Şükrü Küçükşahin

Dubai’de 10 bin Türk yönetici olsa

28 Kasım 2005
TÜRKİYE’de de yatırım planlayan Ortadoğu’nun en büyük yerel meşrubat şirketi Oujan Grubu’na ait fabrikanın açılışı nedeniyle Dubai’ye gittik. İlk gezimiz 10 yıl önce olduğu için değişimi çok net görebildiğimiz Dubai, İslam dünyası içinde çarpıcı bir örnek olarak gelişiyor.

Müslüman dünya için, terör yerine dünyaya açılarak zenginleşmenin iyi bir örneği görülen Dubai’deki gelişme anlatılırken, ‘Dünyada inşaat sektöründe kullanılan her dört vinçten biri burada 24 saat çalışıyor’ ifadesi kullanılıyor.

Bu işin ekonomik boyutu; ama Dubai’de, Türkiye’nin de güncel sorunları haline gelen içki ve türban konularında ilginç gelişmeler gözleniyor.

Artık sadece lüks otellerde değil çoğu lokantada da içki servisi var.

Bununla da yetinilmemiş, kişilerin içki satın alabilmesinin çeşitli yolları açılmış.

Oujan Grubu’nun akşam yemeğinde olduğu gibi davetlerde içki servisi yapılması ise kimsenin umrunda bile değil.

BİKİNİLİLERE EMİR GÜVENCESİ

Örtünme konusunda ise Dubai’nin plajlarına bakmak yeterli.

Bu plajlarda cesur bikinileriyle tek başlarına sere serpe yatan kadınlara ne karışan ne de onları rahatsız edenler var.

Dubai’de her yeniliğin öncüsü görülen Emir Şeyh Muhammed el-Maktum’un tebdili kıyafetle bu plajları gezdiği, kadınların rahatsız edilip edilmediğini denetlediği, polislere, ‘Bu konuda titiz olun’ talimatı verdiğini de belirtmeli.

Çarşı pazarda g-stringli kadınların oturuş şeklinden rahatsız olan da yok.

Arap kadınlarına gelince; peçelisini de, başı açığını da görmek mümkün.

Bu arada, kamuda çalışan kadınlar daha çok türbanlı; Emirliğe ait işyerleri dahil, iş ve alışveriş merkezlerinde çalışan bayanların ise başı açık.

Diğer Arap ülkeleriyle kıyaslandığında daha özgür bir ülke haline gelen Dubai’nin, petrole değil ticarete dayalı zenginleşmesinin altında bu farkın yattığı konusunda görüş birliği var.

TÜRKİYE PAYINI ALAMIYOR

Tematik işyerleri ve binalarıyla dünyanın en ünlü yeri halini alan Dubai, 50 milyar dolara yaklaşan bütçe fazlası cazibesini sürdürüyor.

Ancak bu pastadan Türkiye’nin pay alabildiğini söylemek mümkün değil.

Oujan Grubu’nun yönetim kurulunun beş üyesinden biri olan Tolga Sezer, 1.5 yıl önce gittiği Dubai’de gördüğü bu tablodan duyduğu üzüntüyü ifade ediyor:

‘En rekabetçi sektörümüz olan müteahhitlik bile burada yok. Oysa burada en önemli konu müteaahhitlik hizmetleri. Sektörü İngilizlerin elinde olduğu için burada sadece yönetici olarak 100 binin üzerinde İngiliz var. Buraya İngilizlere yaklaşacak sayıda yönetici gönderebilecek bir ülkeyiz. Bu hayal değil. Çünkü, bölgeyi, insanları, kültürü bilmek gibi ciddi bir avantajımız ve çok iyi eğitim almış binlerce gencimiz var.’

Sezer,
Oujan Grubu’na geçtikten sonra Türk şirketleriyle milyonlarca dolarlık iş bağlantısı yapıp, ona yakın Türk’e görev verdiklerini anlatıyor.

