14 Nisan 2011
BİLMEM sizin de dikkatinizi çekti mi? Bu seçimlerde ilk kez milletvekili aday listeleri, merak konusu ve ilgi odağı oldu.
Daha önce “gökyüzünün altında yeni bir şey yok” bezginliğiyle, şöyle bir göz atılan aday listeleri, artık muhabbet konusu.
Gazetelerde de, ekranlarda da revizyonlar, değişimler, tasfiyeler gündemin ilk sırasında.
Sırf bu ilgi-merak bile, demokrasi açısından kıymetli bir şey diye düşünüyorum.
Kadın vekil artıyor
Ankara’da da vekil adayları ile ilgili, önemli değişimler var.
Ankara TBMM’de üç kadın milletvekili ile temsil edilirken, yeni listelere göre bu seçimde Ankara’dan kadın üye sayısı sekize ulaşacak.
Yeter mi, o ayrı...
2007 seçimlerinde CHP’den aday gösterilen ama TBMM’ye giremeyen Ayşe Gülsün Bilgehan bu kez 2. Bölge 1. sıradan Meclis’te yer alacak.
Yine önceki dönem kıl payı seçilemeyen Levent Gök de seçilme sathında.
Kentli beklentiler
Seçimlerde CHP 1. Bölge 1. sıradan Prof. Dr. Sencer Ayata da milletvekilleri arasında yerini alacak.
Sosyoloji profesörü Ayata’nın “Konut, Komşuluk ve Kent Kültürü” üzerine bir kitabı olduğunu hatırlatalım.
Ve seçildikten sonra da Ankara adına hatırlayalım.
Mimar Tülay Selamoğlu da, mesleğiyle kente değen adaylardan.
ATO Başkanı olduğu dönemde kurduğu “araştırma enstitüsü” gibi bürosuyla, önemli sosyo-ekonomik verileri/araştırmaları kentliye aktaran Sinan Aygün de TBMM’nin yeni isimleri arasında yer alacak.
İtibarı taşırmak
Son bir not. 2007 seçimlerinin sonuçları netleştikten sonra, 24 Temmuz’da yazdığım yazıda bir Rumeli tabirine değinmiştim:
“İtibarı taşırmak”...
Bir eve, bir yere gelen misafir, kaldığı süreyi uzatır da uzatır, hatta bir süre sonra bunu bir hak gibi görürse, ev sahipleri önce fısıldaşır, yakınırlarmış aralarında.
Ardından misafirin de duyacağı tonda yapıştırırlarmış lafı:
“İtibarı taşırdı.”
Bu kez aday listelerinde geçmişin “itibarı taşıran” TBMM misafirleri (müdavimleri) açısından bir düzelme de söz konusu.
Yani, bu açıdan da bir “itibar” var.
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2011
DÖRT yıl önce 22 Temmuz’da yapılan seçimler aklımda. Yeni milletvekilleri TBMM’de işlemlerini yaptırırken, mazbatalarını ilk alanlar Ankara milletvekilleri olmuştu.
O hız ve görev duygularının, Ankara’ya dair de sürmesini dilemiştik o günlerde.
Ve selefleri olan Ankara milletvekillerinin yaşadıkları kentten esirgediği duyarlılığı, onların göstermesini...
Şimdi yine diliyoruz.
¡¡¡
Başkent’in irili ufaklı tüm sorunları, aslında Ankara milletvekillerinin tek bir şey yapmaları ile çözülebilir.
Çoğu vekilin yapmadıkları bir şey ile:
Ankara’yı yaşamalarıyla...
Eğer Ankara milletvekilleri, Başkent’i bir vatandaş gibi yaşarlarsa, sorunları da bizzat yaşayacaklardır.
Geçmişteki bazı selefleri gibi, “Meclis’ten eve, evden Meclis’e, haftasonu İstanbul’a” formülüyle uzaktan yaşamazlarsa bu kenti, sorunları göreceklerdir.
Asfalt, rögar, kaldırım gibi alt yapı rezaletleri, onları da rahatsız edecektir.
Betonun, çarpık şehirleşmenin, kente etkisini göreceklerdir.
Metro yoksunluğunu, toplu ulaşım sorunlarını, otomobil öncelikli bir kent anlayışının yayaları ne durumlara soktuğunu da...
Milletvekili olmanın ayrıcalığıyla trafik tıkanıklıklarını aşmazlarsa, kentteki ulaşım sorunu dikkatlerini çekecektir.
