Tolga Tanış

“Başbakan neden döküm yayınlamıyor”

25 Şubat 2013
Bundan böyle vakit buldukça Hürriyet Dünyası’nda blog yazıları yazacağım. Daha anlık, kısa, içinde çoğu zaman Türkiye açısı olan Washington notları… Bazen bir olayın perde arkası bazen karşılaştırmalı bir yorum… Değdiğim, sizin ilginizi çekecek ne varsa…

Washington’da Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı’nı takip etmeye başladığınızda sizi bir dağıtım listesine alırlar.
Ve Başkan ya da Dışişleri Bakanı bir konuşma yaptığında hemen metnini geçerler.
Obama konuştuğu zaman en geç 2 saat içinde ne dediğini bilirsiniz.
Kerry ne derse, ağzından ne laf çıkarsa hemen dökümü gelir.
İster mülakat olsun ister Kongre nutku…
Ya da ister basın toplantısı ister özel bir davette yemek konuşması.
Kocaları ya da karılarıyla yaptıkları yastık sohbeti dışında neredeyse her şey kayda alınır, arşive kalkar.

Yazının Devamını Oku

Halkla ilişkisiz demokrasi

17 Şubat 2013
Çok temel bir karşılaştırma… Amerikalılar her şeyi ‘tarihi’ diye süsleyip sizi oyuna sokmaya çalışırken, Türk demokrasisi niye her fırsatta halktan kaçıyor?

Obama hafta içi Kongre’de ‘birliğin durumu’ konuşmasını yaparken, konuştuğu kürsünün tam üzerindeki basın locasındaydım ben de. Yemin etmiş… İkinci döneminin ekibini topluyor… Yol haritasını çizeceği yıllık konuşmayı yerinde izlemek istedim.
İçeri nasıl girdi… Kimlerin elini sıktı… Hem salonu izliyorum. Hem de konuşmasında hangi kısmı hangi senatör alkışladı bakıyorum. Bitti. Bütün gazeteciler Heykel Salonu’na indik. İçeridekilerin çıkmasını bekliyoruz. O sırada yanımdakilerden biri, “Tarihi bir konuşmaydı, değil mi” dedi. Baktım. “Evet” dedim, “tarihi bir konuşmaydı.”
Hayır, hiçbir sarkastik yanı yok. Çünkü sadece malını satmak isteyen bir gazeteci klişesi olarak söylemedim. Her şeyi bir seremoniye dönüştüren… Sizin önünüze gelinceye kadar allayıp pullayan… En ufak bir ayrıntıyı dahi gelenekleştirme eğiliminde… Günler öncesinden başlattığı tantanayla kimsenin o olaya karşı kayıtsız kalmasına müsaade etmeyen bir sistem var karşınızda… Sizin de mübalağacı bir gazeteci olmasanız bile kopan gürültüyü ‘tarihi’ diye nitelendirmekten başka hiçbir şansınız yok.
Başkan’ın yemin töreni olur. Tarihi yemin töreni konuşması… Seçim kampanyası başlar. Tarihi kampanyaya başlangıç konuşması… Genel Kurul yapılır. Tarihi adaylık kabul konuşması… Rakibiyle münazaralara başlar. Tarihi seçim münazaraları… Tarihi seçim yenilgi konuşması… Tarihi Beyaz Saray Muhabirleri yemeği konuşması… Tarihi Ulusal Dua Kahvaltısı konuşması…
Niye böyle? Niye bizde kafasına estiği zaman kafasına estiği gibi konuşan, bunu da ustalık diye satan politikacılar varken ABD’de demokrasi her fırsatta bir ritüel yaratıyor? Üzerine epey kafa yorulacak güzel bir tartışma bu. Ülkenin kurucu dinamiklerinden siyasal sisteme, toplum yapısına onlarca alt başlık çıkarıp her birinin üzerine saatlerce konuşabilirsiniz. Ancak bana kalırsa bunun altında yatan çok temel bir bakış açısı farklılığı var aslında.
Bizde demokrasi ne kadar halktan kaçırılıyorsa… Seçimlerde münazara olmamasından tutun da kimsenin zorunlu olmadıkça ileride kendisini bağlayıcı bir konuşma yapmak istememesine… Ülkeyi yönetmeye talip olduğu halde ailesini saklamasından, kendi geçmişinin deşilmesine karşı çıkmasına kadar… Amerika’da halk, oyunun o kadar içine sokuluyor.

