Tolga Tanış

Kadınların bagajı daha mı ufak olur?

28 Ekim 2012
Tatile giderken hazırlanan değil… Konumuz, insanın hata ve defolarının toplandığı bagaj

Bizde öyle bir laf yok tabii. Geçmişte işlenmiş günahları kastetmek için “bagajı dolu” denmez… Ama Amerika’nın en süfli, bir yandan da izlerken ülkenin geneline dair fikir sahibi olabileceğiniz en acayip televizyon programlarını yapan Jerry Springer’ın son icadının da adı ‘Bagaj’ olduğu için bu seferlik öyle diyeceğiz.
Esasında flört programı. Üç erkek ya da üç kadın... Ellerinde küçükten büyüğe program boyunca sırayla açacakları üç valizle geliyorlar. Her valizde kendileriyle ilgili bir defo söylüyorlar. Seçici olarak belirlenen, Springer’ın yanındaki kadın ya da erkek de hatalara, tiplere bakıp, aralarından bagajına katlanabileceğini düşündüğü birinde karar kılıyor.
Bitmedi. Sonra seçilen, seçenin yanında getirdiği büyük kırmızı bagajı açıyor. Ve o da seçicinin en büyük günahını tolere edip edemeyeceğini düşünüyor. “Benim için fark etmez” derse, flört etmeye başlıyorlar.
“Las Vegas’ta striptiz kulüplerinde çalıştım”, “İki kere alkollü otomobil kullanmaktan ceza yedim”, “Ereksiyon hapı pazarladım”, “Nişanlımı düğün günümüzde terk ettim” vesaire…
Defalarca denk geldim. Ve bagajdan çıkan gariplikler bir yana… Her seferinde de seçiciler kadın, yarışan üç kişi erkek çıktı. Hatta formata baktım. Hiç erkekler seçmiyor mu diye. Ancak arada oluyormuş… Flört programlarına çıkmaya daha mı hevesliler? Ya da bagajdakileri ifşa etmeye daha mı meraklılar bilmiyorum. Ama Springer’ın bir röportajında dinledim. “Erkeklerden daha çok malzeme çıkıyor” diyordu.
Şimdi bunu not edip devam edelim. Springer’ın ortalama Amerikalı portrelerinden en tepeye…

BİR ŞEY BULAMAYINCA ASPERGERLİ DEDİLER

Marissa Mayer… 1998’de kurulmasından bir yıl sonra Google’a katılıyor. Şirketin ilk kadın mühendisi oluyor.

Yazının Devamını Oku

Münazara isterseniz destek veririz

21 Ekim 2012
ABD Başkanlık Münazaraları Komisyonu’nun sözcüsü Peter Eyre gayet samimi: “Türkiye’den talep gelirse danışmanlık yapmaya hazırız.”

