Yaşar Sökmensüer

Münakaşa münazara

27 Mayıs 2011
“BÜYÜK Anadolu Yürüyüşü” Anadolu’yu aştı, kente giremeyince Gölbaşı’nda konakladı. Peki, Türkiye’nin “risk altında” gördükleri hemen her doğasından yola çıkanlar ne istiyor?

Öncelikle bir “ret yürüyüşü” de bu...
“İçinde varoldukları doğayı ve onun hassas dengesini tehdit eden, ulusal veya uluslararası yasa, sözleşme, antlaşma ve uygulamaları” reddediyorlar.
Ve şöyle özetliyorlar isteklerini:
Doğa kendi başına vardır ve insan onun sadece bir parçasıdır. Varoluşumuzun yegane kaynağı olan doğanın ‘çevre’ adıyla yaşamımızın dışına çıkartılıp ötekileştirilmesi kabul edilemez.

Doğa canlı bir varlıktır. Kimse doğanın sahibi olamaz, doğanın kadim dengesini ve işleyişini bozacak herhangi bir tasarrufta bulunamaz.

Doğa üzerinde herhangi bir mülkiyet hakkı iddia edilemez. İnsan doğa içinde yaşayan her canlı gibi geçicidir.

Kendinden sonraki nesillerin ve diğer canlıların da içinde yaşayacağı doğa anayı; onun dağlarını, ormanlarını, kıyılarını, derelerini, göllerini sahiplenmesi veya özelleştirmesi, bir mal gibi alıp satması asla kabul edilemez.

Temiz ve sağlıklı doğa ve bunun birinci şartı olarak su, tüm canlıların doğuştan gelen en temel hakkıdır. Bu hakkı ihlal edebilecek hiçbir kanun ve uygulama kabul edilemez.

Tek başına hiçbir canlının ihtiyacı, doğanın tahrip edilmesinin nedeni olamaz.

Doğayı bir meta olarak gören kalkınma modeli terk edilmeli, “doğa anamızın yaşama hakkı” anayasal güvence altına alınmalıdır.

“Büyük Anadolu Yürüyüşü”ne katılanlar, özetlemeye çalıştığım bu temel ilkelere aykırı gördükleri uygulamaların durdurulmasını istiyorlar.
Doğa ve teknoloji, çevresel ve toplumsal çıkarlar, varolan ve sürekli gelişen/değişen ihtiyaçlar, kuşkusuz farklı ve çoğu kez karşıt tartışmaları besliyor.
Bu tartışmaların “münazara”ya dönüşmemesi kadar, engellenmemesi de önemli.
Yolu ise sanırım önce konuşmaktan geçiyor.
Yazının Devamını Oku

Bu kente ancak kurbanlık girer

26 Mayıs 2011
ANADOLU’yu yürüyüp gelenler, Ankara’ya alınmadı.

Ama elbette, “Başkent onları konuk edemedi” gibilerinden girmeyeceğim meseleye.
“Konuk etmek” kimsenin haddi değil. Çünkü onlar tüm insanlar gibi doğanın konukları zaten.
Yani o evdeler...
Bir kaç güne, bir bölümünü -temsilen- misafir ederseniz, “kabul”e alırsanız merkezde... Hiç sebeblenmeyin, böbürlenmeyin, “ev sahibi” havalarına girmeyin diye peşinen söylüyorum.

* * *

Ha, eğer grubun “kervan” hali, yanlarındaki develer, koyunlar, keçiler, köpekler filan engelliyorsa kente girişi...
Anlarım.

Yazının Devamını Oku

Uzaktan gelen yakın dostlar

25 Mayıs 2011
“CANLI”, yüzyüze izlemek, gönül gözüyle görmek için yürü(ye)medim Gölbaşı’na...

Ama doğa için yollara koyulan “Büyük Anadolu Yürüyüşü”nü günlerdir fotoğraf karelerinden, haber kanallarındaki görüntülerinden izliyorum.
Bir yürüyüşçünün yanağına kondurduğu papatyayı, “Sularımızı, Anadolu’yu vermeyeceğiz” pankartı altında horon tutanları, yanlarında gelen ve yürüyüşü devesi, katırı, keçisi, köpeği ile “kervan” kılan sessiz dostlarını görüyorum fotoğraf karelerinden.
Hepsinin yüzü güneşten. “Topraktan öğrenip, toprağa saygıyla, sevgiyle eğilen” insan yüzleri...
Çünkü doğanın sahibi değil parçası olarak görüyorlar kendilerini.
Üstelik doğayı yaşam adına, tüm yaşamlarıyla sahiplenmelerine rağmen...

