Tufan Türenç

’Canım ne var bunda’ aymazlığı

18 Aralık 2006
KONYA’da iki türbanlı kadın doktor testisleri şişen ve sancılar içinde kıvranan hastanın ultrasonunu çekmemiş. Namahrem diye... Günaha girerler diye...

Ettikleri doktorluk yeminini unutmuşlar.

Zavallı hasta iki gün kıvranmış.

Sonunda durum başhekime iletilmiş.

Evden erkek radyolog çağırılmış ve ultrason öyle çekilebilmiş.

Bu arada hastanın doktoru ürolog vaka gecikiyor diye saçını başını yolmuş.

Ultrason çekilince durumun vahim olduğu ve hemen ameliyata alınması gerektiği anlaşılmış.

Ama türbanlı doktorların yüzünden meydana gelen gecikme nedeniyle 17 yaşındaki hastanın sol testisini almak zorunda kalmış doktor.

Malum kafa:

- Canım ne var bunda... Kadın doktorlar inançlarının gereğini yerine getirmişler. Bir kadın, doktor da olsa namahreme el süremez. Madem hasta erkek, hastane erkek doktor da bulundursaydı...

* * *


Bolu İl Müftüsü "Hazreti İsa çama inecek diye yılbaşında çam süsleme Müslümanlığa yakışmaz" demiş.

Müftü Bey "Çam katliamı dinimize aykırı olduğu gibi, bu işi Hıristiyanlık davranışı olarak Hazreti İsa’ya atfen yapmak da, Hazreti İsa’nın doğum günü diye evlerimizi, sokaklarımızı birtakım süslemelerle bezemek de Müslüman olarak kesinlikle caiz değildir" diye devam etmiş.

- Canım ne var bunda... Müftü dinin emirlerini hatırlatmış. Müslümanlara yılbaşı kutlamaları caiz değildir.

(Müftü Bey Müslümanların yılbaşını yeni bir yılın başlaması nedeniyle kutladıklarını, süslenen çamların ya saksılarda yetiştirilen ya da yapma çamlar olduğunu herhalde bilmiyor.)

* * *

Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nde bir yardımcı doçentin eşi kendisini peygamber ilan etmiş.

Birtakım dindar insanları da etkisi altına alıp onları dolandırmış.

Yalancı peygamber kendisine inanan bazı erkeklerle de halvet olmuş...

Bazı üniversitelerde tarikat mensubu bilim adamları evlerine günah diye televizyon bile sokmuyorlarmış...

Bir başka üniversitemizde bir profesör trenlerde rahat namaz kılamadıklarını, onun için mescit kurulmasını istemiş...

- Canım bunların hepsi uydurma... Kartel basınının uydurması...

* * *


Bu örnekler o kadar çok ki... Hepsini yazmaya kalksak bizim köşeye sığdıramayız.

Sizler eminim ki çok daha fazlasını hatırlıyorsunuzdur.

Şimdi benim esas vurgulamak istediğim şu:

Bugün Türkiye’yi "Minareler süngümüz, kubbeler kalkanımız" diyen, kendi kafasına göre laiklik isteyen, Türkiye’nin üzerine İslam şalını geçirmeyi düşleyen, bunun için cumhuriyet kurumlarıyla sürekli kavga eden bir başbakan yönetiyor.

Başbakan’ın atadığı eğitim bakanı çağdaş eğitim yerine imam hatipleri yerleştirmek, üniversiteleri İslam üniversiteleri haline getirmek için gece gündüz çalışıyor.

Başbakan’ın müsteşarı, devlet kadrolarını imamlarla dolduruyor.

Üstüne üstlük seçmenlerin dörtte birinin oyunu almış olan bu başbakan, cumhurbaşkanı olmak istiyor.

Kimse "Canım ne var bunda? Halk öyle istiyor" demesin.

