Yaşar Sökmensüer

“Mad men”ler ve zevceleri

18 Mayıs 2011
DENK geldikçe “Mad Men”i seyrediyorum. Yani deliliğime ya da “men”liğime değil, diziye denk geldikçe...
Geçenlerde başroldeki Don Draper evde, “el değmeden yapılmış, jelatine sarılmış” zevcesiyle niza (önce bozuşma, sonra çekişme, ardından kavga) yaşadı.
Hem de yemek masasında... (Zehir oldu adamın lokması)
Yatarken de kalkarken de saçının karavel nizamı bozulmayan eşi (ismini hatırlamıyorum ama Mahidevran diyesim geliyor) yorgun-argın (hep dargın) adamla resmen niza çıkardı.
Yemeğini yerken robotu ile oynayan küçük oğullarını (Küçük Don Draper) defaten azarladı. (Demek Japonlardan yarım asır önce ABD robotun oyuncağını yapmış, oyuncak da olsa büyük dedesi sayılır Asimov’un)
Azarlamakla yetinmedi, “Şuna bir şey desene” gibilerinden topu babaya da attı.
Nam-ı diğer Don Juan de Marco da kızdı tabi.
“Kadın kadın... Bu yediğiniz steak’i, giydiğin jiponunu, Wal Mart kuponunu ben kazanıyorum” filan dedi İngilizce. (“Karı karı” gibi bağırdı ama “karı” sözcüğünün İngilizcesi yok galiba. Bitch diye genelleyip geçiyorlar)

Farkındayım çok parantezli gidiyor yazı... Ama dizi de her Emmy ödülünde paranteze alınıyor zaten.
Neyse, aldı Don fırlattı robotu duvara.
Sonra çıktı üst kata. (Amerikalılar hep zengin, en az iki kat evler, bodrum varsa o da cinayet mahalli)
Oğlusu da geldi ardından.
Don, kovalamak, başından savmak istedi evladı ama olmadı.
Dedi ki çocuk:
“Baban nasıl biriydi baba?”
“Benden çok ama çok iriydi” dedi Don, keyifsiz.
“En çok hangi yemeği severdi?”
“Jambon...”
Diyaloğu çocuk noktaladı:
“Sana yeni bir baba bulmamız lazım...”

Babayla çocuk sarıldılar.
Sonra yatak odasında yanında “küskün” yatan karısına döndü Don Draper:
“Babam beni hep, çok döverdi...”
Yazının Devamını Oku

Brutal duygular

17 Mayıs 2011
TOM Waits’i oldum olası (ki bu epey uzun bir zaman ediyor) sevmemden midir, bilmiyorum. Ama brutal vokal ilk dinlediğimde yakalamıştı beni. (Brutal kavramını bilmeyenler, ilk dinlediklerinde “böğürüyor” diyerek kendince adlandırır gırtlaktan-derinden gelen o haykırışı, o pes çığlığı)
Death metal türünü fazla dinlemesem de sevdim hep o haykırışla yüze(ye) vuran isyanı.

Sonra brutal gırtlağın en gençleri, dört yıl boyunca Genç Nota’da karşımıza çıktı.
Ve yine Genç Nota Liselerarası Müzik Yarışması finalinde sahnede deprem yaratan, Hayko Cepkin ile dört yıl gönlü, emeği ile hep yanımızda olan Hicri Bozdağ iyice tanıştırdı beni o çığlıkla.
İçinde scream ve brutal barındıran bir müziği Türkiye’de yaygınlaştırmak müzikal bir “cephe” ise, sanırım Hayko en ön saftadır stili, hatta tuğraladığı bedeniyle.

İki yıl önce ise, Iron Maiden, Scorpions, Black Sabbath, Metallica’nın “makul” (yaşa/başa uygun) parçalarında tıkanmış heavy metal belleğime “senfonik” ritmlerle yepyeni bir milat yerleşti.
Evet, yine Genç Nota ile...
Yahya Kemal Beyatlı Lisesi’nin solisti Berrak Atlı’nın sesiyle, Haggard.
Haggard’ın eski bir İsveç halk şarkısından senfonik metale uyarladığı Herr Mannelig’i seslendirdiler sahnede...
Hiç unutmam, müzik öğretmenleri Serhat Yıldırım yedinci üyesiydi gruplarının.
Sonra bir süre cep telefonum, Herr Mannelig ile çaldı. O müziğin ardından “Alo” dedim, içimdeki “scream”i sezdirmeden.