Bu sözlerin kanıtını, fabrikanın açılış töreni ve akşam yemeğindeki Türk ağırlığı ile görünce, ‘Orta büyüklükteki şirketteki bir yönetici bile bunu yaptığına göre, sayı on binleri bulursa neler olur’ diye düşünmeden edemedik.
Yazının Devamını Oku

Kurultayda sondan yönetimde baştan üçüncüler

24 Kasım 2005
PAZARTESİ günkü yazımızda CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, partisinin hafta sonu yapılan kurultayıyla ilgili değerlendirmelerine yer verdik. Bize gelen yansımalara baktığımızda, seveni de sevmeyeni de Baykal’ın elde ettiği sonucu büyük başarı olarak görüyor.

Çünkü bizim de aralarında yer aldığımız çoğu kişinin öncekiler için ‘Bu son kurultayı’ tahmini yapmasına rağmen Baykal, dokuzuncu kurultayından, hem de siyasi yaşamının en büyük özlemi olan bir tabloya ulaşarak çıkmayı başardı.

Hemen tüm delegeden oy alan Baykal’ın yönetim listesi de deliksiz geçti.

Liderliği süresince üçü genel, üçü yerel olmak üzere altı seçimde de CHP, iktidar olarak çıkmamasına rağmen Baykal’ın, kurultayda elde edilen sonucu artık farklı yorumlamasının pek bir anlamı yok.

O nedenle, ‘Dikensiz gül bahçesi yarattı’ diye eleştirenlere, ‘Asıl şimdi parti olduk’ yanıtı veren Baykal’ın bu sözleri üzerinde durmak gerekiyor.

YÖNTEMDE DEĞİŞİKLİK OLMAZ

Baykal,
bu sözleriyle sanki geçmişte iktidar olamamanın nedenini partide muhalif görüşlerin, farklı seslerin varlığına bağlıyordu.

CHP’de böyle bir tablo kalmadığına göre artık Baykal’ın eli çok rahat.

Ancak, buradan yola çıkarak, Baykal’ın, bütün eleştirilere karşın bugüne değin sürdürdüğü tutumundan farklılığa gitmesini beklemek yanıltıcı olur.

Örneğin, AB karşıtı görüntü verdiği, milliyetçi söylemde sosyal demokrat felsefeden uzaklaştığı yönündeki eleştirilere rağmen Baykal’ın, kurultayda en çok alkış aldığı sözleri arasında bu yöndeki açıklamaları da vardı.

Bu örnek siyasal yaklaşımla ilgili; ancak yönetim tarzı açısından da aşağıda sıralayacağımız eleştirilerde bir değişiklik olmayacak gibi.

Baykal’lı CHP, yetkili kurullarını yeterince etkin kılan bir parti değil.

Parti Meclisi, TBMM grup toplantılarında yeterli düzeyde tartışma olmuyor.

Her iki platform, daha çok genel başkanı dinleme zemini haline dönüştü.

Milletvekillerinin konuşması amacıyla geçen yıl başlatılan basına kapalı grup toplantıları, Baykal katılmadığı için ilgi görmedi ve kaldırıldı.

Kurultaylar öncesi hariç, il ve belediye başkanları ile milletvekillerini ayrı ayrı veya toplu buluşturan etkinlikler hemen hemen hiç yapılmıyor.

Bilim Kurulu’nun çalışma ve raporları ise pek ilgi görmüyor.

İSPAT HAKLARI VAR

Baykal’ın yakın çalışma arkadaşlarıyla ilgili eleştirileri de anımsayalım.

Genel Sekreter Önder Sav, Genel Başkan Yardımcısı Eşref Erdem ve Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen, son iki kurultayda neredeyse tamamını yakından tanıdıkları delegeden en az oy alan üç isim.

Son kurultaydaki homojen delege topluluğunun bile listede en alt sıraya koyduğu bu üç isim, CHP’de Baykal’dan sonra en tepedeki üç koltuğun sahibi.