Çok şey var bunda... Halk da öyle istemiyor.
Yazının Devamını Oku

Názım Hikmet-Fazıl Say buluşması...

16 Aralık 2006
SIMSICAK bir geceydi... Gösterişsiz ama çok büyük iki sanatçıya gösterilen vefa ve sevgi gecesiydi. Názım Hikmet ve Fazıl Say...

İki dünya sanatçısının buluşmasını kalıcı bir belgeye dönüştüren DVD’nin gösterimi Fazıl Say’ın evinde yapıldı.

Názım Oratoryosu’nun DVD’sini izlerken tıpkı ilk konserde olduğu gibi soluğum tutuldu.

Aspendos’daki konserinden yapılan çekim mükemmeldi.

2001 yılında Fazıl Say’ın yaptığı müzik, Názım’ın ölümsüz şiirleriyle birleşince eşsiz bir yapıt çıkmış ortaya.

Genco Erkal’ın seslendirmesinin, Zuhal Olcay’ın, Güvenç Dağüstün’ün, çocuk solistlerin ve Devlet Çoksesli Korosu’nun şarkılarının katkıları olağanüstü.

Şiirle müziğin görkemli bir birleşimi...

Názım Hikmet Oratoryosu bugüne kadar tam 14 kez seslendirilmiş.

Bundan sonra hedef bu büyük ve zor organizasyonu yurtdışına taşımak ve "Názım-Fazıl buluşmasını" dünyaya da dinletmek.

Ayrı zamanlarda yaşayan ama eşsiz bir yapıtta buluşan ve gururumuz olan bu iki sanatçıyı bütün dünyanın seyretmesini Türkiye olarak sağlamalıyız.

* * *

Fazıl Say dünyanın sayılı piyanistlerinden biri. Olağanüstü bir yorumcu.

Ama onun bestekárlık yanı da olağanüstü.

Keşke üstün niteliklerini yorumculuktan ağırlıklı olarak bestekárlığa kaydırabilse...

Çünkü kalıcı olan, onu ölümsüz yapacak olan bestelerdir.

Ama kuşkusuz insanlar yaşarken sevilmek ve takdir edilmek tutkusunu aşamazlar.

Fazıl bugün dünyanın en fazla dinlenilen yorumcularından biri.

2007 ile 2008 konser takvimi tamamen dolmuş durumda.

Bu gerçekten gurur duyulacak bir ilgi.

Burada üzüntüyle bir gerçeği dile getirmek zorundayım.

Biz toplum olarak bir Názım’ın, bir Fazıl’ın, Türk toplumunun bağrından çıkan bu iki sanatçının değerini biliyor muyuz?

(Doğrusu Orhan Pamuk olayı hiç de iyi bir sınav olmadı.)

* * *

Ünlü şair Názım Hikmet’le ilgili anlatacağım anı da bu soruya bir yanıt olabilir.

1940’lı yıllar...

Bursa Cezaevi’ne Adalet Bakanlığı’ndan bir müfettiş gelir.

Birkaç gün denetim yaptıktan sonra cezaevi müdürüne "Názım da burada yatıyor. Çağır da görelim, nasıl biriymiş" der.

Názım’ı getirirler. Müdür koltuğunda oturan müfettiş Názım’ı uzun uzun süzdükten sonra "Demek Názım sizsiniz?" diye sorar, oturması için yer göstermez. Kısa bir konuşmadan sonra "Gidebilirsiniz" der.

Názım kapıdan çıkarken durur ve müfettişe dönüp sorar:

"Ömer Hayyam adını duydunuz mu?"

Müfettiş hemen yanıtlar:

"Kim duymaz Hayyam’ı."

"Peki Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi?"


Müfettiş şaşırır, yanıt veremez. Názım sürdürür konuşmasını:

"Görüyorsunuz, sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin Adalet Bakanı’nı ve sizi kimse anımsamayacak."

Sonra da odadan çıkar.
Yazının Devamını Oku

Burası Türkiye...