LİDERLE SEÇMEN İLİŞKİSİ

Doğru, şirketlerin lobi paralarından beslenen karanlık bir yan da var… Yolsuzluğa, etik ihlaline meyilli bir taraf. Ama aynı zamanda Washington’dan çıkıp sahaya indiğinizde de karşınıza çıkan liderle seçmen arasında kurulmuş sarsılmaz bir taahhüt ilişkisi var. Her şeye ‘tarihi’ olma algısı ekleyip herkesin önünde bağlayıcı sözler verdiren… Bir yere talip olduğunda geçmişini didik didik eden... Sicil araştırmasından geçemeyen kimseyi kapıdan içeri sokmamaya çalışan bir halk düzeni…

Yazının Devamını Oku

TTNET işinden üniversite çıktı

10 Şubat 2013
İlerleme ve özgürlük için en büyük güvence akademiyse… O denklem burada işlemiyor.

Önce geçen haftaya geri sayalım… Türkiye’nin demokratikleşme konusunda yaşadığı sıkıntıları anlatırken, Toronto Üniversitesi’nin geçen ay yayımladığı bir rapora atıf yapmış… Ve TTNet’in dünyada adı sansürle özdeşleşen, kullanıcıların kişisel bilgilerini izlemeye yarayan PacketShaper diye bir program kullandığını yazmıştım.
Hafta içi açıklama yolladılar. Ve “PacketShaper adlı ürün TTNET tarafından kesinlikle kullanılmamaktadır. Müşterilerimiz içinde bu ürünü kullananlar varsa, TTNET olarak bunun tespitini yapmamız da mümkün değildir” dediler. Şimdi hikâyemiz başlıyor.
Raporu hazırlayan ekibin başındaki Jakub Dalek’i aradım. “Türk Telekom böyle böyle diyor, elinizde kanıt var mı?” dedim. “Beni de aradılar. Ama IP numarası onların üzerine çıkıyor” dedi. Bunun üzerine yeniden Türk Telekom’a mesaj attım. ‘PacketShaper’ kullandığı anlaşılan IP numarasının neden Türk Telekom üzerine kayıtlı çıktığını sordum. Cevaben aradılar. Ve açıklamanın ‘müşteri’ denilen ikinci kısmını işaret edip, “Müşterilerimizle ilgili bilgi vermemiz mümkün değil” dediler.
Olabilir. Dalek’in de dediği… Eğer TTNET’ten internet servisi alan bir müşteriyse bunu yapan… TTNET’in haberi olmayabilir. Ve eğer bu uygulama bir şirketse, kimsenin itiraz etmeye pek hakkı olmaz. Çünkü çalışanlarına işe girerken internetle ilgili hemen hepsi baştan bir kâğıt imzalattığından hukuki sorumlulukları büyük oranda ortadan kalkıyor. Ama ya bu bir şirket değil, kamu kuruluşuysa?

DÜŞÜNCE YUVASI!

İşte tam da öyle… Kısa bir araştırmanın ardından Türk Telekom’un PacketShaper’cı müşterisinin Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi olduğu ortaya çıktı. Sadece bir kamu kuruluşu da değil. Kâğıt üzerinde özgürlükleri savunması gereken bir düşünce yuvası.
Üniversiteyi aradım. Ve Genel Sekreter Yardımcısı Ahmet Adalıer ile görüştüm. Önce, “Bir tek biz mi kullanıyormuşuz” diye şaşırdı. Onun şaşırmasına da ben şaşırdım. Citizen Lab’in bir tek onları tespit edebildiğini söyledim. Belki kendileri açısından bir bahtsızlık tabii. Peki bu, ilerleme için akademiye güvenen bir toplum ve orada okuyan öğrenciler için ne?.. Rezalet değil mi?...