Kendileri çekilmedikçe, aralarındaki ilişki bazen CHP’ye zarar veren boyuta ulaşsa da, Baykal’ın bu arkadaşlarını kenara alması şaşırtıcı olur.

Demek ki sonunda istediği gibi bir parti oluşturan Baykal, ilk seçimde bu arkadaşlarıyla başarıyı yakalayacağına inanıyor görünüyor.

Bu nedenle, belki de Baykal haklı; ‘CHP ancak bu tabloyla iktidar olacak ve Baykal’da ısrar eden delege de bu kez onu başbakan yapacak.’

Bunu ispatlamaları için ise ilk seçimi beklemek dışında bir seçenek yok.
Yazının Devamını Oku

Baykal: Dikensiz gül bahçesi değil parti olduk

21 Kasım 2005
CHP’ye yeniden genel başkan seçilen Deniz Baykal oldukça memnun. ‘Dikensiz gül bahçesi yarattı’ eleştirilerini, ‘Dikenli gül bahçesi AKP’de, DYP’de, MHP’de, ANAP’ta yok da CHP’de mi olacak? Neden olsun ki? CHP, asıl şimdi parti oldu’ diye yanıtlıyor.

‘Delege ve vatandaş katılımı çok yüksek; ruhu, inancı ve iddiası olduğu; Türkiye’ye yönelik tehdit ve teşhisleri ortaya koyduğu’ için son dönemlerin en iyi kurultayını yaptıklarını söyleyen Baykal, il başkanlarının da aynı kanıda olduğunu aktarıyor:

‘Seçildikten sonra başkanlarla görüştüm. Yaptıkları işten müthiş mutlular. İlk kez böyle büyük bir kaynaşmaya tanık oldum. CHP bu manzaradan mutlu.’

ŞAKAKLARINA SİLAH DAYAYACAK DEĞİLİZ

Dün sabah görüştüğümüz Baykal’a 2006’da sandığı getirebilmek için CHP’nin ‘sine-i millet’ kozunu kullanacağı izlenimi doğduğunu söyledik.

‘Niye hemen sine-i millet akla geliyor?’ diye soran Baykal şunları dedi:

‘Normali seçimin 2006’da olması. Türkiye’nin ve dünyanın pratiği bu. Üç yıl geçti, tartışmaların geldiği düzey ortada. Bunu beş yıla taşımak doğru değil. Üstelik bu dönem, Cumhurbaşkanı seçimi nedeniyle sancılı bir dönem olacak.’

Sancıyı AKP’ye göstermek istediğini söyleyen Baykal, ‘Bu nedenle 2006’da seçim diyoruz. Tabii bunu şakaklarına silah dayayarak yapacak halimiz yok. Ama bunun dışında her şeyi, her şeyi yaparız’ diyor.

CHP, cumhurbaşkanı seçimi için son güne kadar beklemeyecek görünüyor.

Bunu herkesin bilmesi ve desteklemesi halinde AKP’nin ‘Direnirsek bedeli ağır olur’ gerçeğini göreceği kanısında olan Baykal, sözlerini sürdürüyor:

‘Direnmeleri çok özel amaçları olduğunu gösterir. Başbakan’ın günü gelmedi, konuşmayalım, demesi de yetmez. Son gün 2006’dır. Bu nedenle cumhurbaşkanı seçimi geldiğinde sine-i millete dönüş de güvence olmaz.’

İŞ DÜNYASINA GÖREVE ÇAĞRI

Baykal, 2006’da seçim için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a da sesleniyor:

‘Seçimi dün konuşmadık, bugün konuşuyoruz. Bu vatana ihanet etmek, ayağına takoz koymak, istikrarsızlık istemek değil. Ne icraat yapmak istiyorsan yap, ama yılın hangi ayında seçime gideceğini ortaya koy. Normali bu. Yoksa kafanda gizli bir amaç olduğu ortaya çıkar.’