15 Aralık 2006
TÜRKİYE’de gazeteci olmak gerçekten büyük bir şans.
Konu ibadullah... Örneğin, erken seçim tartışması.

Erken seçim istemek neden Anayasa’ya ve demokratik parlamenter sisteme saygısızlık olsun?

Partisi için kazançlı olacaksa bir parti lideri de erken seçim ister.

Erdoğan inansa ki partisi daha büyük bir güçle iktidara gelecek, erken seçim diye tutturmaz mı?

"Koşullar erken seçim yapılmasını gerektiriyor" diyenlere neden kızıyor?

Sık sık kullandığı şu cümlelere ne gerek var:

"Aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış...", "Hayatında iki koyun gütmemiş olanlar..."

* * *

Memurlar ücretlerinin artırılması için direniş yapıyor.

Çünkü aldıkları paralarla geçinemiyorlar...

28 ülkede yapılan araştırmanın sonuçlarına bakarsanız, Türkiye’de yalnız memurlar değil tüm çalışanların yarıdan fazlası mutlu değil.

Mutluluk sıralamasında sondan üçüncüyüz.

Bizden sonra iki ülke var: Biri Rusya, öteki Macaristan.

* * *

Buna karşın yılbaşı rezervasyonlarında Boğaz’daki lüks otellerin özel dairelerinde kuyruk olduğunu yazıyor gazeteler.

Bu dairelerin geceliği 5 bin Euro’dan fazlaymış.

Batı medyasında çıkan haberlerde ise kişi başına 5 bin dolar milli gelire sahip Türkiye’de 2 milyon dolara daire satılması şaşkınlık yaratıyormuş.

* * *

Bir işadamı, karısına armağan olarak 700 bin YTL’ye Bentley marka otomobil, 24 bin YTL’ye Balenciaga çanta almış...

Bunun haber olmasına kızmış, "Ben almazsam kim alacak?" diye soruyor.

Doğru... Yasal yoldan kazanılan, vergisi ödenen paranın hesabını kimse soramaz.

Ama gelir dağılımı adaletsizliğinin derin olduğu, insanların işsizlikten kırıldığı ülkelerde bu haberler, kamuoyunun vicdanını rahatsız ediyor.

Bence işadamı bunu anlayışla karşılamalı.

* * *

TBMM’den bir ilginç haber...

Yolsuzluklara damardan gireceğini söyleyen AKP, iktidara gelince yolsuzluklara kalkan oldu.

Özellikle Almanya’daki insanların milyarlarca dolarını "Deve" eden YİMPAŞ ve benzeri yeşil sermaye şirketleri için CHP’nin verdiği araştırma önergesini AKP milletvekilleri damardan reddetti.

* * *

Çarşamba günü bir işim gereği Kadıköy tarafına geçtim. Dönüşüm akşam üstüne kaldı ve ben yollarda kábus yaşadım.

Erenköy’de yalvar yakar bir taksi buldum. Adam karşıya götürmek istemedi.

Büyük ricalarla razı ettim şoförü.

Birinci köprüye yöneldik. Kilit.

Oradan ikinci köprüye gittik. Orası da kilit.

Saat 18.00’de bindiğim taksiden 20.30’da indim.

Kaç para verdiğimi hiç sormayın.

Size iki tavsiyem var: Bir, İstanbul’da gideceğiniz yere saat 18.00’den önce varmaya bakın. İki, uzun mesafeye sakın taksiyle gitmeyin.
Yazının Devamını Oku

Ülkenin gerilmemesi hükümetin görevidir

13 Aralık 2006
AKP iktidarını, AKP hükümetini anlamak gerçekten zor. <br><br>Başbakan Erdoğan ile Meclis Başkanı Arınç’ı anlamak ise çok daha zor. Başbakan Afyon’da kürsüde esiyor gürlüyor. Çankaya’ya, bazı kurumlara (Genelkurmay’ı kastediyor) çatıyor.