Bu gözlemleri ışığında seçildikleri kentle ilgili denetim yetkilerini yerine getirirlerse, Başkent’in sorunlarını soru önergeleriyle Meclis’e taşırlarsa, bir ilki de gerçekleştirecekler.
Seçildikleri kente borçlarını ödeyecekler.
¡¡¡
Önceki dönemlerde bir kaç milletvekilinin ısrarlı çabası dışında, kentin/kentlinin sorunlarını Meclis’e taşıyan olmadı.
Ya hiç sorun yaşamadılar/görmediler Başkent’te. Olan bitenden hiç haberleri olmadı.
Ya da gözlerini kapattılar, sorunlara karşı.
Hangisi daha kötü dersiniz?
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2011
YARGILASAK da mı saklasak, yoksa yargılamasak da mı...
İroni filan değil niyetim.
Tüm “kapı aralamaları”na karşın saklanıyor, saklı kalıyor bir şeyler.
Yargılanarak ya da yargılanmayarak...
Kenan Evren’di, 12 Eylül’dü, darbeydi, darbecilerin yargılanmasını alt başlık yapan referandumdu, geldik bugüne.
Ama birikti, birikiyor sorular.
Ki iyidir, soruların sorulması bile.
Tarihin beş cildi, sorulara verilen yanıtlarsa... On beş cildi yanıtını arayan sorulardan, mürekkeptir.
* * *
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2011
SİGARA yasağı, iyi, hoş da...
Şu TV erkanlarındaki “sigara OHAL”i, gerçekten kimyamı bozuyor.
Sigara yasağının TV ekranını, hatta tiyatro sahnesini bile zapturapt altına alma hevesi bana makul gelmiyor.
* * *
Daha önce de yazmıştım.
RTÜK Amerika’nın 1960’lı yıllarını anlatan, her yıl sürüyle ödül kazanan Mad Men’e ceza yağdırmıştı.
RTÜK’ün gerekçesi de “sigara güzellemesi” gibiydi:
“Sigara yakma, içme, dumanını havaya üfleme, başkasına ikram etme, söndürme ve içki içme gibi sahneler nedeniyle...”
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2011
ANKARA Nazım Hikmet’e borçludur.
Tümüyle siyasi bir davayla, 14 Ekim 1928’de elleri kelepçeli olarak Ankara Garı’na getirildiği için değildir, bu borç sadece...
Şiirleri, Ankara’nın kararıyla yasaklandığı ya da önce Ankara Cezaevi’nde yattığı için de değil.
Şairin vatandaşlığa alınması/alınmaması, heykelinin yıkılması/yıkılmaması, isminin bir sokağa verilmesi/verilmemesi tartışması da her zaman Ankara’da başlamıştır.
“Nazım fobisi” seçim vaatleri arasına bile girmiştir.
Çeyrek asır önce Nazım’a vatandaşlığın verilmesi, iade-i itibar kararnamesi ile gündeme geldiğinde, aynen şu sözleri sarf etmiştir dönemin iki bakanı:
“Öbür dünyadan getirin, dilekçesini versin.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2011
KADINLAR... Bir grup kadın toplanıp Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in yolunu kesmiş.
Ve “Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisinde “kötü kadın” Caroline’i canlandıran oyuncunun sınırdışı edilmesini, ülkesine gönderilmesini istemişler.
Erkekler...
“Aşk-ı Memnu” dizisinin Adnan Beyi Selçuk Yöntem’in yanına da erkek izleyiciler gelmişti, film festivalinde...
Ve Yöntem’in eline, üzerinde “Karınız sizi aldatıyor” yazılı, küçük kağıt parçaları sıkıştırmışlar.
Adamcağız şaşkınlıkla gülümseyince de, belki “Kavata bak, Bihter’in yemediği nane yok, bu hala gülüyor” filan diye geçirmişlerdir içlerinden...
¡¡¡
Fazla ciddiye almışlar yani, desem... Olayı anlatmaya kifayet etmeyecek.
Devletin koca kurumu, onlardan daha ciddiye alıyor dizilerde “yaşananları”...
Halit Ziya Uşaklıgil’in 113 yıl önce yazdığı Aşk-ı Memnu, RTÜK’ten az ceza/uyarı almadı.
Dizideki sevişme sahnelerinin “ateşli, uzun, ayrıntılı, ölçüsüz ve Türk aile yapısına aykırı” olduğu gerekçesiyle kesmişti.