ORGANİZASYON Seçim öncesi münazara, 1960’tan beri bir Amerikan geleneği. Sadece televizyonda ortalama izleyicisi 70 milyon. Daha önce başkaları üstlenmiş. 1988’den beri de son yedi seçimin tartışmalarını ‘Başkanlık Münazaraları Komisyonu’ üstleniyor.
KOMİSYON Komisyonun sözcüsü Peter Eyre ile konuşuyoruz. “Tam nedir işiniz?” dedim. “Bu komisyon, bağımsız ve partiler üstü. Ve hiçbir devlet yardımı almadan başkanlık münazaralarını organize edip masraflarını karşılamak için kuruldu” dedi. Tek işleri dört yılda bir münazara yapmak. “Yönetim kurulu nasıl seçiliyor” dedim. “Hiçbir grupla ilişki olmadan bağımsız seçiliyor” dedi. İçerideki Cumhuriyetçi-Demokrat dengesine bakınca gerçekçi değil ama kulağa çok hoş geliyor.
FORMAT Bugün seçime yaklaşık bir ay kala üç başkanlık münazarası, bir de başkan yardımcıları tartışması yapılıyor. Bazen sadece iç, bazen sadece dış politika. Bazen moderatör kendi soruyor, bazen de salondaki izleyicilerden gelen sorulardan seçiyor. Bazen oturuyorlar, bazen ayaktalar. Bazen yaka mikrofonu, bazen de el mikrofonu. Sebep… “Ben o formatta iyiydim, bunda değilim” mazeretini ortadan kaldırmak. Üç şansın var. Artık birinde kendini göster!
MEKÂN En ilginç kısım. Komisyona başvurup “Ben bir münazaraya ev sahipliği yapmak istiyorum” diyorsunuz. Üyeler de toplanıp olimpiyatların yapılacağı yeri seçer gibi bir karara varıyor. Üniversiteler yarışıyor. Dosya hazırlıyorsunuz. Mesela New York’taki Hofstra, iki seçimdir var. Rektöre “Nasıl başardınız” demişler. “Müfredatımızı bile ona göre ayarladık” demiş. Kriteriniz ne dedim Eyre’a. “İki yıl öncesinden başvurusu çağrısı yapıyoruz. Dosyaya göre de ideal yer belirleniyor” dedi.
MODERATÖR En çetrefilli bölüm. Uğur Dündar’ın Türkiye’deki seçim tartışmalarını yönettiği yılları hatırlayın. O dönemlerdeki çizgisiyle en az onun kadar üzerinde mutabakat sağlanacak bir isim lazım. “Moderatörü nasıl belirliyorsunuz” dedim. “Geniş televizyon tecrübesine sahip isimlere bakıyoruz. Âdil ve odak noktasının moderatör değil adaylar olduğunu anlayacak biri olmasına dikkat ediyoruz” dedi. “Reddeden oldu mu” dedim. “Hayır” dedi, güldü.
DİNAMİZM Türkiye’de Başbakan’a soru sorarken ezilip büzülen gazetecileri izlerken ben utanıyorum. Layıkıyla yapmaya çalışırken işini kaybedenlere de üzülüyorum. Bu formatın en güzel yanı, polemik kısmını adayların kendi aralarında yürütmeleri. Esas oyuncu adaylar. “Denge ne” dedim Eyre’a. “En dinamik tartışmayı yaratacak moderatörü, formatı ve mekânı bulmak” dedi.
TÜRKİYE Eğer talep olursa başka ülkelere de münazara danışmanlığı veriyorlar. Eyre’e “Türkiye’den bir talep gelirse yardımcı olur musunuz” dedim. “Eğer bir siyasi organizasyon, bir medya kurumu ya da sivil toplum örgütü isterse, teknik destek ve danışmanlık veririz” dedi. Sayın Başbakan, güvenmiyor musunuz?.. Moderatöre, yayıncıya, seçilecek sorulara… Yabancı hakem formülü gibi isterseniz münazara için de Eyre’la konuşabilirsiniz.

Yazının Devamını Oku

Balyoz’dan Babacan’a Washington empatisi

14 Ekim 2012
Obama’yı neden sevmiyorlar? Türkiye’de kimi başbakan görmek istiyorlar? Ve Balyoz’daki kritik ay, aralık...

Mitt Romney pazartesi günü dış politika prensiplerini açıkladı. Ertesi gün Cumhuriyetçilerin ideologlarından William Kristol ile ofisinde konuşuyoruz. Weekly Standart dergisinin yayıncısı. Kim olduğunu şöyle anlatmaya çalışayım: 2008 seçiminde Sarah Palin’i Alaska’dan bulup John McCain’in yanına başkan yardımcısı adayı yaptırtan adam.
“Nasıl buldunuz konuşmayı” dedim. “Bizi geleneksel Amerikan dış politikasına döndüreceğine eminim. Güçleneceğiz” dedi. Romney’yi Amerika’nın dünyada liderlik üstlendiği Truman, Reagan, Clinton, Bush ekolünün devamı saydıktan sonra da Obama’ya ağzına geleni söylemeye başladı:
“Kahire’de bir konuşma yaptı. 30 yıl boyunca Müslüman dünyasına yaklaşımımızın yanlış olduğunu iddia etti. Kendisini kırılma noktası gösterecek kadar kendine dönük.”
“Şimdi daha az ütopik olsa da bizi zayıf gösterdi.”
“Esad gitmeli, deyip bunun için hiçbir şey yapmayan aciz bir başkan.”
“Henüz bir felakete dönüşmedi. Ama dört yıl daha kalırsa çok tehlikeli.”