Ondan sonra da ülkede havanın gerilmesinden yakınıyor.

"Piyasalar etkileniyor, toplum rahatsız oluyor. Ülke zarar görüyor" diyor.

Doğru...

Ama yaptığı konuşmadaki ses tonuyla, kullandığı üslupla bunu doruğa çıkaran da kendisi oluyor.

Kürsüden avazı çıktığı kadar bağırarak "Kimseye bir şey sormayız" diye yeri göğü inletiyor.

Ne gerek var bu kadar öfkelenmeye?

Çankaya ile Genelkurmay kendilerine Kıbrıs konusunda atılan adımla ilgili bilgi verilmediğini söylüyorlar.

Hepsi bu.

Buna bu kadar tepki vermenin ne gereği var?

Başbakan Çankaya ve Genelkurmay Başkanı’yla konuşur ve sorun büyümeden çözülebilirdi.

Ama nedense Erdoğan bu politikayı hiçbir zaman uygulayamıyor.

* * *

Gelelim Meclis Başkanı’na...

Arınç zaten bir álem. Her şeyi eğip büküp kendi mantığına göre değerlendiriyor.

Tutuyor, Genelkurmay Başkanı’nı ziyaretinden bir gün önce, bir TV kanalında Genelkurmay’ı rahatsız edecek sert açıklamalar yapıyor.

Ne gerek var? Niçin yapıyor bunu? Anlamak olanaksız.

Ama ertesi gün de kalkıyor, hiçbir şey olmamış gibi Genelkurmay Başkanı’nı ziyarete gidiyor.

Böyle bir ortamda Arınç’ın Genelkurmay’da sempatiyle karşılanması mümkün olabilir mi?

Aynı konuşmada Arınç Çankaya’ya da dokunduruyor. Sezer’in siyasete mutlaka girmesini öneriyor, "Siyaset yapmayan bence eksik kalır. Siyaset insanı eğitir, terbiye eder diyeceğim de yanlış anlaşılır."

İyi güzel de Arınç bu nasihatleri verirken siyaset yapan bir kişi olarak pek de doğru bir örnek olmuyor.

Şu iki olay da gösteriyor ki, ülkede son günlerdeki gereksiz yere yaratılan gerginlikte Erdoğan ile Arınç’ın rolü var.

* * *

Oysa bir ülkede gerginlik çıkmaması için en büyük çabayı ve özeni hükümetin göstermesi gerekir.

Ülkeyi iyi yönetme sorumluluğu hükümete aittir.

Ama bakıyorsunuz çıkan bütün gerginliklerde Erdoğan ile Arınç baş aktör.

Kıbrıs konusunda devletin hiçbir kurumuna danışmadan, bırakın danışmayı bilgi bile vermeden yaşamsal bir adım atılıyor.

Başbakan "Ben bu adımı atarım, kimseye de sormam" derken, Dışişleri Bakanlığı "Çankaya’ya ve Genelkurmay’a bilgi verildi" diye açıklama yapıyor.

Çankaya ve Genelkurmay ise bilgi verilmediğini söylüyor.

Bu çelişkinin yaşanmasının da sorumlusu hükümettir.

Kıbrıs konusunda kendi kafalarına göre attıkları adımın bir işe yaramayacağını bırakın konunun uzmanlarını, sade vatandaşlar bile gördü.

Nitekim hiçbir işe yaramadı. Avrupa Birliği yetersiz buldu.

Kıbrıs Rumları ile Yunanistan Türkiye’nin önerisini reddetti.

Ülkeler ortak akıl kullanılırsa iyi yönetilir.

"Ben yaptım oldu" anlayışı, özellikle de dış politikada çoğunlukla fiyaskolarla sonuçlanır.

