OCAK-ŞUBATİstanbul’un kıymetini bilin
New York dergisinin geçen haftaki sayısı… “New York’u sevmenin sebepleri” diye bir kapak yapmışlar. Ve 74 tane ilgili ilgisiz madde bulmuşlar. En başta, nefret etseler de Brooklyn’in ortasında açılan devasa stadyumda bir sürü konser izleyebilecek olmaları var. İkinci maddeyse… Açılmasından iki hafta sonra bile 1 milyar dolarlık stadyumun etrafına herkesin işeyebilmesi… Sonra da bir ‘kaliteli yaşam komitesi’ oluşturulup sokağa işeme probleminin araştırılmaya başlanması. Kasketçiler! Yeni yılla birlikte bir şey olacak. Ve siz de yaşadığınız şehri sevmenin yollarını bulacaksınız. Nasıl bilmiyorum, vapuru olan İstanbul’un kıymetini anlayacaksınız.
MART-NİSANPatlıcan püreli künefe
Washington’ın bu aralar en popüler şeflerinden Mike Isabella söyledi. Amerikan Dışişleri yemek büyükelçileri belirleyip bu insanları geçici süreliğine sorumlu oldukları ülkelere yollamaya başlayınca ona da Türkiye düşmüş. Neler gördüğünü merak ettim. Yeni açtığı yerlerden Graffiato’da konuşuyoruz. “Türk mutfağı dünyanın en lezzetli mutfaklarından. Ama bence fazla geleneksel. Dünyadaki gastronomi trendlerine katkısı var mı emin değilim” dedi. Çorbacılar! Baharın da etkisiyle bir şey olacak. Künefenin şerbetiyle oynayıp içine peynir yerine patlıcan püresi koyarak yeni tatlar üretmeye çalışacaksınız. Nasıl bilmiyorum, daha yaratıcı olacaksınız.
MAYIS-HAZİRANHotamışlıgil ODTÜ’ye gelir mi?
Bundan altı ay önceydi. O zaman TÜBA tartışmaları var. Kafamda bir karşılaştırma yapabilmek için Harvardlı bilim adamı Gökhan Hotamışlıgil’le konuşuyorum. Bir gün çalışmalarını Türkiye’de yürütme şansı olup olmadığını sorunca aynen şöyle dedi: “Yakın vadede zor gözüküyor. Bazı önemli yapısal değişiklikleri gerçekleştirmeden olması zor. Birincisi özgürlük ortamı, ikincisi kritik kütlenin (araştırmacı havuzu) oluşması, üçüncüsü de (maddi) kaynaklar.” Evrimciler! Finaller başlayınca ODTÜ tartışmaları da bitecek. Bir şey olacak. Ve ne işe yaradığı belli olmayan istihbarat uydularıyla değil, ülkenizin insanlığa hizmet eden bilimsel çalışmalarıyla övünmeyi öğreneceksiniz. Nasıl bilmiyorum, Hotamışlıgil de ODTÜ’de çalışabileceğini düşünmeye başlayacak.
TEMMUZ-AĞUSTOSHollywood İran’a el attı
Pentagon’un yılbaşı partisindeyim. Biraz Türk şarabını biraz Göktürk-2’nin ne işe yarayacağını konuşuyoruz. “Argo’yu izlediniz mi?” dedi subaylardan biri. “Çok ilginç bir filmdi”. İran Devrimi’nden sonra Amerikalılar Tahran’daki elçilik binasında rehin alınırken Kanada sefirinin rezidansına sığınan altı diplomatın ülke dışına kaçırılma öyküsü. Konu çok uzamadı. Ama o sırada sohbete katılanlardan hiçbirinin İran işinin Pentagon’un üstüne yıkılmasını istemediği belli oluyordu. Kıyametçiler! Şimdi de İran patlasın istiyorsunuz. Ama bir şey olacak. Haziranda
Kuvvetler ayrılığı hakkında ne demiş? Suriye’de ne yapıyormuş? Abdullah Gül ile arası nasılmış? Bunların hepsini bir yana bırakın.
Bethesda’daki evinin çalışma ofisinde karşılıklı otururken, Arap Baharı’nın bölgedeki liderler ve Başbakan Erdoğan’ın psikolojisini nasıl etkilediğini konuşmak istediğimi söyleyince, CIA’in emekli psikiyatrı, hayatını dünya liderlerinin ruh halini takip ederek geçirmiş Prof. Dr. Jerrold Post için en önemli soru işte şuydu: “Acaba Erdoğan annesini mi daha çok sevmiş babasını mı?”