BİRBİRLERİNE BENZİYORLAR

Sadece Demokrat Partili olduğu için değil… Amerikan dış politikasında temel paradigmaları değiştirdiği için sevmiyorlar Obama’yı. “Karışmayın, bırakın başkaları yapsın” demesinden nefret ediyorlar. Üstelik örnek verdiğim Kristol, iç politikaya meraklı olanlardan. Bir de bunun Washington’daki dış politikacılar faslı var ki… Bana kalırsa üç aşağı beş yukarı hepsi birbirine benzeyen… En liberalinden en neo-con’una… Bir think tank masasının etrafında buluştuklarında aynı reflekslerle çoğu zaman aynı çözümlere ulaşabilen Washington insanları… Hiçbiri hoşlanmıyor. Niye? Çünkü kendilerini ellerinden oyuncakları alınmış çocuk gibi hissediyorlar.

Yazının Devamını Oku

Suudiler muhalifleri destekliyor Washington da Suudileri

7 Ekim 2012
Washington’da âdet. Sorunca, “Beyin jimnastiği” diyorlar. Biz de şimdi bir tane yapacağız. Kentin en önemli Ortadoğu uzmanlarından, Amerika’nın eski Riyad Büyükelçisi Chas Freeman ile yaptığımız bir beyin jimnastiğini okuyacaksınız: Suriye’de Suudilerin rolü

Suudi Arabistan, Suriye krizinin neresinde?- Suriye’deki muhalifler Suudilerden para ve silah yardımı alıyorlar. Suriye’nin İran bağlantısına kadar uzanan kompleks bir denge. Suudi rejimi resmi olarak Selefi’dir. Bu açıdan, Suriye, Suudi politikasının hem jeopolitik hem de ideolojik yansımalarının bir kombinasyonudur.

Krizin Türkiye’yi bu derece etkilemesi neden?- Suriye-Türkiye sınırı etnik olarak çok karışık. Şanlıurfa ve Gaziantep’teki Araplar ya da her iki taraftaki Kürtler gibi. Erdoğan Hükümeti’nin sınırları açmasından sonra Suriye’de olan her şey Türkiye’ye de yayılacaktı. Ve nitekim yayıldı da.

Suudilerin etkisi nasıl oldu? - Gelinen noktayı Suudilerin baştan hesap ettiğini sanmıyorum. Onlar İran’la bilek güreşine tutuşup, Suriye’deki sekülerizmle mücadele edeceklerini düşünmüşlerdi. 

Peki ya isyancılar üzerindeki etkileri?- Sanırım Afganistan’daki durumun aynısı yaşanıyor. Suudiler, mücahitlerin Sovyetlere karşı mücadelesini de finanse etmişti. Böylece Kabil’de bir rejim değişikliği amaçlamışlardı.

Yazının Devamını Oku

Milyon dolarlık cihaz kamyonette NASA mühendisleri otelde

30 Eylül 2012
NASA’nın üretim merkezi Maryland Kampusu’na girdim. Ofisleri, laboratuvarları dolaştım. Hem bir organizasyon mucizesi hem de 20. yüzyıla ait eskimiş bir kurumun, esnekliklerle nasıl garip bir şekilde yavaş yavaş ‘Türkleştiğinin’ öyküsü...

Antistatik, mavi laboratuvar gömleğini üzerime geçirdim. Aletlerle dolu masaların arasında dolaşıyorum. Uzay araçlarına kablo üretilen laboratuvar burası. İçerisi bomboş. Sonra yanımdaki NASA ekibiyle, arkadaki ultra temiz odaya geçtim. Ve birkaç ay içinde Ay’a gönderilecek Ladee uzay aracına yüklenecek bir cihazın paketleme işlemini izlemeye başladım. Yüzbinlerce dolar harcanarak bu laboratuvarda üretilmiş bir kütle analizcisi. Adı NMS. Dört NASA mühendisi maskeler, beyaz tulumlarla, tek bir toz zerresi bile değmeden, Ladee’ye monte edileceği California’ya göndermek için cihazı hazırlıyorlar. Ben pencereden fotoğraf çekebilir miyim diye düşünürken birden içeriden biri geldi. Ve kapıyı açıp “Hoşgeldiniz” dedi. Bitmedi. Sonra elimdeki makineyi aldı. “Bunu kimse görmedi” deyip, cihazın yanında benim için fotoğraflar çekti. Nankör bir gazetecinin şimdi size bunları anlatması aslında çok büyük ayıp. Sistemin kimseye iltimas tanımadığı bir kurallar ülkesinde NASA’da yaşadığım bu olay başlı başına şunun göstergesiydi: NASA, Türklerin devlet daireleri gibi olmuş: Salmış…