Yazının Devamını Oku

Öve öve yürütülen salam politikası

11 Aralık 2006
AVRUPALI politikacılar bizim Başbakan’ı övdükleri zaman altından mutlaka bir çapanoğlu çıkar.<br><br>İlk fırsatta Türkiye’ye bir kazık atarlar. Tarih boyunca böyle olmuştur.

Biz Türkler (Atatürk dönemi dışında) masada hep kaybetmişizdir.

Dikkat edin, AKP iktidara geldiğinden beri Avrupalılar Erdoğan’ı göklere çıkarıyorlar.

Ne kadar "dirayetli, cesur ve kararlı" bir lider olduğunu söylüyorlar.

Ancak AKP iktidara geldiğinden bu yana dış politika muhasebesindeki dökümlerde sürekli vermemize karşın kazandığımız fazla bir şey yok.

Avrupa Birliği ile ilişkilerde geldiğimiz nokta ortada.

AB ülkeleri salam politikasını ustalıkla sürdürüyorlar.

AKP iktidarı ile Başbakan Erdoğan’ı öve öve yapıyorlar bunu.

Avrupa Birliği’nin şartı olmadığını defalarca açıkladıkları Kıbrıs sorununu da allem edip kallem edip salam politikasına dahil ettiler.

Referandum öncesinde sokaklara dökülen "Yes be annem"ci Kıbrıs halkı şimdi büyük bir düş kırıklığı yaşıyor.

O zamanlar çözümsüzlük mimarı olarak ilan ettikleri Denktaş’ı yerden yere vuranlar ise şimdi "Rumlarla Türkler kesinlikle iç içe yaşayamaz" diyorlar.

İşin ilginç yanı AKP iktidarı hálá Kıbrıs gerçeğini göremiyor.

Avrupa’nın ve Rumların derdi bir iki limanın açılması değil.

Kıbrıs’ın tümünün Rumlara verilmesi.

* * *

Geçtiğimiz perşembe günü Ankara’da Başkent Üniversitesi’nde büyük ve önemli bir panel vardı.

Panelde 2007’de ekonomide, dış politikada ve siyasette karşılaşılacak sorunlar ve çözüm önerileri tartışıldı.

Toplantıların en ilginç konuğu kuşkusuz Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’di.

Demirel, önce dünyadaki, sonra Türkiye’deki gelişmeleri değerlendirdi ve çözüm yolları önerdi.

Demirel Avrupa Birliği ile ilgili sorunlara değinirken söze "Avrupalı olmaktan vazgeçemeyiz" diye temel bir yargıyı belirterek başladı.

Sonra halkın Avrupa Birliği’ne olan desteğindeki azalmaya dikkat çekti ve şöyle dedi:

"Türk halkı Avrupa değerlerine karşı değil. Çünkü Cumhuriyet bu fikirlere dayanır. Ancak müzakerelerde çıkan zorluklar halkın kırgınlığına neden oldu. Her şeye rağmen Avrupa Birliği’nden kopalım diyemeyiz. Hedef üye olmaktır. Yapılan haksızlıklar karşısında yılmayalım, mücadele verelim."

Sonra da konuyu bir fıkra ile bitirdi:

"Temel trene binmiş, İzmir’e gidiyor. Biraz sonra gelen kontrolör Temel’in biletine bakınca ’Bu tren Kars’a gidiyor, sen yanlış trene binmişsin’ diye uyarıyor. Temel kendinden emin ’Hayır ben yanlış trene binmedim, bu tren yanlış yere gidiyor’ diyor."

* * *

Panelde dikkatimi çeken en önemli nokta gerek konuşmacıların, gerekse sorularıyla katkıda bulunan dinleyicilerin tümünün Avrupa Birliği ile yürütülen politikalar konusunda karamsar olmalarıydı.

Belli ki, AKP hükümetinin Türkiye’nin yaşamsal hedefi olan Avrupa Birliği ile yürüttüğü politikalardaki darmadağınıklık herkesi umutsuzluğa sürüklüyor.