Yazının Devamını Oku

Türkiye Şanghay’a girerse…

3 Şubat 2013
Bir akıl yürütmesi yapacağız şimdi… Erdoğan’ın dediği olmuş… Ve Türkiye, Rusya ile Çin’in başını çektiği Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girip Avrupa’ya “Allahaısmarladık” demiş. Neler olur bakalım…

ÖZGÜRLÜK KISTASI RUSYA
“Ne kadar ilginç değil mi” dedi geçenlerde bir arkadaşım. “Türkiye’de Batılılaşma ülkenin o kadar içine işlemiş ki, İslamcılar bile Batı değerlerini benimsemiş. ‘Türkiye’de basın özgürlüğü yok’ diyenlere kızıyorlar mesela. Ama başka ülkelerin İslamcılarının böyle bir şey umurunda bile olmaz. Aynı şey onlara söylendi mi, ‘Yoksa yok, ne olmuş’ deyip geçiyorlar.” Haklı mı bilmem. Çünkü Avrupa Birliği sürecine sarıldıklarından beri sağladıkları kazanımların, Türkiye’de İslamcıları içselleştirmeseler bile ister istemez Batı değerlerine göre düşünmeye sevk ettiğine inanıyorum ben. Ama çıkar denklemden AB’yi. Koy Şanghay’ı. Karşılaştırılacağın yerler Rusya ve Çin olduktan sonra... Bon pour l’Orient (Doğu için yeterli)… Türkiye de basın özgürlüğü tartışmasından kurtulur.

LİMİTSİZ SANSÜR
Toronto Üniversitesi’nde bir grup öğrenci Citizen Lab adında bir örgüt kurmuş. Dünyanın her yerinde internete uygulanan yasakları, sansürleri takip edip raporluyor. Son küresel raporlarını geçen ay açıkladılar. Ve Türkiye’den de bahsettiler. İnternete filtre uygulaması, yasaklanan siteler… Bilinen şeyler. Ama işin asıl ilginç olan teknik kısmında ise… Grup, sansür için de kullanıldığını düşündüğü Blue Coat Systems şirketine ait PacketShaper adlı bir ürünün TTNet tarafından da kurulduğunu tespit etmiş. Araştırmanın başındaki Jakub Dalek’i aradım. Biraz daha detay öğrenmek istedim. “Aslında Türkiye çok kötü durumda değil. PacketShaper’ı sadece tek bir yerde tespit ettik. Suudi Arabistan, Suriye gibi ülkelerin yanında çok düşük bir oran” dedi. “PacketShaper sansürü nasıl gerçekleştiriyor” dedim. “Kişisel bilgilerin takibini sağlayıp izleme özelliği taşıyor” dedi. Mesela okuduğunuz her e-postanın takip edilmesi, Google’da aradığınız her sözcüğün kaydedilmesi gibi. Ama Şanghay’a girilsin; bunların hiç önemi kalmayacak. Çünkü Şanghay’daki kimse ayıplamayacak!..

HESAP VERMEK YOK
İki haftadır Amerikan Senatosu’nda adam dövüyorlar. Önce Hillary Clinton’ı Libya olayları yüzünden sorguladılar. Hafta içi de “Savunma Bakanı olmak istiyormuşsun, anlat bakalım” diye Chuck Hagel’ın 9 saat ifadesini aldılar. Sözünü kestiler… Seslerini yükselttiler… Azarladılar… “Sayın Bakanım”, “Değerli Bakanım” yok… Halbuki Türkiye’deki en sıcak meselelere bakın. Ağustos ayında Dışişleri Bakanı Suriye’de kırmızı çizginin Türkiye için 100 bin mülteci olduğunu anlattı. Rakam şimdiden 160 bini aştı. Kimsenin “Ne oldu 100 binlik kırmızı çizgiye” dediği yok. Ama zaten Şanghay’a bir girilsin… Böyle sıkıntılar da kalmayacak.

BATI’NIN KÖHNE DEĞERLERİSon olarak… Evet, NATO gibi işin askeri kısımları bir yana... Bu tartışma, felsefi açıdan da 21. yüzyıla damga vuracak iki medeniyet çatışmasının temel direği aslında. Hillary Clinton’ın veda konuşması vardı bu hafta. Konuşmasının en önemli yerinde şunu dedi: “Amerikan bakış açısı, barış ve demokrasi isteyen bütün ulusların dünyanın şekillenmesine katkı sağlamasıdır.” Bunu söyleyen günahı epey yüklü Amerikalılar olunca tartışılır tabii. Ancak bir tarafta bu görüşün arkasında duran, ABD ve AB’nin oluşturduğu Atlantik Grubu var. Öteki tarafta ise ekonomik başarıyı her şeyin önüne koyan, otoriter rejimlerin oluşturduğu Şanghay Grubu. Bir taraf demokrasi, özgürlük gibi değerleri kutsuyor ama ekonomik açıdan son beş yıldır bir türlü belini doğrultamıyor. Öteki taraf ise içeriyi cendereye alıp gümbür gümbür büyüyor. Başbakan’ın neye özendiği malum… İşte Şanghay’a girilsin. Türkiye’de de bu olacak. “Bırakalım bu demokrasi işlerini. Zenginleşelim” denilecek. Öyle ya…