CHP liderinin bir çağrısı da iş dünyasına:

‘İş dünyasında birçok kişi de bu gizli tertipleri bildiği için rahatsız. Ancak, rahatsızlık yaratılmasın diye bunu geçiştiriyorlar. Böyle diye diye bir ülke geriliyor. Gereken, gerekli zamanda yapılmazsa sonuç alınamaz. İş dünyası bunun bilincinde olmalı.’

Baykal, seçim isteğindeki kararlılıklarını da şöyle ortaya koyuyor:

‘Fotoğraflar çektirdik, haftaya yine çektireceğiz. Afişler hazır. Reklam ajansını seçiyoruz. Kurultaydan hemen sonra vaatlerimiz için komisyon oluşturuyoruz. Seçim otobüsleri alıyoruz. Sandık başı eğitimi için komisyonlar çalışmaya başlıyor. Sokak sokak seçmen profili çıkarılıyor; kim sandığı gitti, kim gitmediye kadar.’

‘Gerisini de onlara bırakıyorum’ dediği topluma da, ‘Türkiye büyük sıkıntılara girmemek için 2006’da sandığa gitmeli. Ben sıkıntının, iktidarın gizli hesaplarının haberini veriyorum. Toplumun da görevini yapmasını, bize yardımcı olmasını bekliyoruz’ diye sesleniyor.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan: Türküm, ama Türkçü değil

17 Kasım 2005
TÜRKİYE’nin bir numaralı sorunu olmaya devam eden terörle mücadelede en ciddi sorun kurumlar arası koordinasyonun yeterince sağlanamaması. Eski Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un 19 Temmuz’daki basın toplantısında ‘Yeni bir koordinasyon birimi kurulsun’ önerisine sıcak bakmayan hükümet, Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün başkanlığında Terörle Mücadele Üst Kurulu’nu yeniden harekete geçirme kararı aldı.

Son olaylar gösterdi ki bu kurul harekete geçse de Türkiye gibi bir ülkede, Başbakan konuya doğrudan ilgi göstermedikçe etkinlik sağlanamıyor.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise soruna derinlemesine nüfuz etmektense daha çok sloganlar yoluyla mesaj vermeye çalışıyor.

Erdoğan’ın sorunun kaynağı ve tedbirler konusunda devletin ilgili birimleriyle yoğun mesai içinde olduğunu; sorunla ilgili çıkışlarında ilgili kişilere danıştığını söylemek de olası değil.

BAKANLAR KURULU’NDA TARTIŞMA

Erdoğan,
terörle ilgili en önemli çıkışı, 10 Ağustos’ta aydınları kabulünde, ‘Kürt sorunu’ ve ‘Birinci sınıf vatandaşlık’ tespitleriyle yaptı.

Önce bu söylemin perde arkasında kalan bir yansımasını aralayalım.

İlk bakanlar kurulu toplantısında bu sözleri, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu ve Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen tarafından gündem dışı masaya getiriliyor.

Kabinenin milliyetçi duyguları daha yüksek bu üç isminden ilk söz alan Çiçek, hükümet sözcüsü olması nedeniyle de, ‘Bu kadar önemli bir açıklama yapılmadan önce bilgi sahibi olmamaktan dolayı üzüntü’ beyan ediyor.

Konunun öncelikle Bakanlar Kurulu’nda konuşulması gerektiğine işaret eden Çiçek, ‘Bunları dışarıda duyduk. Ne diyeceğimizi şaşırdık’ diyor.

Tüzmen ve Başesgioğlu da bu ifadelere katılmayan geniş bir kesim olduğunu, bunun milliyetçi hisler üzerinde olumsuz etki yapacağını belirtiyorlar.

Erdoğan, arkadaşlarını dinledikten sonra anlamlı bir yanıt veriyor:

‘Ben Türküm, ama Türkçü değilim.’

DURUM VAHİM, AMA UMUTSUZ DEĞİL

Erdoğan,
böylece ırkçı bir yaklaşım içinde olmadığını ortaya koyuyor.