Profilleme, CIA’de yapılan ülke analizlerinin önemli unsurlarından biri. Ülkelerin gidişatı tartışılırken oradaki liderlerin nasıl bir psikolojiye sahip olduklarını ve ileride nasıl davranışlar sergileyebileceklerini tahmin etmeye çalışan departman. Prof. Post da bundan tam 45 yıl önce CIA için o büroyu kuran doktor.
1965’te başlıyor çalışmaya. Üç yıl sonra Prag Baharı ortalığı kasıp kavurmaya başlayınca, “Sen bunu bir departmana dönüştür” diyorlar. O da Amerikan istihbaratının ilk psikolojik analiz masasını oluşturuyor.
Bugün 78 yaşında. Halen George Washington Üniversitesi’nde politik psikoloji kürsüsünün direktörü. Hâlâ kafası zehir gibi çalışıyor. Ve yanında oturan genç bir asistanından zaman zaman aldığı tarih ve referans teyitleri dışında da her şeyi hâlâ zihninden söylüyor. “Siz CIA’den emekli oldunuz, değil mi” dedim. Gülerek, “Ben şimdi de orada yaptığım işi yapıyorum” dedi.
Cosmopolitan kadınıyla evlenen biri kimyasal silah kullanmaz
ESAD
Hemen her Ortadoğulu erkek gibi, Beşar Esad’ın davranışlarının büyük bölümü de geçmişteki baba-oğul ilişkisinin gölgesinde şekillenmiş.
Dünya neden var? Çünkü onu Tanrı yarattı. Nasıl? Onu bir hiçlikten yarattı. Tanrı nasıl var? Bir sonu olan dünyanın aksine O sonsuzdur. Peki Tanrı neden var? O’nun bir sebebe ihtiyacı yok. Causa sui. Sebebi kendi içinde.
Siz de düşündünüz mü bunları? Neden varolduğunuzu... Neden yaşadığınızı... İşte hemen hepimize bir dönem musallat olan bu sorular filozof Jim Holt için bir takıntıya dönüşüyor. Ve yaşamı boyunca her zaman o en büyük soruya kafa patlatıyor: Dünya neden var? Neden bir hiçlik değil de bir şey?
Felsefe ve bilim yazıları yazan Holt’un ‘Varoluşçu Bir Dedektiflik Öyküsü’ kitabı, temmuzda çıktı. Amerika’daki bütün listelerde de 2012’nin en iyi kitapları arasında. Kitap sadece varoluşa dair bir düşünsel yolculuk değil. Aynı zamanda bir gazeteci gibi çalışıyor. Ve dünyanın her yerinden filozoflar, teologlar, fizikçileri ziyaret edip onlarla varoluş üzerine konuşuyor. CERN’deki tanrı parçacığı deneyinin, bir tür metafizik versiyonu...
BEŞ EINSTEIN LAZIM
Evet işin içinde bilim de var. Kuantum teorisine uzanan böğürtlen evrenler kısmı. Olmayan ise… İşin kolayına kaçanların sığındığı Tanrı. Newton’ın bile çaresiz kaldığında teorilerine Tanrı’yı eklediğini söyleyip bilim ilerledikçe nasıl parçaların birleştiğini anlatıyor Holt. Ve Newton’ın bir zamanlar Tanrı ile açıkladığı Güneş Sistemi’nin dengesini tamamen bilimsel bir teoriye kavuşturan Laplace’ın, “Tanrı nerede” diye soran Napolyon’a verdiği o unutulmaz cevabı hatırlatıyor: Je n’avais pas besoin de cette hypothese. Bu hipoteze ihtiyacım yoktu.
Holt’un yapmaya çalıştığı varoluşun bir cebiri değil. Çünkü romancı Martin Adams’ın bir gün televizyonda kendisine evrenin nasıl ortaya çıkmış olabileceği sorulunca söylediği, “Bu sorunun cevabına en az beş Einstein uzağız” lafına inanmış.
KARAMSAR TEORİ
Bir hafta önce Havana’daki Floridita’da Ernest Hemingway’in bronz heykeliyle yan yana daiquiri içerken duyduğum hazzın, bardan dışarı çıkar çıkmaz gördüğüm fakirlikle yok olması mı… Yoksa neredeyse her şeye rasyonel bir çözüm üretebilen Amerika’daki sistemin eline silah alıp insanları katleden manyaklar karşısında kapitalist andı yüzünden her seferinde çaresiz kalması mı… Holt’un Woody Allen’a kadar götürdüğü karamsar teori yine beni en çok ikna eden kısım oldu.