Yazının Devamını Oku

Stevens’ın iki yüzü

27 Ocak 2013
Bugün Türkiye’de yaşanan ve hiçbir çağdaş demokraside yeri olmayan bazı saçma işlere dair bir portre…

Tarihe damgasını vuran huysuzlardan… Asık suratı… Kibri… Kimseye kıymet vermeyen haliyle de… Dışarıdan bakınca insani yönü kalmamış bir baş belası. Şimdinin Cumhuriyetçi-Demokrat saflaşmasına göre izlerseniz kafanız karışabilir. Çünkü reform yanlılığını Cumhuriyetçilerin temsil ettiği 150 yıl öncesinde yaşamış… Cumhuriyetçilerin en büyük liderlerinden olmuş bir politikacı.
Tommy Lee Jones’un o olağanüstü performansıyla… Odasında elinden düşürmediği bastonuyla otururken görüyorsunuz bir sahnede. Ve güç ne demek anlıyorsunuz. Karşısındaki Demokrat Partili ile konuşmasını… Ona istediği şeyi nasıl yaptırdığını… İstediklerini nasıl dikte ettiğini kare kare gözünüze sokuyor Steven Spielberg. Ve eski Amerikan Başkanı Lincoln’ü anlattığı filmi ‘Lincoln’de, onu dahi gölgeleyen bir karakter yaratıyor: Kongre Üyesi Thaddeus Stevens.

RADİKAL DİYE YAFTALANMIŞ

Stevens iki açıdan önemli... Birincisi, savunduğu fikirlerle kendi döneminde ‘radikal’ diye yaftalanmış biri… İkincisi ve asıl tartışmaya açık kısmı ise… Başkanlığını üstlendiği Temsilciler Meclisi tarihinin gelmiş geçmiş tek diktatörü diye adlandırılması…
Bugün uygarlığın vardığı noktaya… Ortak değer yargılarına baktığınızda Stevens asla sırıtmıyor. Çünkü radikal zannettiğiniz bir sürü fikir, zaman içinde kabul görmüş düşüncelere dönüşüyor. Bunu zaten sanırım en iyi her şeyin çok hızlı değiştiği, herkesin sırayla beş yıl öncesinin bile günahını çıkarttığı Türkiye’de yaşayanlar anlar…
Ama işin ikinci kısmı… Yani progresif bir fikri hayata geçirmek için illa diktatör mü olmak gerekir düşüncesiyse… İşte filmin önünüze koyduğu en ikircikli tartışma. Bütün kurumları oturmuş… Kuvvetler ayrılığını yerleştirmiş Amerika gibi ülkelerde bu mesele ancak bir tarih münazarası olur. Hafta başı Obama’nın yemin töreninde bir demokrasi şöleni yaşayan… Sonra Dışişleri Bakanı’nı sandalyeye oturtup Bingazi için hesap soran bir sistemden bahsediyoruz. Kimsenin bir diktatöre ihtiyacı yok. Ama iş her şeyin baştan inşa edildiği Ortadoğu’ya gelince… Batı’ya göre zamanın gerisindeki ülkelerden bahsedince… Film herkese Stevens gibi adamların gerektiğini anlatıyor.