Bu haklı bir açı olabilir; ama kendisinden ‘Birinci sınıf vatandaşlık’ için gereken adımları sıralaması, gereğini yaptırması da beklenirdi.

Bu yüzden Başbakan, önüne geldikçe ilgilenen, tepkide geciken bir izlenim bırakıyor.

Erdoğan, Şemdinli konusunda sonuna kadar gitme sözü verdi.

Hükümet, muhalefet, ordu, medya, sivil toplum da aynı görüşte uzlaştı.

Buna rağmen, olayları protesto edenlerin haklı tepkilerinde sınırı aştığı, terör örgütü adına meydan okumaya kalkıştığı gerçeği da ortada.

Bu duruma, yurtdışında olsa da ilk tepkiyi vermesi beklenen Başbakan’da yine gecikme yaşanıyor.

Ancak Erdoğan’ın, dün güvenlik zirvesini toplaması terör konusuna ilgisinin arttığı yönünde işaret veriyor.

Erdoğan’ın bu tutumu bize, KKTC resepsiyonunda, son olaylarla ilgili ‘Durum nasıl?’ sorusu üzerine, ‘Churchill, ‘Durum vahim, ama umutsuz değil’ demişti. Kurumların, kuruluşların ümidini yitirmemesi gerekir. Ümit biterse her şey biter’ diyen Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın kulaklarını çınlatma hakkı verdi.
Yazının Devamını Oku

Kapkaç da askerlik anısı gibi oldu

14 Kasım 2005
MUĞLA mitingi nedeniyle İzmir’e birlikte gittiğimiz DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’la, güncel siyasi gelişmelerle güvenlik konularını konuştuk. Ağar, kapkaç olaylarının yaygınlığı üzerine, ‘Artık her İstanbullu askerlik hatırası gibi nasıl soyulduğunu anlatıyor’ benzetmesi yaptı. Akşam yemeğinde de iki konuktan kapkaç hikayeleri dinleyince Ağar, gülerek bize dönüp, ‘Boşuna askerlik hatırası gibi demiyorum’ dedi.

Sabah da kapkaççıların kurbanı İclal Ülker’in ölüm haberini okuduk.

Bu tablo, eski bir emniyetçi olması nedeniyle her yerde; mitingde, vatandaşla sohbetinde, partililerin takdiminde Ağar’ın karşısına çıkıyor.

HASTALIĞININ GEÇTİĞİ AN

Gribe yakalanmış olan Ağar’ın, İzmir-Muğla arasında her ilçede yolu onlarca araçlık konvoylarla kesildi.

‘Yollardan insan fışkırıyor. Bu durumda hastalık mı kalır; geçti gitti’ diyerek ilginin hastalığını bile unutturduğunu ortaya koydu.

Meydandaki kalabalıktan memnun kalıp, ceketini çıkararak konuşması da bu sözlerinin kanıtı gibiydi.

Ağar, ceketini çıkarır çıkarmaz Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a yüklendi.

En çok da Erdoğan’a yönelik şu sözleri üzerine alkış topladı:

‘Sayın Başbakan; bütün vaktinizi kapalı kapılar ardında, sonu belli ihalelerin ön çalışmasıyla geçirdiğinizden köylünün halini, belediyelerinizin kasalarından fışkıran hamiline çekleri nereden bilesiniz?’, ‘İş bitirici Başbakan’, ‘Peşkeş ihaleler, karanlık lobiler’, ‘Türkiye’de efe, Brüksel’de kuzu’, ‘Kabadayı’.

Bizimle sohbetinde de Ağar’ın hedefinde Başbakan Erdoğan vardı.

Ağar, Erdoğan’ın, ‘Yabancı sermaye düşmanları’ eleştirisine çok tepkili.

‘Allah aşkına, bize bunu söyleyene bakın. Ömrünü yabancı sermayeye karşı olmakla geçirmiş biri’ sözleriyle bunu ortaya koydu.