Sonra, üç-dört ay önce Levent Seğmen geldi, gözbebeklerinde “scream” ile:
“Bu yıl Genç Nota’ya Haggard’ı getirelim mi?” (Ki Hicri ile herşeyi hazırlamışlar zaten)
Ki lisede okurken arkadaşı Ebru Etizer ile birlikte katıldığı liselerarası müzik yarışmasında birinci olmuştur Levent. Yani “mektepli”sidir Genç Nota’nın.
Ki, illa ki Etizer, Genç Nota’da değişmez jürimiz, en güzel sesimizdir.
Brutal bir yanıt verdim elbet, Seğmen’in Haggard sorusuna:
“Hemen, mutlaka getirelim...”
Ve “Bin çocuk korosu”nun maestrosu Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık’ın Genç Nota’ya verdiği büyük destekle sadece yarışmanın finalini değil, Haggard’ı da getirdik.
Ötesi Haggard’ı yirmi yıl önce kuran Asis Nasseri verdi ödülünü Genç Nota’lara.
Ki artık hepsi, daima genç.

Hepsi hayal gibi değil mi...
Beş yıl önce hayaldi de zaten. Hayalimdi Genç Nota’yı Hürriyet markası yapmak. Gerçek oldu.
Ki gerçekler, her zaman hayallerin üzerinde yükselir.
Onun için her şey mümkündür.
İlla ki, mümkündür!
Yazının Devamını Oku

Seyyan Hanım

15 Mayıs 2011
ANNEM de, dayım da akardion çalardı.

Annem, Alman malı Hohner marka yorgun akordiyonunu uzun yıllar elinden bırakmadı.
Herhangi bir şarkıyı çalması için, o şarkıyı bilmesi, hatta daha önce dinlemiş olması bile gerekmezdi.
Mırıldanın, o hemen çalsın...
Özellikle tangolar, valsler, eski kantolar çok yakışırdı, akordiyonun sesine, temposuna.

* * *

Geçmişten bütün bu kareleri radyodan duyduğum o şarkı getirdi.
“Daldan dala uçarım /kahkahalar saçarım

Yazının Devamını Oku

Gar ve simitçi

14 Mayıs 2011
SALI günü “Hürriyet Hakkımızdır Treni”ni Ankara Garı’ndan uğurladık. Yirmi beş ili dolaşacak tren ve “Türkiye ne istiyor” sorusuna yanıt arayacak.
Ankara Garı yine etkiledi beni.
Yıllar önce Gar’da simit satan birisinin hikayesini dinlemiştim.
Ankara Garı’nda simit satmaya ilk başladığında, kör raylardaki hizmet dışı bir vagonda yatmış.
Hiç bir yere gitmeyen bir trende, her yeri dolaşan rüyalara dalarak.
İlk günlerde her sabah uyandığında, farklı bir istasyonu aramış gözleri.
Ama sonra anlamış ki, duran trende geçen istasyonlar değil zamanmış.
Tek “durak”ta geçen bir hayatmış, yaşanan tüm ömür.
¡ ¡ ¡
Onunla sohbetimden hatırladığım, -abarttığım- bir film kesiti var.
Bir gün “Tren geldi mi?” diye sormuş adamın biri.
“Sesini duymadım trenin de...” diye eklemiş. Treni kaçırmış ya da trenden beklediği yolcu inmemiş gibi, bir anda yaşlanan bakışları varmış adamın.
Bizim simitçi yaşını kestirememiş adamın ve “abi” diyememiş:
“Beyim, Ankara’nın trenleri az bağırır, düdüğü denizle çoğalan Haydarpaşa gibi değildir.”
Sonra düdüklerin, trenin, koşuşan yolcuların çekildiği Gar sessizliğinde topuk sesleri yankılanmış.
Genç kadın, seslerin sisinden çıkmış aniden.
Buruşmuş emprime eteği, gözkapakları gibi yol yorgunu...
Gar’ın koridorundaki adımlarının yankısı, adamın gönlüne kampana gibi vurmuş.
Fark etmiş adamın kıpırtısını simitçi. Ki hep, yarım sohbetlermiş zaten yaşadığı. Bir düdükle başlayan, bir başka düdükle biten, hep yarım kalan sohbetler.
Adamı rahatlatarak aradan çekilmek istercesine yüzünü oğuşturmuş.
Ve Gar’ın akustiğinde çoğalan fısıltısıyla, “Simit ister misin abi?” demiş.
¡ ¡ ¡
Ve herkes kendi rüyasına çekilirken, “Belki bir başka sefere” diye mırıldanmış adam.
Hızla uzaklaşmış. Kadın bir başkasını ya da onu Ankara’dan uzaklaştıracak başka bir treni bekler gibiymiş.
Gerisini durduğu yerden görememiş simitçi.
Hani “Yar sevgisiz, gar delisiz” olmaz ya. Gar’ı evi kılan hırpani kılıklı adam, “fırsat bu fırsattır” deyip yanaşmış simitçiye:
“Ben bir simit isterim abi...”
Yazının Devamını Oku