Yazının Devamını Oku

İsrail ve Kıbrıs’a dair iki kulis

20 Ocak 2013
Obama’nın ikinci dönemi başlamadan; Washington’dan iki kulis…

Türkiye’nin yumurtalarıİSRAİL

Birkaç yıl önce bunların olacağına kim inanırdı? Önce Dışişleri… Sonra Pentagon ve CIA… Ulusal güvenliğin üç büyük koltuğuna da Obama’nın İsrail lobisinin bayılmadığı adamları önereceğini kim düşünebilirdi?
Bir savaş var şimdi kentte. Ve birileri “İkinci dönem kabinesinin neresinden delik açarız” diye harıl harıl çalışıyor. Obama yarın yemin edecek. Resmen ikinci dört yılına başlayacak. Üç gün sonra da John Kerry’nin Senato oturumu var. Dışişleri Bakanı olabilmek için vereceği ifade... Kerry’de sorun yok. Onaylanacak. Ama ayın 31’inde… Chuck Hagel’ın Savunma Bakanlığı için senatörlerin karşısına oturup sorulara cevap vermeye başlayacağı gün… Bir Washington gerilimi izlemek istiyorsanız sakın kaçırmayın. Kan çıkacak. Hagel komiteden geçecek. Yara bere içinde genel kurula ulaşacak. Senato oylamasındaysa bildiğiniz küçük bir kıyamet kopacak. 60 oya ulaşmaması için birileri ortalığı yıkacak.
Kim derdi acaba bir gün Pentagon’a İsrail’e mesafeli, Türkiye’ye yakın birinin oturacağını? Kimse demezdi ama işte oldu… İyi de her şey bu kadar kolay değişebilir mi, diyorsanız da... Anlatayım…
Hagel şimdi teker teker senatörleri dolaşıyor. Ve oylama öncesi kafalarındaki soru işaretlerini gidermeye çalışıyor. Geçenlerde de Chuck Schumer’ı ziyaret etti. İsrail lobisine en yakın isimlerden olan New York Senatörü’nün oyunu istemek için. Görüşme bitti.  Ve Schumer, “tamam” dedi, “Ben ikna oldum”.
Herkes Schumer’ın neye ikna olduğunu konuşurken de… Görüşmenin içeriğine vâkıf bir tanıdığım aradı. Ve aynen şöyle dedi: “İçeride neler oldu bilemezsin. Schumer Türkiye-İsrail gerginliğine de girdi. Ve Hagel’dan İsrail’in davetli olup da Türkiye tarafından veto edildiği tatbikatlara ABD’yi sokmamasını istedi.” Peki “Hagel ne dedi” dedim. “Tırnak içinde kabul etti” dedi. Sonra da ekledi: “Türkiye bu dönemde yumurtalarını asla tek sepete koymamalı.” “Yazacağım” bunu dedim. Sustu. Sonra Schumer’ın ofisini aradım. Anlatıp not bıraktım. Sözcüsü Brian Fallon’a mesaj attım. Ses çıkmadı.

Noble usulüKIBRIS

Türkler de oyunu kuralına göre oynamayı öğrendi. Kıbrıs’taki doğalgaz krizi unutuldu gitti biliyorsunuz. Kimse artık sormuyor. Ama ‘asarım keserimden’ sonra Türk tarafı da şimdi işi daha sağlam götürüyor. Rumlar nasıl Amerikalı Noble Energy’yi devreye sokup Washington’da 1-0 öne geçtiyse, Türklerin de Kıbrıs’taki Ercan Havalimanı’na Amerikalı bir ortak aradığı ortaya çıkmıştı. Hikâyeyi takip ediyorum. Acaba yatırıma girmeyi kabul eden biri oldu mu diye… İşin politik kısmı hallolmuş. Yani eğer ihaleyi alan firma, bir Amerikan şirketini bu yatırımın kârlı olduğuna inandırırsa… Amerikan Dışişleri Bakanlığı karşı çıkmayacak. Noble için nasıl “Biz karışmayız” dedilerse… Aynısını Ercan için de yapacaklar. Bunun üzerine yatırımı üstelenen Taş Yapı’nın sahibi Emrullah Turanlı’yı aradım. “Görüşmeler ne durumda” diye. “Görüştüğümüz birkaç firma var. Halen çalışıyoruz. Şimdilik açıklamamızı istemiyorlar. Sonuçlanınca herkese duyuracağız” dedi. Anladığım kadarıyla bazı avantajlar sunulacak. Belki İstanbul’dan birkaç slot… Belki başka yatırım imkânları. Ama olacak. Taş Yapı’nın mali durumu nedir, iyi bir seçim olmuş mudur bilmiyorum… Sadece işin politik kısmının büyük oranda çözüldüğünü haber vermek istedim. Noble usulü…

Yazının Devamını Oku

Eğer Bigelow kadınsa Kadir İnanır revü kızı

13 Ocak 2013
Zero Dark Thirty’yi (ZDT) tartışalım bu hafta. Tarafsız sinemacılık iddiasından, yönetmeninin kadın olmasına…