Bu yanlış, dağınık, bütünden kopuk politikalarla doğru trende olsak bile eninde sonunda bizi o trenden indirirler.

Dış politikayı bilmemek kötü sonuçlar verir, bilmediğini bilmemek ise çok büyük facialar getirir.
Yazının Devamını Oku

Dış politikada ilginç düet

9 Aralık 2006
DIŞ politikadaki son gelişmeler, insanların kafasını karıştırdı. Olayları özetlemekte yarar var:

Başbakan Erdoğan, Avrupa Birliği Komisyonu’nun Türkiye ile sürdürülen görüşmelerde 8 başlığı açmama, açılacak başlıkları da sonlandırmama önerisini Riga’daki NATO Zirvesi’nde öğrendi.

Hiç düşünmeden, "Kesinlikle kabul edilemez" dedi.

Türkiye’ye döndüğünde ise havaalanında yaptığı açıklamada, "Kararı büyütmemek gerekir, çok da kötü değil" diye yumuşattı.

Ertesi gün yine Riga’daki sert söylemine döndü.

Bir gün sonra Şam’a giderken yine yumuşak bir söylem kullandı.

Hemen sonra Merkel-Chirac buluşmasında, "Ek protokol yükümlülüğünü yerine getirmeyip Rumlara limanlarını açmayan Türkiye’ye 18-24 ay süre verelim" görüşü benimsendi.

Merkel tarafından yapılan açıklamada, "Bu süre içinde yeni bir değerlendirme yapalım ve görüşmelerin sürdürülüp sürdürülmeyeceğine karar verelim" dendi.

Merkel-Chirac görüşmesinde varılan kararlar, Avrupa Birliği’nde bölünmelere neden oldu.

* * *

Perşembe sabahı beklenmedik bir olay oldu.

Saat 10.30’da Dışişleri Bakanı Gül, Finlandiya Dışişleri Bakanı’nı telefonla arayarak Türkiye’nin sürpriz önerilerini bildirdi:

"Rumlar, Ercan Havalimanı’nın uluslararası hava trafiğine, Magosa Limanı’nın da ticarete açılmasını sağlasın, biz de bir deniz, bir de havalimanımızı Rum uçak ve gemilerine açalım."

Rumlar, Türkiye’nin bu teklifini anında reddetti.

Olay özetle böyle.

AKP hükümeti bu teklifini yaparken, Türkiye’de hiçbir kurumla görüş alışverişinde bulunma gereğini duymadı.

Tekliften Çankaya da, muhalefet partileri de, Genelkurmay da habersizdi.

Onlara haber verilmediği gibi, Erdoğan ve kurmayları bu konuda kendi bakanlarına bile olayı duyurmadı.

Erdoğan-Gül ikilisi kimseye danışmadan, kimseden görüş almadan ve kimseye bilgi vermeden ülke için yaşamsal dış politika manevralarına girişiyorlar.

Türk devlet geleneğinde görülmemiş bir durum.

* * *

Doğal olarak hem muhalefet, hem Genelkurmay, ikilinin bu garip tutumuna tepki gösterdi.

Genelkurmay Başkanı, "Ben olayı televizyondan duydum" dedi.

Ciddi bir devlette böyle bir şey olabilir mi?

Özellikle dış politikada sürprizleri seven Özal bile böyle bir girişimde bulunmamıştı.

Bu teklif, "İzolasyonlar kalkmadan limanları açmamız söz konusu olamaz" politikasının bütünlüğünü de bozdu.

Ayrıca bu teklifle Avrupa Birliği, Türkiye’nin limanlarını açmama konusundaki duruşunun sağlam olmadığını gördü.

Bütün limanları açmakla, bir hava ve bir deniz limanını açmak arasında fark olmadığını diplomasiyle uğraşan herkes bilir.