Yıldızlara merdiven

13 Mayıs 2011
ÖNCEKİ gün yayınlanan “Genç Nota ve genç kalmak” yazımın ardından bizi çok duygulandıran iletiler aldık. Gönülden, gönlün müziği ile ilgili “müzikal” iletilerdi hepsi aslında.
Kiminde gitarıyla tıp eğitimi arasında yaşamını ve hayallerini kurmaya çalışan bir gençle ailesinin duygu yüklü paylaşımı vardı.
Kiminde ömrü boyunca gitar çalmayı hayal eden, ama türlü nedenlerle buna olanak bulamayan bir okurumuzun, yaşını almış ama müzikal hevesini hiç alamamış satırları...
Bir okurumuz da ancak 49 yaşında ilk kez bir enstrümanı “biraz” öğrendiğini, ama öğrendiği kadarı ile artık orguyla çok iyi, hasret dolu zamanlar geçirdiğini yazmış.

Yarın “Ankara Hürriyet Genç Nota Liselerarası Müzik Yarışması”nın finali var.
Ve o finalin perde/sahne arkasında sadece Genç Nota’ların müziği değil, onları genç yaşamlarında bir enstrümanla buluşturan olanak ya da olanaksızlıkların hikayeleri de var.
Dört yıldır yaşadık bu öyküleri.
Finale çoğunun aylardır hazırlandıklarını biliyoruz.
Finalden önce son 24 saatlerini de...
Kimini uyku tutmuyor. Kimi, seçtiği/seslendireceği parçanın bas partisyonlarını kimbilir kaçıncı kez geçiyor.
Kimi geceyarısı, masasında parmaklarıyla trampetliyor aylardır çalıştığı davul solosunu...

Yarın Türkiye’nin en büyük sahnesinde, ATO Kongre Merkezi’nde seslendirecekler şarkılarını.
Ve her yıl mırıldandığım Bob Dylan’ın Forever Young’ındaki gibi çıkacaklar basamakları:
“Yıldızlara daya merdivenini
bir bir tırman basamakları
ve (ki) dilerim sonsuza kadar genç kalasın...”

“Kendi müziklerini gönüllerince yapan” bazı gençler ise, profesyonel jürinin eleme turlarındaki kararıyla, finalde sahne alamayacak.
Olsun...
Ne seçmelerde, ne finalde biraz geride kalmak üzmesin sizi.
Kendinizi, müziğinizi, “kendi müziğinizi” ortaya koydunuz ya...
Onun için sakın gönül koymayın, ne kendinize, ne başkasına...
Bu, hayatınızın erken demlerinde, müzikal bir yol, bir basamak.
Ki, sadece müzikal değil, -sonuç ne olursa olsun- gönülden gönüle bir yol...
Yeter ki siz, “yıldızlara dayayın merdiveninizi”...
Yazının Devamını Oku

Tanıyorum onları

12 Mayıs 2011
SIK karşılaşıyorum. Özellikle Eskişehir Yolu’nda... Geçenlerde de yaşadım aynı sorunu.
Trafik yoğun, tüm şeritler dolu. Arkadan bir ambulans sireni duyuluyor.
Dikiz aynasından bakıyorum. Işığıyla, sireniyle çırpınıyor gerilerde...
Ama geçebileceği bir boşluk, gideceği bir yol yok.
Yol da yok, yol veren de...

Bir trafik polisi aracı da çırpınışa katılıyor.
Gayet zarif bir dille ambulansa yol verilmesi için sürekli anons yapıyorlar.
Yolu tıkayan otomobilleri plakalarıyla uyarıyorlar.
Ve aralanıyor trafik.
Ambulans ilerliyor aralardan.
Ancak bazı sürücüler ambulansdan da atik.
Kimi ambulansın önüne geçip trafiği yarma ihtirasında.
Öncü eskort edasıyla klaksona dayanıyor.
Kimi ise ambulansın arkasına yapışmış.
Ambulans için açılan koridordan geçme derdinde.
Trafik polisi onları da uyarıyor ama artık dalmışlar açılan koridora. Ayakları gazda...