APOLİTİK POLİTİKA Doğrudur. Politik sinema bir janr. Ve Oliver Stone’un ‘JFK’sinden Spike Lee’nin ‘Malcolm X’ine Amerika’da da her zaman öne çıkmış bir damar. Ancak mesele... Politik sinema 1990’ların başındaki çizgisinden sıyrılıp bugün söz söyleme iddiası olmayan bir şekle dönüşüyor. Filmleri çekenler Stone ve Lee’den farklı, steril tiplere... “Gazeteci gibi sadece olayların objektif anlatımını yapıyorum” yalanına sığınıyor... Politik sinema apolitikleşiyor... Aksiyona indirgeniyor...
FANUSTAKİ PRÖMİYER ‘ZDT’nin Washington’daki prömiyerindeyim. Gazetecilik müzesi Newseum’da. İçeride 200 kişiyiz. Ve Başbakan’ın Wall Street Journal’daki ‘en sevdiği’ gazeteciler dahil, kentin bütün ulusal güvenlik muhabirleri, ulusal güvenlikçi Kongre danışmanları orada. Dışarıda kıyamet kopuyor. ‘İşkenceciler’ diye pankart açan savaş karşıtı göstericiler gelmiş. Ama içeride herkes, Newseum’un cam giydirme binasında bir şey hissetmeden sohbet edip şarap içiyor. İçişleri Bakanlığı’ndan bir analistle tanıştım. “Resepsiyondan sonra gideceğim, filmi izlemeyeceğim bile” dedi. Sanki yakın tarihin en büyük olaylarından Bin Ladin’in öldürülmesine değil de... Aslan Kral’ın öyküsüne gelmiştim.
SANKİ ÇOCUK FİLMİ Aynı şeyi Ben Affleck’in ‘Argo’sunda da hissediyorsunuz. Taraf olmuyorlar. ‘Argo’da Affleck hiç değilse Batı’nın İran’da ne işler çevirdiğini başta söylüyor. Ama Oscar tarihinin ilk ödüllü kadın yönetmeni Kathryn Bigelow ne anlatıyor belli değil. Aslında bana kalırsa çok belli. Tıpkı filmin başına koyduğu “Olaylar birinci ağızdan anlatılanlara dayanır” notundaki gibi… Ama filmin işkenceyi meşrulaştırdığı tartışması kızışınca “Yaptığımın bir belgesel özelliği yok” deyip sıyrılması… Neredeyse sıradan bir çocuk filmiymiş muamelesi yaptığı işini sahiplenmemesi… Bahsettiğim yeni politik sinemanın bir vasfı…
FİKİRSİZ FİKİR YAZISI Neredeyse bir saat işkence seyrediyorsunuz filmin başında. Hikâyenin Bin Ladin’i bulmakla görevlendirilen ‘aseksüel’ kadın kahramanının ara ara izlediği işkenceler yüzünden üzüntülere gark olması dışında da... Sonunda işkenceyle edinilen bilgilerle Bin Ladin’in öldürüldüğünü görüyorsunuz. Ama sorunca... Bu filmin, işkencenin işe yaradığı iddiasında olduğunu duyamıyorsunuz. Söylediklerine göre sadece bulduklarını anlatan tarafsız gazeteci gibiler. Ancak bir gazetecinin sadece gördüğünü anlatsa dahi öyküsünü bir fikre dayandırmak zorunda olduğunun farkında değiller. Fikirsiz fikir yazısı gibi…
PİÇ GİBİ BIRAKTI Bigelow’un, filmini bir piç gibi ortada bıraktığından kimse emin olamaz. Amerikalıların o bıkkınlık veren yapıp yapıp nedamet getirme töreni mi? Özür mü? Hepsi tartışılır. Ama kesin olan... Filmin en can alıcı sahnelerinden birinde, filmin kahramanı iki arkadaşıyla televizyonda “Amerikalılar işkence yapmaz” diyen Obama’yı seyrederken mesajı alıyorsunuz. “Çok şükür CIA artık düzeldi”... Tabii bu arada işkence işe yaramış... “Herkes çözülür, bu biyolojidir” diyen başişkenceci erkek ajan bütün kritik bilgileri almış...
RİYAKÂRLIK SORUNU Sonu belli olan tarihi filmlerden söz söyleme iddiasını da alırsanız geriye ne kalır gerçekten bilmiyorum. Ancak sorun aslında sadece Bigelow’un tavrı değil. Örneğin ‘Argo’yu Georgetown’da izledim. Sonunda Amerikalılar İran’dan çıkınca alkış koptu. Ama ‘ZDT’ gösteriminde… Newseum’daki yönetici sınıftan çıt çıkmadı. Tavrını asıl bilmemiz gerekenler, 157 dakika suspustu.
KADINLIK MESELESİ Bir de son olarak… Bundan üç yıl önce savaş karşıtı ‘Avatar’ değil de ‘Hurt Locker’ Oscar alınca… “Dünyanın en politik jürisi kadına değil askere oy verdi” diye yazmıştım. Üç yıl sonra ‘ZDT’ etrafındaki tartışmanın bir yandan da Bigelow’un kadın olmasına değdiğini görünce hâlâ aynı düşündüğümü söylemek istedim. Bigelow, Newseum’da filmin gösteriminden önce sahneye çıktığında elbisesinden sivri burunlu pabuçlarına, salondaki herkesten daha ‘kadın’dı. Ama filmde cinsiyetsizleştirdiği soluk benizli baş oyuncusuna, CIA Direktörü’yle konuşurken “Ben yeri bulan s…ciyim (motherfucker)” dedirtecek kadar kadınlığı tahliye etmişti. Filmi izleyin, göreceksiniz. Bigelow kadınsa, Kadir İnanır yanında revü kızı...