NASA BİR ORGANİZASYON MUCİZESİ

İki büyük makine... Harıl harıl çalışıp titanyum kesiyor. Yine güler yüzlü bir işçi geldi yanıma. Makinelerden çıkan parçalardan birini gösterdi. Tırnak ucu kadar, kelebeğe benzeyen bir metal. Sonra yanımdaki NASA görevlisi, parçanın işlevini anlattı. Boruların içinden geçen helyumu hızlandırıyormuş. Başka bir laboratuvardayım. Bu sefer daha büyük, boru şeklinde bir parça. Bu da daha önce statik laboratuvarında gösterdikleri kabloların monte edildiği bir aletmiş. Bir tırnak ucundan koskoca bir uzay aracına uzanan kusursuz zincirin halkaları… NASA’nın başarısını en fazla neyin tanımladığını soracak olursanız, bana kalırsa şu: Türkiye’deki yönetim kültürünün halen bir türlü beceremediği, mükemmel organizasyon becerisi ve hatasız ekip çalışması.

STRESİN OLMADIĞI YERDEN İŞ ÇIKMAZ

Apple’ı biliyorsunuz. Peki  Foxconn’u duydunuz mu? Foxconn, sizin elinizde dolaşan o pahalı Apple oyuncaklarını yapan, dünyanın en büyük elektronik üreticisi Çinli şirket. 2010’da çalışanları art arda intihar etmeye başladığında duymuştu adını dünya. Şimdi bir haftadır, Çin’deki fabrikalarında yine isyanlar var. Az maaş, kötü çalışma koşulları, askeri disiplin… İşçiler sonunda çileden çıkmış. Şimdi size rahatsız edici bir soru: Eğer Foxconn olmasaydı, sizce Apple olur muydu? Eğer kendini bütün insani zaaflardan arındırmış Foxconn’un patronu Terry Gou bir fizibilite çıkarmasaydı, Steve Jobs’un tasarımları kağıttan gerçeğe dönüşür müydü? Söyleyeyim: Hayır! NASA kampusunda iki saatten fazla vakit geçirdim. Herkes mutluydu. Herkes rahat. Herkes güler yüzlü. Herkes laylaylom. Acelesi olan tek bir insan olmaz mı? İlla sömürülsünler demiyorum elbette… Ama şunu savunuyorum: Patron baskısının olmadığı hiçbir işyerinden yenilik çıkmaz.

GÖSTERİŞİ BIRAK  SONUCA ULAŞ

Mars’a giden Curiosity’nin üstüne yükledikleri kütle analizcisi SAM’in ikizinin olduğu özel laboratuvardayım. Binanın giriş kapısına yakın, yüksek tavanlı, ufak bir oda. Mühendisler, Mars’taki SAM’e bir komut göndermeden önce, aynı komutu Mars koşullarının sağlandığı bir kutunun içine yerleştirdikleri ikizinde test ediyorlar. Çalışırsa da sinyali SAM’e yolluyorlar. Milyarlarca dolarlık bir proje bu. Ama içerideki görüntüye bakarsınız… Pencere kenarlarındaki çirkin izolasyon bantları… Hidrojenden buz tutmuş borular…  Etraftan sarkan kablolar. Hiç de gazetelerde çıkan NASA komuta merkezi fotoğraflarına benzemiyor. Burası, Mars’ta yaşam belirtisi arayan Curiosity’nin en önemli cihazı SAM için komut belirlenen yer olarak kullanılıyor. Hayır, hiç de eleştirmek için söylemiyorum. NASA’daki başarının mottosu gibi: Gösterişi bırak, sonuca ulaş!..