Washington’dan geldiğim için mi… Yoksa “Neden Küba’dasınız” sorusuna verdiğim cevaptan bir türlü tatmin olmadıkları için mi, bilmiyorum. Bir buçuk saat sorgulandım havalimanında. Çantalarım arandı. Saat sabaha karşı 01.00’e yaklaşmıştı. Ve Panama uçağındakilerden geriye bir tek ben ve genç bir delikanlı kalmıştı. O sırada gencin bavulundan iki tane beyzbol topu çıkardılar. Polislerden biri çakısını açtı. Topun dikişlerini tek tek kesmeye başladı. “Turco biraz uzaklaşsın” dedi şefleri. Ben de yandan bakıyorum. Ve evet... Topun aslında ağzına kadar kokain dolu olduğu ortaya çıktı. Genci götürdüler. Sonra şefleri benim yanıma geldi. Ve kaşları çatık, mozalak bir suratla “Havana’ya hoş geldiniz” dedi. “Güvenli bir biçimde gidebilirsiniz.” İşte “Niye Küba’dasınız” dediğim bir FARC temsilcisiyle konuşurken bu olayı anlattığımda da aynen şöyle dedi bana: “Biz de her şey sıkı kontrol edildiği için buradayız. Burada kimse bize zarar veremez.”
HER SABAH 08.00’DE
Bu, FARC ve Kolombiya Hükümeti’nin tarihteki üçüncü barış girişimi. 80’lerde deniyorlar olmuyor. 1999-2002 arasında üç yıllık bir diyalog faslı var. Büyük bir eylemin ardından o da bitiyor. Bu da sonuncusu.
İki taraf da, asker tarafından korunan, Havana’daki El Laguito protokol evlerinde kalıyor. Sonra her sabah, 08.00 gibi Havana Uluslararası Kongre Merkezi’nin içinde kendilerine ayrılan bölüme geliyorlar. Dışarıda bekleyen gazetecilerin önünden geçip odaya giriyorlar. 13.30’a kadar da kalıyorlar. Küba Dışişleri Bakanlığı’ndan Ruben Pino’nun söylediğine göre görüşmeleri akreditasyonu olan yaklaşık 100 gazeteci takip ediyor.
OSLO’NUN SIRRI
Görüşmeler önce Ekim ayında Norveç’in başkenti Oslo’da başladı. Tanıdık geldi mi? Bir Kolombiya hükümet temsilcisiyle konuşuyoruz. Bunu sordum ben de: “PKK da Türk Hükümeti ile orada görüştü. Nedir Oslo’nun sırrı?” “Eğer yaptığın işin uluslararası olarak da tanınmasını istiyorsan, Norveç bulabileceğin en iyi yer” dedi: “Hem gerçekten nötrler. Hem dünyada bir saygınlıkları var. Unutmayın, ayrıca Nobel Barış Ödülü de Oslo’da veriliyor. Daha sembolik bir yer bulabilir misiniz?”
Oslo bitti. 19 Kasım’dan beriyse ev sahibi ülke artık Küba. Niye derseniz... Elbette sadece sıkı polis kontrolü için değil. Hem Fidel Castro’nun manevi kişiliği… Hem de Küba’nın geçmişte Guatemala ve El Salvador’daki grupları da barışa yönlendirmeyi başarmış olması nedeniyle. Bu işte her şey biraz da semboller üzerinden yürüyor. ‘Latin Amerika’nın son gerillası’ dedikleri, 50 yıldır ormanda saklanan FARC’ı da bu yüzden ancak Küba’da ikna edebileceklerini düşünüyorlar.
Bir varmış bir yokmuş. California’da emlakçılık yapan, Jane İlknur Ün (50) adında Türkiye göçmeni bir Amerikalı varmış.
Ün, bir gün Türkiye’de güneş enerjisi yatırımı yapmaya karar vermiş. Babası eski Osmanbey esnafından gömlekçi Yusuf Bey (75), annesi Jale Hanım (69), kardeşi Atilla’yı (43) da alıp kendisine yardımcı olabilecek Türklerin yolunu tutmuş.
