünüyorum. Aslında ilk “ışık” ya da “el -değişimi- lambası” metroların Ulaştırma Bakanlığı’nda devri ile belirmişti.
Şimdi ise Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Seçim Beyannamesi” ile ortaya çıktı. Ki, bu kez metro meselesi “muallak” bir vaat olarak değil, bir “yazılı beyanname”, bir tür ”akit” olarak tarihi ve menzili ile gündeme getirildi:
“İki yılda 44 kilometre metro bitirilecek...”
¡ ¡ ¡
Evet, bu Ankara için gerçek bir umut. Bu nedenle de “tarihini not aldık” sürmanşetimizde.
Takipçisiyiz...
¡ ¡ ¡
Metro genelde “hızlı-güvenli-yaya öncelikli” bir ulaşım aracı olmasıyla öne çıkar.
Ama gözden kaçan çok önemli bir yönü daha var.
Ankara’ya 21. yüzyılda gelecek “medeniyet”tir aynı zamanda...
Çünkü metro sadece ray değil, yaşam stili de döşer kente.
Öncelikle, farklı “terminaller”i ile öğretir birlikte yaşama kültürünü.
Yürüyen-yürümeyen ama hep temiz merdivenleriyle...
Otobüs durağındaki kirlilik ve karmaşa, metroda yerini düzene bırakır.
Çöp kutularına atılan çöplerin niteliği bile farklılaşır, metroda.
Çünkü bir sisteme alıştırır kentliyi. Denetlenen, özenle korunan bir sisteme...
Ki, kentler birbirlerinden sadece tarihi, mimarisi ile değil “yarattığı alışkanlıklar”la da ayrılır.
¡ ¡ ¡
Kuralları belirlenir, bir yerden bir yere gitmenin:
Sigara “içilmez”dir, sarı çizgi “geçilmez”, çöp “atılmaz”...
Kapısı yumruklanamaz metronun, rastgele bir yerde duramaz.
Otobüslere binerken yaşanan o en ilkel, en içgüdüsel itişmeyi, elektronik turnikeler kaldırır ortadan.
Kamerayla da denetlenir vandal içgüdüler:
“Biri sizi izliyor...”
¡ ¡ ¡
Kent manzaralarını da değiştirir. Otobüs duraklarında “üşüyen-ıslanan kentli” fotoğrafından, banliyö trenlerindeki sarsıntının ritmine terkedilen uykusuzluktan, daha farklı tablosuyla...
Farklı bir bioritm getirir.
Ve güven:
“Saat 08.02 metrosu 08.10’da Kızılay’da” güvenini...
Ve daha aydınlık mekanlarda, daha “oturmuş” yolculuk olanağı sağlar.
¡ ¡ ¡
Ama tüm bu olanaklar, iki yıl içinde metroyu kullanacak şanslı kesimle sınırlı olacak.
O nedenle metroların iki yılda 44 kilometreyi de aşması en temel dileğimiz.
Metroda öncelik verilecek hatların planlanması da kent trafiği açısından hayati bir sorun. Her gün yeni AVM’ler, üniversiteler, kamu ve özel kuruluşlarla “kangren”e dönüşen Çayyolu’nun durumu ortada.
Başkent için metro ağı bir zaruret.
Sadece ulaşım ve kent trafiği için değil.
Medeniyet için de...
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2011
BÜYÜKŞEHİR’in önce “kedi gözü” logosu, ardından da Ankara’da yapılacak Dünya Çocuk Oyunları’nın Seğmen giysili kedi maskotu tartışma yarattı. Ki bence “tuhaf” bir tartışma...
Ama mevzuya dalmadan, peşinen söyleyeyim.
Başkan Gökçek’in ve Büyükşehir’in “kent amblemi sicili” sabıkalıdır.
İroni ya da metafor yapmıyorum. Gerçekten “sabıkalı”dır.
Yargı, mahkemeler, Hitit Güneşi yerine getirilen Atakuleli, yıldızlı, minareli kent ambleminin yasal olmadığını, Başkent’i temsil edemeyeceğini defalarca kayda geçirmiştir.
Ve asılmasını, kullanılmasını yasaklamıştır.
¡¡¡
Gelelim “kedi gözü” logosuna.
Daha önce de yazmıştım. Bu logoya karşı çıkanlar, logodan çok logodaki kedinin “karakter”ini, hatta huyunu-suyunu gündeme getirdi. Ve sonuçta logoyu (pardon kediyi), “küstah” bulanlar, kedinin “nankörlüğünden” dem vuranlar bile oldu.
“Logonun altında buzağı aramak” kabilinden, “türlü mana” arandı.
Siyah zemin üzerine basılan versiyonu ile ilgili “kara kedi” yorumları bile yapıldı.
Öyle ki, logo eleştirisinden “kedi mizahı”na döndü mesele.
¡¡¡
Hayvanları, köpekleri, kedileri seviyorum.
Bu sevgiyi de, bu sevginin nesnesi olan o canlıları da, o canlıların hayatını da önemsiyorum. Bu duygum, bir “meziyet” değil elbette.
Tür ayrımcılığı yapmıyorsanız, başka canlıların (da) haklarına saygılıysanız, sevmeseniz bile onların haklarını tanımanız yasal yaptırımları da olan bir “zaruret” zaten.
Bu bağlamda “kedi gözü” logosunu sevmiştim.
“Kedi maskotu”nu da çok beğendim, sevimli buldum.
¡¡¡
Dünya Çocuk Oyunları’nın maskotu olan kedi, bu uluslararası etkinliğe evsahipliği yapan Ankara’yı da dünyaya yansıtmak durumundadır.
Ve uluslararası bir simge olması kaygısıyla yaratılan o maskotun, aynı zamanda “Seğmen”i de dünyaya tanıtması, kanımca “küçültücü” değil, tam tersi bir duygunun ürünüdür.
Bu nedenle kedi maskotuna yönelik tepkileri, haklı ve yerinde bulmuyorum.
Belediye Meclisi’nde kedinin adının Misket, yani “bir hanımefendi ismi” olmasından hareketle getirilen eleştiriyi ise, “kedi mizahı”nın devamı olarak görüyorum.
¡¡¡
Ancak...
“Misket” ve kedi maskotu ile ilgili yabana atılmayacak bir “ikinci intihal” iddiası var.
Onu da yarın yazacağım.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2011
PERŞEMBE günü manşetimizdi.
Ulus’taki Akman Boza ve Pasta Salonu kapanıyor.
Tam 75 yıllık bir Ankara markası...
Kapanma nedeni, “Ulus’un artık bitmesi” gibilerinden üç kelimeyle özetlenebilir.
¡¡¡
Pastanenin üçüncü kuşaktan sahibi Alper Akman’ın muhabirimiz Hande Başpınar’a kapatma kararını hatta “mecburiyeti”ni anlatırken kurduğu bazı cümleleri aktarmak istiyorum:
“Bulunduğumuz işhanında pek çok ofis, dükkan ve çarşı bomboş.
Yazının Devamını Oku