ULU CAMİ İLE KULÜPTEN ÇIKAN ADAM

Erdoğan
’ın, ‘Yatırıma gelenin elini öperim’ sözlerini, ‘Başbakan’ın dilinin bir seviyesi olmalı’ diye eleştiren Ağar, devam etti:

‘Biz, sessiz sedasız ihale tezgáhlanmasına karşıyız. Daha yeni duyduk, Park Otel’i de Ofer’e vermişler. Ne zaman, nasıl verdin Allah aşkına? İstanbul’a kuleler dikiyorlar. Maketleri hazır. Hangi arada yaptınız onları?’

Erdoğan’
ın, hevesi ve bilgisi olmadığı için krizleri yönetemediğini savunan Ağar, şu ilginç saptamayı yapmaktan geri durmadı:

‘Vali ve emniyet müdürü olarak rahmetli Turgut Özal’la da, Süleyman Demirel’le de çalıştım. Bir olay olduğunda doğrudan bizi arar, bilgi alırlardı. Böylece konunun üzerinde olduklarını, bizlere destek verdiklerini gösterirlerdi. Sayın Başbakanın, bırakın güvenlik, hangi konuya doğrudan ilgisi var? Başbakanlık sadece yabancı sermayenin elini öpmek değildir.’

Erdoğan’
ın bir tek türban konusunu şahsi sorunu haline getirdiğini; ama onu da çözemediğini söyleyen Ağar, ‘Çözemez; çünkü devletimizin, toplumumuzun değerlerinin tümünü kucaklamıyor’ dedi.

Bu sorunu DYP’nin çözeceğini de ileri süren Ağar’ın gerekçesi ise ilginç:

‘Çünkü; DYP, sabaha karşı Erzurum’da Ulu Cami’den namazdan çıkan adamla, İstanbul’da gece kulübünden çıkan adamı buluşturan bir parti. Çözüm de Fransa’daki gibi türbanı lisede değil, ama üniversitede serbest bırakmaktır.’

Ağar, Erdoğan’
ı, ‘Artık bu şarkı bitti; yolun sonuna geldin. 2006 seçim yılı olacak. Bu bizim birinci hedefimiz’ diye uyarmayı da ihmal etmedi.
Yazının Devamını Oku

Muteber olan yetişkin muhbir

10 Kasım 2005
YENER Süsoy’a verdiği röportajda yetiştirme yurtlarında çocuk muhbirleri olduğunu açıklayan Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun, önceki gün de TBMM’deki sohbetimiz sırasında, ‘Muhbirlik o kadar da kötü değil’ dediğinde şaşırdığımızı ifade etmeliyiz. Dün bazı köşe yazarları da aynı örnekleri vererek Çubukçu’yu savundular.

Ancak burada sapla samanın birbirine karıştığı anlaşılıyor.

Çünkü, gelişmiş ülkelerdeki muhbirlik, yetişkinlerin gönüllü olarak, sorumluluk gereği daha iyi bir kamu düzeni için yaptıkları muhbirliktir.

Çubukçu’nun bize, ‘O ülkelerin gelişmesinde vatandaş ihbarının da katkısı oldu’ demesinde bu anlamda haklılık payı mutlaka var.

Çocuklara muhbirlik görevi vermek ise başka bir konu.

KAMUDA MUHBİR MÜFETTİŞTİR

İyi niyetli olduğu kesin; ama Çubukçu’nun anlayışı sakıncalı sonuçlar da doğurabilecek cinsten.

Örneğin, bakanın atadığı yöneticiler bir yandan yurtlarda ‘muhbir çocuk’ arayışına girmişken, diğer yandan bakanlarının kendilerine güvenmediğini düşünmeye başlamış olabilirler.

Muhtemeldir ki diğer çocuklar da bakanla bu kadar samimi olan ‘muhbir arkadaşlarını’ merak ediyor, onlara gıptayla bakıyorlardır.