KAYTARDIKLARINI KİMSE BİLMİYOR

Yazının Devamını Oku

Köktendinci bir delinin resmi Steve Klein

23 Eylül 2012
İslam’la ilgili çekilen o film yüzünden radikallerin eline düşmüş, şimdiden onlarca insanın ölümüne yol açmış, bitecek gibi de durmayan Müslüman nümayişinin bir parçası Steve Klein.

Kimin tarafında olduğunun önemi yok. Birbirini besleyen iki köktendinci uçtan biri. ‘Müslümanların Masumiyeti’ filminin videosu Youtube’da dolaşıma girince, ölümler başlamamışken medyada filmin sözcülüğünü yapıyordu. Şimdi biraz kendini geri çekti. Hafta içi, sonlara doğru gerilen, 11 dakika 23 saniyelik bir telefon konuşması yaptık. Okuyunca siz de göreceksiniz. O kadar dengesiz ki... Ama dünyayı karıştıran ekibin ruh halini anlamanız, bu insanların kimler olduğunu görmeniz ve bundan sonra yaşanacak benzer hikâyelerde bir taraftaki failin prototipini anlamamız için, kusursuz bir örnek. İşte konuşurken bana tam 12 kere Amerikan Anayasası’nın ifade özgürlüğünü koruyan Birinci Ek Maddesi’nden bahseden... Mantık hataları yapan... Ölümlere rağmen gülebilen...  Köktendinci bir delinin resmi...

- Video için hangi gruplardan destek aldınız?- Grup yok, tek tek kişiler var. Videoyu yapan adam gibi. Ben sadece bir kere karşılaştım onunla. Videoyu yapmadan aylar önce.
- Tekrar iletişim kurdunuz mu?- Hayır.
- Videodan sonra olanları nasıl görüyorsunuz?- Bir sürü yanlış bilgilendirme var. Bana acayip geliyor (Gülüyor). Hiçbir zaman içinde olmadığım garip şeylerden suçlanmam…. Çok garip (Gülüyor).
- Hiç pişmanlık hissediyor musunuz?- Hayır. Kesinlikle hayır. Ben bir Amerikalıyım. Anayasa’nın Birinci Ek Maddesi (First Amendment) her şeye değer. O yüzden orduya katıldım. Amerika’da orduya katıldığımızda, Anayasa’yı desteklemek ve savunmak için hayatımız pahasına ant içeriz. Beni öldürseler de umurumda olmaz. Birinci Ek Madde’yi savunurdum.

FBI BENİ DESTEKLİYOR

- Polis sizinle sonra irtibata geçti mi?

Yazının Devamını Oku

Ölümlerin sebebi köktendinci rekabeti

16 Eylül 2012
Din, tarihte birçok kere tekrarlandığı gibi yine şiddeti körüklüyor. Ve köktendincilerin didişmesinde insanlar da kendilerine bir saf seçmeye çalışıyor: Kınamaya önce filmle mi başlamalı, yoksa şiddetle mi?

İki farklı mantık silsilesi var… Libya’da Amerikan elçisini öldürdüler, çünkü Hz. Muhammed’e hakaret eden bir film gördüler. Filmden Amerika’yı sorumlu tuttular, çünkü filmi çekenler Amerika’daydı. Filmciler engellenmedi, diplomatlar da saldırılmayı hak etti. Bu birincisi.
İkinci silsileyse şöyle: Filmi çekebildiler, çünkü düşünce özgürlüğü kapsamına giriyordu. Saldırıların hiçbir meşru yanı olmaz, çünkü en başta, Amerika’nın filmle ilgili yapacak bir şeyi yoktu.
Çok uzun ve zor bir tartışma: Ben ikinciye yakınım ama kimsenin de bir gazete yazısıyla böylesine bir konuda hemen fikrini değiştirmeyeceğini biliyorum. Aldığınız formasyon sizi çoktan bir tarafa çekmiştir. Sadece buna farklı bir perspektif katmaya çalışacağım. Ve tartışmanın felsefi kısmından öte, işin bir de rekabet eden iki şirket gibi iki dinin kökten savunucuları arasında süren bir rekabet boyutu olduğunu göstermeye deneyeceğim. Önce, ‘Müslümanların Masumiyeti’ dedikleri ucuz filmin arkasındaki isimle başlayalım. Sonra onun motivasyonu üzerinden sadede gelelim.