Hayatında güneş enerjisiyle ilgili hiçbir deneyimi olmayan… Sahip olduğu şirketlerde orta çaplı işler yapmış… Ufak bir kasaba emlakçısı Jane o kadar büyük, o kadar büyük düşünmüş ki… “Daha başta ben bu işe 700 milyon dolar yatıracağım” demiş.
Gördüklerinin kulağına da “Zaman içinde 7 milyar dolara kadar yolu var” diye fısıldamış. Koşturmuş… Tırmalamış... Ve sonunda da… Çaldığı maya tutmuş.
Türkiye’ye gitmiş. Güneş tarlasını ‘kuracağı’ Kilis’i dolaşmış. Ankara’ya varmış. Ve işini bilen ustaların yönettiği Türkiye’nin kerli ferli bakanlarının karşısına geçip Türkiye’ye ne büyük paralar getireceğini anlatmış uzun uzun. Enerji’den Taner Yıldız, Sanayi’den Nihat Ergün, Ekonomi’den Zafer Çağlayan. Hem de koca koca heyetlerle.
Herkes memnun, herkes mutlu olmuş. Masal da burada bitmiş.
Gökten üç elma düşmüş. Biri Jane’e… Biri ustalara… Biri de Kilislilere...
Yönetimin ülke politikaları belirlenirken, istişare bu üç kurum arasındadır. Pensilvanya Caddesi’ndeki başkanın adamları sorar. Diplomatlar Foggy Bottom’da çalışır. Askerler Arlington’da bir taslak hazırlar. Oval Ofis de istihbaratı ekleyip son sözü söyler...
Bu süreç şimdi Türkiye için de geçerli. Hatta Türk-Amerikan ilişkilerinin yaşadığı kritik dönem düşünülürse hem de fazlasıyla. Peki kim buraları yönetenler diye merak ediyorsanız söyleyeyim: Kadınlar. Bugün Washington’daki altın üçgenin hepsinde de Türkiye masasına kadınlar bakıyor. Ve üç merkezde de... Obama’nın önüne giden Türkiye dosyasını kadınlar hazırlıyor.
Beyaz Saray’da Meghan Gregonis var. Daha önce Dışişleri’ndeydi. Beyaz Saray Türkiye Masası şefliğine Temmuz’da atandı. Ürdün çalışmış, kamu diplomasisi tecrübesine sahip bir kariyer diplomatı. Şimdi tek başına Beyaz Saray’ın hemen yanındaki Eisenhower çalışma ofisinde her gün önüne gelen Türkiye yazışmalarını okuyor. Ulusal Güvenlik’in tepesine o bildiriyor.
Dışişleri ise Terri Matthews’ın. Gregonis Beyaz Saray’a alınınca masa ona devredildi. Daha önce Vietnam’daydı. Ankara Büyükelçisi Frank Ricciardone’ye çok yakın. Ama Washington’da sadece Ankara sefaretinden gelen telgrafları okumuyor. Amerika’daki Türk toplumunu da takip ediyor, fikir alıyor. Yukarıya söylüyor.
Savunma Bakanlığı’ndaysa Türkiye, Shoshanna Matney’nin. Princeton’dan Şükrü Hanioğlu’nun öğrencisi. Balkan uzmanı. Fulbright Bursu ile Türkiye’de bir yıl geçirmiş, doktorasında Ortadoğu çalışmış, bakanlığın en parlak isimlerinden. Savunma Bakanı Leon Panetta’nın bir danışmanı onun hakkında bana aynen şöyle söyledi: “Bakanın önüne gelen bütün Türkiye konularında Shoshanna süperstardır.”
TÜRKLER SİLME ERKEK
Kent zaten kozmopolit. İçerisi de onun mikrokozmosu. Siyah, başörtülü, genç, yaşlı… 100’e yakın Chicagolu Obama’nın kampanya merkezinde toplanmış seçmenlere telefon ediyor.
En köşede… Herkesten uzak bir Latin genç fark ettim. Yanına gittim. Konuşuyoruz…
Luis Varges. 18 yaşında. Liseyi bitirmek üzereymiş. Önümüzdeki sene de üniversite için San Francisco’ya gidecekmiş. Sosyal bilimler okumaya…
“Söyler misin” dedim, “yaşıtların bu kadar apolitikken, sen niye buradasın?” “Çünkü” dedi, “bu yarışta beni umursayan aday Obama. Ve geleceğim için onun kazanmasını istiyorum.”