Oysa şunu anımsatmak gerekir ki kamuda, işlerin doğru yapılıp yapılmadığını denetleyen, ortaya çıkaran, adları müfettiş olan görevliler var.

Bu nedenle çocuklara görev vermek yerine müfettişleri seferber etmek hem daha etkili sonuç verir, hem de çözüm önerilerini gündeme getirir.

Ancak, AKP iktidarında müfettişler, özellikle devre dışı bırakılıyor.

Malatya Yetiştirme Yurdu örneğinde görüldüğü gibi görev verilecek müfettişlerin de ‘bizim çocuklardan’ olmasına özen gösteriliyor!

Bazı kurumlarda da müfettişler, gerçek görevlerini yapmaktansa birbirine yumruk atıp atmadıklarını araştırmakla görevlendiriliyorlar (Bakınız TEDAŞ).

İSTİHBARATÇI MI YETİŞTİRİYOR?

Nimet Çubukçu
sohbetimizde, ‘Avrupa’da sokağa çöp atın da görün ne olur?’ derken bu mekanizmanın Türkiye’de tersine işlediğini de söyledi:

‘Bizde ise sürücüler hızlı gideni polise bildireceğine, selektör yaparak ileride radar olduğunun haberini veriyor.’

Bu iki örnek baz alındığında Çubukçu’yu haklı görmeyecek tek kişi çıkmaz.

Ancak, bu noktada da bir bakan, bir siyasetçi olarak Çubukçu, bir öncülük görevi üstlenebilir.

Çocuklara muhbirlik yaptırmaktansa, vatandaşın gönüllü muhbirliğini mevzuat içine sokacak düzenlemelere önayak olur.

Aksi takdirde Çubukçu, ‘muhbir çocuk’ konusunda ısrarını sürdürürse, kendisinin eleştirilmesi için zemin yaratmaktan öte sonuç yaratamaz.

Çubukçu’nun ‘Muhbirlik o kadar da kötü değil’ dediğine inanamayıp bir de bize telefon eden CHP Aydın Milletvekili Özlem Çerçioğlu’nun şu sözleri de bunu ortaya koyuyor:

‘Türkiye’de yaklaşık 200 yurt var. Her yurtta Sayın Bakan’ın dört muhbir çocuğu bulunduğuna göre 800’ün üzerinde çocuğumuz özel görevli. Sayın Çubukçu bu çocukları istihbarat örgütleri için mi yetiştiriyor?’
Yazının Devamını Oku

‘The Tayyip’ Sezer’i ikna edemez

7 Kasım 2005
ÖNCE, 29 Ekim’de Cumhuriyet Bayramı’ndaki ‘soğuk hava’ haber oldu.<br><br>Ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘Açılış törenlerine gelin, diye davet ediyoruz; gelmiyorlar. Bunu anlamak mümkün değil’ dedi. Her iki haber yeni olsa da bu haberlerin öznesini oluşturan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le Başbakan Erdoğan’ın arasındaki soğukluk yeni değil.

Konu, duygularını gizleyemeyen iki kişinin ilişkisi olunca, en küçük anlaşmazlık sorunu daha karmaşık ve gergin hale de getirebiliyor.

Ayrıca Sezer, seleflerinin aksine, mücadelesini konuşarak değil imzasıyla yapan, zor ilişki kurulan biri; Erdoğan ise hemen samimiyet kurmak isteyen, konuşmayı seven, eleştirirken kırıcı da olabilen bir lider.

ERDOĞAN KUŞKUYU DAĞITAMADI

Bu ilişkiyi sürekli gözlem altında tutmaya çalışan biri olarak, soğukluğun temelinde ilk günden beri güven sorununun yattığını ifade edebilirim.

Hiç kuşku yok; güven sorununun kaynağı, eskinin Siyasal İslamcısı Erdoğan’ın, aradan geçen üç yıla rağmen değiştiği konusunda, laik devlet ilkelerine sıkı sıkıya inanan Sezer’i ikna edememiş olmasıdır.