TELEFONDA KAHKAHA ATIYORDU

Cesur Hıristiyanlar Birliği diye bir dernek kurmuş. Şimdiki başkanı Rob Sivulka’ya ulaştım. Filmin beyni Steve Klein’la konuşmak istediğimi söyledim. “Elbette” diye cevap yazıp bir e-posta adresi ve bir cep telefonu verdi. İki gün denedim. Ne e-posta cevabı ne telefon… Cuma öğlen tam yazıyı yollamak üzereyken telefonu son bir kez daha çevirince… Bu sefer açtı: “Ben Steve Klein.”
Kendimi tanıttım. “Bir e-posta göndermiştim, aldınız mı bilmiyorum” deyince birden gülmeye başladı. “Özür dilerim ama e-posta okuyacak vaktim yok” diyor, bir yandan da gülmeye devam ediyor. Bir şey demesem daha da gülecek. “Size birkaç soru sorabilir miyim” dedim. Yine kendinden gayet emin. “Elbette” dedi:
- Türkiye’den filme destek veren Hıristiyanlardan bahsetmiştiniz. Bu konuda sizden biraz daha detay alabilir miyim?- Hayır. Aslında sizinle önümüzdeki hafta konuşalım. O zaman daha geniş bir değerlendirme yapacağım. Ama şimdilik kimlerin nasıl destek olduğunu açıklamak istemiyorum.

Yazının Devamını Oku

Türkiye ve ABD’de siyaset yapmanın farkları

9 Eylül 2012
Amerika’da siyaset mükemmel, her şey tıkır tıkır işliyor diye değil. Ama kendine has bir dinamizmi ve yere sağlam basan çok temel rasyonelleri var.

İki hafta boyunca Cumhuriyetçilerin ve Demokratların dört yılda bir yaptığı kurultayları izledim. Son günse Charlotte’ta Demokratların toplantısına gelen CHP Milletvekili Aykan Erdemir ile karşılaştım. Nasıl bir hikâye yazabilirim diye düşünürken... Konuştukça ortaya kendiliğinden bir karşılaştırma çıktı: Amerikan politikası-Türkiye siyaseti

Charlotte’a gidiyorum. Uçakta yanıma genç biri denk geldi. Sohbet ediyoruz. Arkansas Senatörü Pryor’un genel sekreteriymiş. Yaş 35. Senatörün ofisini yöneten, bütün danışmanların şefi. “Ne zaman başladın bu işlere” diye sordum. “23 yaşımda, okuldan mezun olur olmaz” dedi. Stajyerlikten giriyor. Ve 12 yılda genel sekreterliğe kadar yükseliyor. Ekibin hemen hepsi de aynı yaşlarda. Erdemir ise 38 yaşında. Ama partide görev alamıyor. Milletvekili ya… Genç ya… Daha ne olsun! Onun yerine numunelik gibi sürekli bahsediyorlar: “Kalk Aykan. Görsün abilerin, ne kadar gençsin.”
AİLE TABU OLAMAZ Bir teamül. Halkın karşısına çıkan her siyasetçi, oy isterken Amerikalılara ailesini tanıştırmak, kendini anlatmak zorunda. Obama ve Romney konuşmalarını bitirdiler. Sonra ikisi de kürsüye aileleriyle çıktı. Düşünsenize… Bir insan hakkında fikir edinmek istiyorsanız daha sağlam bir referans olabilir mi? Çocukları nasıl yetişmiş, karısı/kocası nasıl
biri, hayatları nasıl? Bizde? Bizde ise bunlar ayıp!
Tayyip Erdoğan’ın
çocuklarını merak edemezsiniz…
Kemal Kılıçdar-oğlu’nun mezhebi ve etnik kökeninden bahsedemezsiniz.

Yazının Devamını Oku