* * *

Ölümüne de sahipleniyorlar.

Yazının Devamını Oku

Mükemmel bir ürün

24 Mayıs 2011
KANAL D’de yayınlanan “Muhabbet Kralı”nda, önceki akşam gerçekten keyifli bir muhabbet vardı.

Program Okan Bayülgen’e konuk olan Küçük İskender, Prof. Dr. Emre Kongar, Prof. Dr. Kemal Sayar, Tuna Kiremitçi, Hakan Günday’ın dışında Ece Temelkuran’ın telefonla katılımıyla da renklendi.
Konu kitaptı.
Hani şu okunmayan kitap.

* * *

İstatistikler yine yerlerde sürünüyordu elbet.
Türkiye’de insanların kitaba bir yılda ayırdığı para, 70 kuruştu örneğin.
Bin kişiden biri kitap alıyordu, ilaveten...

Yazının Devamını Oku

Sadece uçunca özgür

22 Mayıs 2011
UÇAN Süpürge bu yıl da esti Ankara’da.Tüm olanaksızlıklara karşın, yıllardır sesli-sessiz çığlıklarıyla 14. kez uçabildi...

Bu yıl “iktidar”dı festivalin teması. Ki biz “iktidar”ı, bu yıl 1001’ncisi düzenlenen, Ulusal Erkek Filmleri Festivali’nin 1001 suratından en afilisi olarak bilirdik hep.
“Biz böyle gördük, böyle bilirdik” teması, ulusal “sanılgı”mız zaten.
Misal ben, her gece saçlarına sevdalı bir gül takıp, kara kız kantosuna çıkan ve deprem yaratan Karantinalı Despina’yı başka bilirdim.
Hani adıyla-sanıyla azınlıktı, ötesi kadındı, kantocuydu, oynardı sahnede filan ya...
O “karantina”da, yani ayrı tutulan, hatta doğuştan “zührevi” bir kadın, “öteki” olduğu için bu lakapla anıldığını sanırdım.
Sonradan İzmir’in bugün Küçükyalı olarak bilinen Karantina semtinde yaşadığı için öyle dendiğini öğrendim.
Ama benim sandığım/kurduğum hikaye, yani benim sanılgım, aslında bu topraklara daha uygun.

Yazının Devamını Oku

Dokuz yıl oldu bak

21 Mayıs 2011
“BAK işte tam dokuz yıl olmuş”... Ankara’nın en büyük sinemalarından birisiydi.
Bine yakın koltuğu vardı.
Hıncahınç dolduğunu hatırlarım.
Otuz altı yıl önce Ertem Eğilmez’in “Hababam Sınıfı” ile açtı perdelerini.
Ve 23 Mayıs 2002’de, yani 9 yıl önce bugünlerde yine aynı filmle bir daha açılmamak üzere kapattı perdelerini.

Atatürk Bulvarı numara 227...
Neyse ki tarihi Yeni Sahne gibi lokal mokal olmadı.
En azından yine sanatla, Devlet Tiyatroları’nın Akün Sahnesi olarak korundu varlığı.
Ya işte, tam 9 yıl olmuş kapanalı.
Çabuk geçti yine yıllar değil mi?

Hayatın filmi de hızlı çekim zaten.
Dokuz yıl, okuma-yazma bilmeyen bir çocuğu, testli-şifreli “karmaşık” sınavların kapısına kadar getiren bir süre.
Bir üniversite, üstüne master-doktora ya da...
Karga için dersen, 9 yıl bir ömür.
Bizim için 9 bahar, mesela.
Göz açıp kapayıncaya dek, geçti, değil mi?

İşte bunun için de ihtiyacımız var, yaşadığımız kentteki “hafıza mekanları”na.
Çünkü o mekanlar, objeler ve onları görünce, duyunca, koklayınca, temas edince harekete geçen duy(g)ular hafızayı maddeleştiriyor.
“Elle tutulur” kılıyor, geçip gideni...
Kılamazsa, uçup gidiyor önce göz önünden, sonra hafızadan.
İkinci kez seyredildiğinde bile, pek hatırlanamayan eski filmler gibi...