Türkiye gibi koskoca bir ülkenin dış politikası, iki kişinin kapalı kapılar arkasında aldığı gizli kararlarla yürütülemeyecek kadar ciddi bir iştir.

Erdoğan-Gül ikilisi, bu kafada giderlerse bir gün çok ağır fatura ödemek zorunda kalırlar.

İşin kötü yanı, Türkiye’nin de bu faturadan zarar görmesidir.
Yazının Devamını Oku

Geriye gidiş ve bazı kesimlerin aymazlığı

8 Aralık 2006
ADAM koca bir profesör. Yani bilim adamı. Hacettepe Üniversitesi Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Yani doku ve hücre gelişim bilimi profesörü...

Adı: Alparslan Özyazıcı.

Bu profesör, özellikle kış aylarında Ankara-İstanbul arasında seyahat ederken demiryollarını tercih ediyor.

Güvenli bulduğu için treni tercih ettiği anlaşılan profesörün sıkıntısı, bu seyahatlerde namazını kılmakta zorlanması.

Bunu TCDD’nin web sitesine gönderdiği e-postada şöyle anlatıyor:

"Cuma ve cumartesi günleri Ankara ve İstanbul arasında Fatih Ekspresi ile seyahatim oldu. Sabah namazı vakti geçeceği için namazı arkadaşlarla trende eda etmeyi arzu ettik. Abdesti tuvalette aldık. Namazı kompartımanın dışında zor da olsa kıldık."

Bu şikáyetten sonra profesör, TCDD’den bir istekte bulunuyor:

"Acaba trende mescit manasında bir yer tahsis edilemez mi? Çoğu beynamaz kimseler, hemen ’Ne olacak, kaza edersin’ diye fetvacı kesiliyorlar. Ancak bu hususta hassas olanlar elden geldiği kadar namaz kılmaya gayret gösterir."

Doku ve hücre gelişim bilimi profesörü bir Türk bilim adamı, dünyada olmayan bir şeyi, trende mescit açılmasını istiyor.

* * *

Bay profesör, TCDD’yi "Bunu yaparsanız sevap kazanırsınız" diye de uyarıyor.

İyi güzel de tren denen araç sürekli yön değiştiriyor.

Nasıl olacak bu iş, kıble nasıl bulunacak?

Zaten TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman da trende kıble bulunamayacağını söylüyor ve mescit yapılamayacağını profesöre bildiriyor.

Süleyman Karaman, "hızlı tren kazası"na "Ne yapalım, takdir-i ilahi" diyen kişi.

O bile işin içinden çıkılamayacağını kabul ediyor.

Bu olay yıllar önce değil, dünyanın bilgi çağını yaşadığı bugünlerde yaşanıyor.

İsteği yapan da bir bilim adamı.

Merak ediyorum, Türkiye’de irtica tehlikesi olmadığını söyleyen belli odakların güdümündeki kesimlerin temsilcileri bu olayı nasıl değerlendiriyor?

* * *

Hiç kuşkusuz irtica durup dururken gelmez.

Uyursanız, laik, demokratik düzen konusunda duyarlı olmazsanız yavaş yavaş çevrenizin karanlıkla sarıldığını görürsünüz.

Kadınları örtünen, çağdaş eğitimi dini eğitimle sulandırılan, üniversiteleri tarikatların elinde medrese haline getirilmiş, toplum yaşamında dini kuralların egemen olduğu, devlet yapısı İslami çizgiye kaydırılan bir Türkiye çıkar ortaya.

Ve bilim, trenlerde mescit isteyen profesörlerin eline kalır.

Merak edenler, devlet kurumlarındaki anlayışın nasıl geriye götürüldüğünü gözleriyle görebilir.

Yoksa irtica, bir gecede gelip ülkeye egemen olacak değil kuşkusuz.

Kimse, trenlere mescit konulmasını isteyecek kadar bilimden kopmuş o profesörün yalnız olduğunu sanmasın.