O arabaların direksiyonunda oturanları biliyorum.
O tipolojiyi tanıyorum, kentin değişik manzaralarından.
Yaptıkları sadece trafikte tehlike yaratmak, ambulansı zora sokmakla mı sınırlı?
Hayır. Sorun çok daha derinde.
Sıradışı bir durumdan bencilce yararlanma refleksi...
Ambulansın içinde ölümden kaçmaya, yaşama yeniden, bir yerinden tutunmaya çalışan bir insan mı var?
O an nefes mi alamıyor. Kalbi mi durdu.
Ne gam...

Başkalarının yaşamını zorlaştırarak, hatta yaşamına rağmen aradan sıyrılma çabası öncelikle insani bir sorun.
Ama bunun giderek toplu bir eğilim haline girmesi, toplumsal bir erozyonu da yerleştiriyor yaşantımıza.
Tanıyorum onları.
Trafikte yayaları hiçe sayarak kırmızıda geçen de o.
Ambulansı bir fırsat olarak gören de...
Yazının Devamını Oku

Genç Nota ve genç kalmak

11 Mayıs 2011
İLKOKULDAN üniversiteye kesintisiz kurs ve sınav maratonunda, kalemi, testi bir an bırakıp da, eline gitarını alan “evladı”, önce anlayamayız biz.

Asılır yüzümüz hafiften.
Kalkar tek kaşımız, eğri/eğreti soru işareti gibi.
Gitarist, solist, piyanist, ...ist olsun istemeyiz.
Okusun, olacaksa “Yüksek Gitar Mühendisi olsun” isteriz.
Ya da doktor, mesela.
Ama bilmeyiz ki, en çok müzisyen Tıp’tan çıkar.

* * *

Gece kulaklıkla müzik dinleyip, amfisine takmadan gitarıyla eşlik etmeye çabalasa çalan parçaya.

Yazının Devamını Oku

Ankara borcu katmerlendi

8 Mayıs 2011
GEÇEN yıl da yazdım, 6 Mayıs’ta. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın infazını izleyen Avukat Halit Çelenk’in
yıllar sonra açıkladığı korkunç gerçek, bir-iki gazetenin arşivinde kalmıştı:
Yusuf Aslan’a Deniz Gezmiş’in idamını izletmişler!
Ardından Aslan’ın idamını Hüseyin İnan’a...

Asıldıklarında üç arkadaştan ikisi 25, İnan ise 23 yaşındaydı.
Zalimliğin bir boyutu, gencecik arkadaşlara birbirlerinin idamını izlettirmekse...
Diğeri, birazdan sehpaya çıkacak gencecik iki insana, nasıl öleceklerini göstermek:
“Bakın, seyredin, siz de böyle çırpınacak, kasılacak ve öleceksiniz...”
Deniz’in can vermesi 25 dakika sürmüş. O 25 dakikayı izlerken, o iki arkadaşı ne düşündüler/neler yaşadılar acaba?
Ve bu nasıl bir insanlık durumudur. Tahayyül edebilir misiniz?
Var mı tarifi, izahı filan...

Düşünüyorum da... Zalimliği katmerleştiren, bir insana en yakın arkadaşının idamını mı seyrettirmektir.
Yoksa, birazdan nasıl öleceğini mi göstermek?
İkisi de elbette.
Ama ya en çok, hangisi?
Hangisi daha derinine işler yüreğin.

Bu sorunun yanıtını, o zalimliği uygulayanlar ya da izlemek zorunda kalanlar vermeli.
Yaşayan tüm ilgililer.
Sehpada o gençleri muayene edip, “Öldü raporu” veren doktor.
Savcı yardımcısı, infaz savcısı, merkez komutanı, askerler, zabıt katibi, gardiyanlar, cellatlar, diğer görevliler, belki bir başkası...
Böylesine hukuk, insanlık tanımaz bir infaz mıydı o gün izlediğiniz, ardından infaz zabıt varakasını imzaladığınız idamlar?

Bu zehir-zemberek durumun, soru işaretlerinin aydınlatılması, Ankara’nın borcudur.
Üstelik artık katmerli bir borçtur.
Çünkü tam 39 yıl sonra o infaza tanıklık eden avukatları Halit Çelenk de aynı gün toprağa verildi.
Bu insanlık suçunun cezalandırılması artık imkansız olabilir. Ama kayda/kaale alınmasının tam zamanıdır.
Yazının Devamını Oku