On-on beş yıl önce ayrılanlar bile bulamıyor artık kendi “hafıza mekanları”nı bu kentte.
Adressiz dolaşıyor... Oturduğu evi arıyor, mahalleyi, hatta o sokağı... Her hafta gittiği sinemayı, olmadı bakkalı, çınar ağacını...
Ama yok! Bir iz bile yok!
Sanki hiç yaşamamış...

O nedenle çevrimi uzun, oyuncusu-figüranı kalabalık gibi görünse de, aslında kısa filmdir hayat.
Yazının Devamını Oku

Masumane kopyalar

20 Mayıs 2011
ŞU kitlesel, kurumsal ve farklı durumsal kopya iddialarına filan bakıyorum da... Kendi yağımızla kavrulduğumuz lise yıllarım geliyor aklıma.
Ne cep telefonlu, kulaklıklı teknolojiler, ne sosyal paylaşım siteleri...
En pratik ve popüler kopya yöntemi küçük “deftercik”lerdi.
Ele avuca sığacak kadar bir deftercik hazırlanır.
Ortası zımba ya da kat yapmasın diye “top”u kesilmiş, toplu iğneyle sabitlenir.
Sonra da o deftere sınavda çıkması umulan bilgiler, özellikle formüller filan hattat ustalığıyla yazılırdı.
Sınavda sıranın en sağ ucuna oturup, deftercik de kalem tutulan sağ elin ayasına ustaca gizlenirdi. (Ki dolaşan hoca hem görmesin, hem de boş boş yumruk yapılmış bir elden huylanmasın)
Ve uygun anlarda sayfalardaki bilgiler sınav kağıdına aktarılırdı.

Bu metodu Zihni Sinir’leyip epey geliştirenler de vardı.
Silindir şeklindeki, yuvarlak-uzun silginin içini oyup, içindeki iki paralel tele rulo kopyayı yerleştiren ve evire-çevire kopya çekenler de oldu.
Ama ilk denemede kopyayı kurşun kalemle yazdığı için, çevirdikçe yazıları silinen bahtsız bedevilere de tanık olduk.

Kızların bacağına kopya yazması ya da çorabının altına kopya yerleştirme meselesi ise şuyuu vukuundan heyecanlı bir fanteziydi biraz. (Mini eteğe alışıktı bizim nesiller)
Ama o da vardı tek tük.
Tarih, Coğrafya gibi derslerde, hocanın manyeline ya da sezgilere dayalı önceden “hazır kağıtlar” imal edip, “ya tutarsa” diyenler de olurdu.
Üç kişilik tahta sıranın altına yarım daire şeklinde karton raptiyelemek ise (hoca gelince it, gidince çek yöntemi) daha çok “formül”e, “denklem”e dayalı dersler için geçerliydi.

Kopyada da tembel olanlar ise, kucağına kitap açıp bazen sınav sessizliğinde kitabı “pat” diye yere düşürmeleri ve o sesi örtmek için öksürmeleriyle ayrılırdı diğerlerinden.
Başkasının kağıdına uzanıp kopya çekenler ise, boynuna halka ekleyen Afrika yerlileri misali “uzun boyunları” ile çalışkanların yamacında yer kapardı.

Bu yazıyı, kitlesel, kurumsal, sosyal paylaşımlı kopyalardan yararlanamayan öğrencilere hizmet için kaleme almadım elbet.
Masum değildik hiçbirimiz, öğrenci milletiydik sonuçta.
Ama suçu-günahı çekene ait “masumane kopya” diye bir şey varsa, “Herhalde budur” diye anlattım.
Yazının Devamını Oku

Dışarıdaki bahar

19 Mayıs 2011
YAŞAMIM boyunca en sevdiğim tek kişilik oyun, Genco Erkal’ın yönettiği ve oynadığı “Kerem Gibi” oldu.

Bu kez Yenimahalle Belediyesi buluşturdu oyunu Ankaralı ile...
Müşfik Kenter’in “Bir Garip Orhan Veli” oyunu, yine Erkal’ın “Can”ı, “Bir Delinin Hatıra Defteri”, elbet aklımda.
Ama “Kerem Gibi” -açık ara- hep farklı yer etti belleğimde.
İlk izlediğimde 20 yaşındaydım.
Hıncahınç bir salonda...
Belki “o yaş” ile, “o günler” ile, Erkal’ın yorumuyla yeniden ayaklanan “Nazım şiiri” ile ilgili diyeceğim ama, sonra ikinci kez izledim.
Genco Erkal’ın seslendirdiği o şiirleri, kasetten de dinledim ara ara...

Yazının Devamını Oku