SEÇİM ARTIK DEMODE
Seçim dediğiniz, aslında gelişmiş demokrasilerde artık öncelikli olmaktan çoktan çıkmış demode bir enstrüman. Çünkü seçimi 20. yüzyılda hallettiler. 21. yüzyıldaysa demokrasinin sadece çoğunluk yönetimi değil, azınlık haklarının korunması anlamına geldiğini savunan asıl fasla geçtiler.
Seçim, şimdi bir tek ‘ileri demokrasi’ ülkelerinde çok belirleyici. İkinci faslı sağlayacak kurumsallaşmanın tamamlanmadığı… Halen her şeyin seçilecek kişinin iki dudağının arasında olduğu yerlerde…
KİMLİĞİ DIŞLANDI
Biri fabrikatörün toraman oğlu diğeri yan atölyedeki gariban gençAnne-baba
Birinin annesi fakirler ve kadınları çalışan bir antroplog. Ailesinin itirazına rağmen daha 18 yaşındayken, zaten evli ve çocuklu olan bir Kenyalı ile evlenip sonra boşanmış, döneminin önünde bir feminist. Ötekinin babası zamanının en büyük dördüncü otomotiv şirketi American Motors’un CEO’su, başkan adayı, vali, bakan. Obama’nın annesi Ann Dunham ile Romney’nin babası George Romney, iki adayı en iyi yansıtan iki figür. Irkçılığın zirve yaptığı 60’ların Amerikası’nda derilerinin ne renk olduğuna gelene kadar… Biri babasıyla “siz” diye konuşan, Yeşilçam fabrikatörü Hulusi Kentmen’in işçi kızına âşık örnek oğlu. Diğeri, o kızın asıl gönül verdiği, yan atölyedeki gariban cool genç.
Hikâyesi olan Romney değilÇocukluk
Anneannelerin büyüttüğü çocuklarda çok olur. Anne-baba uzakta diye üzerilerine düşüldüğünden dikbaşlı ve itirazcıdırlar. Obama’nın, bugün o inatçı idealist çizgisinde de, annenin akademide koştururken oğlanı Hawaii’deki anneanneye bırakmasının etkisi muhakkak olmalı. Ayrıca buna, ırkçı bir ülkede kendi ifadesiyle kapkara bir baba ve süt beyazı bir annenin çocuğu olmasını... Hep kendine has bir psikolojisi olan adalarda yaşamasını… Doğduğu donuk Hawaii, büyüdüğü Müslüman Endonezya ve gençlik yıllarını geçirdiği kozmopolit New York’u ekleyin. Daha karmaşık, daha renkli bir hayat hikâyesi zor bulunur. Espri yaparken bile dişlerini sıkan Romney, onun yanında neden daha sıkıcı görünüyor, şimdi anlıyor musunuz?
Danışman hatalarla dolu insana karşıHatalar
Siz hiç bir danışmanı sahadayken gördünüz mü? İyi olanları, haftalar boyu, günde 18 saat çalışabilir. Hiçbiri “sosyal hayatım” demez. Ve binlerce dolarlık raporunu kusursuz biçimde tamamlayıncaya kadar da durmaz. Geçen gün bir komedyen Romney’nin insan olmadığını iddia ediyordu. İşte bu yüzden! Çünkü o, hayatının 22 yılını Bain’de harcamış bir danışman. Özgeçmişine altı sigma uygulamış, Bay Sıfır Hata. Obama mı? 2007’deki kampanya sırasında New Hampshire’da bir lisede… Çocuklara öğütler veriyor… Yapmasınlar diye, ne onların yaşındayken nasıl uyuşturucu kullandığı kaldı ne alkol komaları... ‘Babamdan Hayaller’ kitabında kokainli bölümler de var. Doğrusu şöyle galiba: Danışman, hatalarla dolu insana karşı.
Birinin var, birinin yokSosyal hayat
Dedim ya, danışman diye… Hobisi yok. Bir keresinde sporla arasını sordular. “NASCAR takımı sahibi bazı arkadaşlarım var” dedi. Bir de hobi denilirse, at sahibi. Obama ise sürekli okul kıran haylazlar gibi… Beyaz Saray’dan kaçıp golf oynuyor. Haftasonları da basket maçlarına çıkıyor. Üstelik laf olsun diye değil. İki yıl önce dirsek yedi, dudağına 12 dikiş attılar.