Yazının Devamını Oku

Online mahremiyetinizi tartışma vakti

6 Ocak 2013
Sosyal medyadaki haklarınızı biliyor musunuz? Devletlerin yazdıklarınızı takip etmesi normal mi? Biraz konuşalım.

Sokakta yürüyorsunuz. Lalettayin bir günde kaldırımdaki alelade bir kişisiniz. Her şey sıradan. Ama devriye gezen bir polis, ortada fol yok yumurta yok sizi görüp takip etmeye başlıyor. Olur mu? Batılı standartlarda soruyorum, Ortadoğu’yu boş verin. Şüphe... Olay... Mahkeme kararı… Hiçbiri yok!.. Sırf kafasına esti diye… Olmaz değil mi! Ama işte bugün Twitter ve Facebook’ta yaşanan durum, maalesef bu.
 Kısaca SOCMINT deniyor. ‘Sosyal Medya İstihbaratı’nın kısaltması. Nasıl eskiden hükümetler bilgi toplamak için uzaya uydu yollayıp telefon dinleme teknikleri geliştirdiyse, bugün de sosyal medyada çalışıyorlar. Bireylerin sadece arkadaşlarına açık olan Facebook sayfalarına erişip Twitter mesajlarını izliyorlar.
Alan yeni. Şimdiye kadar bu konuda sizin haklarınızın neler olduğu, devletlerin limitlerinin nasıl belirleneceğine dair ne Amerika’da bir karine oluşmuş ne Avrupa’da. Üzerinde çalışanlar var ama hâlâ her şey o kadar havada ki… Herkes tutturabildiğine…
İşte birey ve devletin yeni yeni şekillenmeye başlayan sosyal medya sözleşmesine dair çalışan kurumların en önemlisi, Londra merkezli bir düşünce kuruluşu: Demos. Geçen yıl Demos’un hazırladığı, ‘#İstihbarat’ adlı rapor da bu işin kâğıda dökülmüş hali.
Raporun altında iki önemli imza var. İlki, David Omand. İngiliz hükümeti dinleme servisinin eski direktörü, İngiliz istihbaratının en önemli isimlerinden. İkincisiyse Demos’un sosyal medya masası şefi Jamie Bartlett. Raporu okuyup Bartlett’ı aradım. Ve telefonda önümüzdeki dönem polis ve istihbarat teşkilatlarının belki de en kalabalığı olacak birimin özel hayat-güvenlik dengesini konuştuk.
Bir defa evet. Bartlett da sosyal medyada yaptığınız her yorumun, paylaştığınız her resmin, belirlenen anahtar kelimelere göre izlemeye takılabileceğini söylüyor. Üstelik Facebook ya da Twitter… Hesaplarınızın yabancılara açık olmaması da hiç önemli değil.
İkincisi… Eski dünyada sizi sadece kendi devletiniz takip ederdi. Şimdi sınırların olmadığı dijital bir evrende ensenizde bir değil yüz devlet var. Ve en vahimi… Hakkınızı koruyacak hiçbir otorite yok. Örneğin gelip sizi evinizde izleyen yabancı bir ülkenin ajanı iş üstünde yakalandığı an casusluktan yargılanır. Ama sanal âlemde herkes birbirinin vatandaşını şakır şakır izlediği için… Kimsenin umru değilsiniz.

Altı kriter var

Yazının Devamını Oku