Üniversitelerimizde, evine televizyon bile sokmayan profesörler var.

Her geçen gün çoğalan bağnazlıkları içine sindirmek zorunda kalan Türkiye’nin, bilgi çağını yaşayan dünyayla ters yönde ilerlediğini fark etmeyenler sadece ve sadece aymazlardır.
Yazının Devamını Oku

Kadının sade adı değil, kendi de yok

6 Aralık 2006
BUGÜN Türk kadınının seçme ve seçilme hakkını kazanmasının 72’nci yılı.<br><br>Mustafa Kemal Atatürk Türk kadınına seçme seçilme hakkını 1934’te verdiğinde Avrupa’nın hiçbir ülkesinde kadınlara bu hak tanınmamıştı. (Bu hak belediyeler için 1930’da, köy muhtarlığı için ise 1933’te verilmişti.)

Bugün örtünen ve örtünmeyi teşvik eden kadınların bu büyük olayı iyi düşünmesi gerekir.

Atatürk, toplumun yarısını oluşturan Türk kadınını sosyal yaşama sokabilmek, onları eşit ve onurlu vatandaşlar yapabilmek için ne büyük çabalar harcamış.

Bugün örtünen Türk kadınları, Avrupa kadınlarından önce bu haklara Atatürk sayesinde parmağını bile oynatmadan kavuştuğu için bunun değerini bilmiyor.

Oysa Avrupa’da, özellikle de Amerika’da kadınlar bu hakları elde edebilmek için çok ağır bedeller ödediler.

Can verdiler.

Belki bu yüzden bunun değerini bizdekilerden çok daha fazla biliyorlar.

* * *

Atatürk Türk toplumu için yapmayı düşündüğü devrimleri Kurtuluş Savaşı’ndan önce kararlaştırmıştı.

Mazhar Müfit Kansu’nun anılarından bir bölümü okuyalım.

"Erzurum’dayız...

- Mazhar not defterin yanında mı?

- Hayır Paşam.

- Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın.
Al gel, dedi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasından iki nefes çektikten sonra:

- Ama bu defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin.
Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya (özel kalem müdürü), bir de sen bileceksin. Şartım bu!

Süreyya da, ben de bundan emin olabilirsiniz Paşam, dedik.

- Öyle ise tarih koy.

Koydum: 7-8 Temmuz 1919 sabaha karşı...


- Zaferden sonra hükümet biçimi cumhuriyet olacaktır. Bu bir. İki; Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç; Örtünmek kalkacaktır. Dört; Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.

Seneler sonra Çankaya’da yemek esnasında birkaç defa ’Bu Mazhar Müfit yok mu? Kendisine Erzurum’da örtünme kalkacak, şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman defteri koltuğunun altına almış ve bana hayal peşinde koştuğumu söylemişti’ dedi."

* * *

Atatürk bir devrimciydi. 1934’te kadınlara verdiği hakkı ilk seçimde yani 1935’te uyguladı.

350 kişilik TBMM’ye 18 kadın milletvekili seçildi. Parlamentonun yüzde 4.6’sını kadın milletvekilleri oluşturdu.

Bugün ise 550 milletvekilli TBMM’de 24 kadın milletvekili var. Oran 4.4...

Türkiye, Atatürk’ün 72 yıl önce yaptığı devrimden sonra bugün 179 ülke içinde yüzde 4.4 kadın temsil oranıyla tam 140’ıncı sırada.

Bugün kadını örtmek, onu sosyal yaşamdan koparmak için çabalayan bir iktidar var Türkiye’de.

Şunu iyi bilsinler ve kendilerini boşuna yormasınlar ki kadınları örterek, toplumdan soyutlayarak Atatürk’ün gösterdiği "muasır medeniyetler seviyesine" de çıkamazlar, Avrupa Birliği’ne de giremezler.
Yazının Devamını Oku