Yahu onlar essahtan sevişmiyordu, rol yapıyordu, mahsustan desem. Sazan ben olacağım...
Çünkü sevişme sahnelerinde araya yastık koyan koca koca kadınlar, adamlar da var ekranda...
Normal, “ateş-barut” atasözü hala asılı duvarda.
Bu minvalde, onlarca atasözünün yanında...
¡¡¡
“Ciddiye almak” meselesi değil, aslında.
“Gerçeklik” ile “yaratılan, filmsel gerçeklik” arasında hiç bir mesafenin kalmaması...
Rolü gerçek, o rolü canlandıran oyuncuyu sahici, diziyi de gerçek hayat sanma durumu.
Sanılgı, mı desek?
¡¡¡
Ve keşke, “yaratılan, sanal gerçeklik”e körü körüne inanma hali, TV dizilerinden ibaret olsaydı.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2011
SOSYOLOG ve psikanalist Erich Fromm, “vicdan”ın da insanları yönlendiren bir otorite olduğunu söyler.“İçe mal edilmiş otorite”...Ve insanların sadece kamuoyu gibi anonim ya da dış otoritelere değil vicdan gibi içten gelen zorlamalara da itaat edebildiğini vurgular.¡¡¡Vicdan ile sır bu nedenle yanyana duramaz pek.Gizli tanıktır.An gelir, vicdan, romanlara, filmlere sık konu olan azabını da yaratır.Ve artık yüreğe sığmayan, ötesi yüreği kemiren duygular, her gece yastıkta bekler sahibini.Onun için Brentana, iyi bir vicdanın en iyi yastık olduğunu söyler.¡¡¡OSTİM faciasının da “vicdan”ı çıktı ortaya.Ama zirveden, en üst katlardan değil.OSTİM’de hayatını kaybeden onca insanın ardından vicdan azabına dayanamayan ne bir üst düzey devlet görevlisi, ne bir başkan, ne bir patron...Ne de bu tür facialara kapı aralayan yasal düzenlemeler, mevzuat açısından pişmanlık duyan bir siyasetçi.Patlamada arkadaşını kaybeden bir şoför.Belki bin lira maaşı, belki o kadar bile değil.Ama uyuyamamış geceleri.Rüyalarına girmiş arkadaşı. Girmiş de, rüyasında kimbilir neler demiş...Ve kendiliğinden gitmiş savcıya, vermiş ifadesini. İtiraf etmiş.¡¡¡Olayda payı var mıdır o şoförün, varsa nedir, ne kadardır. Asıl suç kimdedir.... Bunu yargı ortaya çıkartacak.Victor Hugo “en mükemmel adalet” olduğunu savunur vicdanın.Çünkü mahkemede beraat eden hiç bir suçlu, kendi vicdanında beraat edemez.O yüce gönüllü şoförün ardından OSTİM’in vicdanı, artık yargıya emanettir.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2011
CEM Karaca gideli yedi yıl oldu.
Ölüm yıldönümlerinde anılır da... Bugün doğumgünü, 5 Nisan 1945.Yaşasa, 66 yaşında olacaktı.Ve Anadolu Rock’dan kan kardeşi (dört yaşla ağabeyi) Erkin Koray gibi söyleyecekti şarkılarını...Kimbilir belki, Hırant Dink’in öldürülmesinin ardından, sözüyle-müziğiyle “Karaca” bir şarkı yapacaktı.Belki değil aslında, büyük ihtimal.Anası Toto Karaca ölene kadar, ona Ermenice “mamacikis” diye seslenmemiş miydi ki, 60’ından sonra köklerinden kopsun.Anasına seslenmesi, şarkı olmasın... Mümkün mü?Belki daha önce söylediği, “Ölüm buyruğunu uyguladılar, uyur uyanık seher yelini kanlara buladılar, kirvem hallarına aynı böyle yaz rivayet sanılır belki”den bir kupleyi, Hırant için...Belki de biraz umutla:“Biz görmedik sen görürsün, yavrum yavrum yavrum yavrum...”Belki...“Benim doğduğum köyleri Akşamları eşkıyalar basardı Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem Konuş biraz”...Diyecekti, de, sesiyle Dink’e el sallayacaktı.Bugün doğmuştu, Cem Karaca.O şarkısı hala kulaklarımda:“Doğarken ağladı insanBu son olsun, bu son”...
Yazının Devamını Oku