Evet, iyi biliyorum; Başbakan Erdoğan, Sezer’i defalarca açılış ve temel atma törenlerine davet etti; ama her seferinde, ‘Gelemeyeceğim’ yanıtı aldı.

Bu nedenle ki zorunlu durumlar haricinde üç yıldır Türkiye, Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ı böylesi hiçbir etkinlikte bir arada göremedi.

Peki, bu törenlere katılmayarak, AKP’ye ve Erdoğan’a mesafeli olduğunu ortaya koyan Sezer’i, bu kararı almaya iten nedenler neler?

Sadece çok önemli bir kaçını sıralamakla yetinelim.

EDEP DIŞILIK SEZER’E MÜBAH MI

Sezer,
altında Erdoğan’ın imzası bulunan bazı bürokrat atamalarını, 1- laikliğe karşı, 2- kıdem ve liyakati uygun değil, gerekçeleriyle imzalamadı.

Erdoğan’ı, hiç kıyısından köşesinden dolanmadan, kendi mizacına uygun olarak doğrudan ‘Atadıklarınızın arkadaşlarınız olmasına karşı değilim; ama kriterlere uygun isimler getirin’ diye uyarmayı da ihmal etmedi.

Ayrıca Sezer, AKP kadrolarının büyük çoğunlukla Milli Görüş çevreleri ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden çıkmasını onaylamıyor.

Ancak Erdoğan, Köşk’te, büyük bir saygı ve ciddiyetle dinlediği Sezer’in uyarılarına, bürokratları vekaleten görevde tutmayla karşılık verdi.

Bazı bakanların tek kararnamesini bile çevirmiş, çok sayıda Refahyol dönemi bürokratına asalet onayı vermiş olan Sezer, geri çevirdiği kararnameler nedeniyle hükümetin, ‘Bizi engelliyor’ havası yaratmasından rahatsız.

Kendisine yönelik eleştirileri çoğu zaman, ‘Edep dışı, bir Başbakan’a böyle denir mi?’ diye sert şekilde karşılayan Erdoğan’ın, AKP ve AKP’ye yakın bazı medya organlarında Sezer’e hakaret içeren eleştiriler karşısında sessizliği de gözden kaçmıyor.

Sezer, Erdoğan’ın devlet anlayışı ile de mutabık değil.

Bu çerçevede Sezer, en çok Erdoğan’ın dış temas tutanaklarının kendisine gelmemesinden yakınıyor.

Sonuçta, ‘The İmam’ karakterine atıfla, ‘The Tayyip’ afişleri ile karşılanmaya devam edildikçe, dini sembolleri öne çıkardıkça Erdoğan’ın Sezer’le ilişkisinin normalleşmesini beklemek iyimserlik olur.

Öte yandan, bizce Erdoğan, Sezer’i dışarı çıkarma uğraşından vazgeçmeli; çünkü birlikte oldukları her zemin bir kriz alameti olabilir.
Yazının Devamını Oku

Merkel, Erdoğan’ı neden bekletiyor?

3 Kasım 2005
ÖNÜMÜZDEKİ günlerde Almanya’da başbakanlığı devralacak olan Hıristiyan Demokrat Lider Angela Merkel, Başbakan Tayyip Erdoğan için zor bir muhatap olacak. Erdoğan’ın 6 Kasım’daki Almanya gezisinde Merkel’den randevu alamadığı haberleri üzerine, Başbakanlık’tan, ‘Bizim talebimiz olmadı’ açıklaması yapılsa da arka planda ciddi alınganlıkların, zorlukların bulunduğu görülmeli.

Sorunun kaynağına yönelik ipuçlarını bulmak için Erdoğan’ın, 3 Kasım seçimlerinden aldığı rüzgárın hızıyla başbakanlık koltuğuna oturmadan, Avrupa başkentlerini turladığı günlere gitmemiz gerekiyor.

BEKLETMENİN BEDELİ VAR

Erdoğan,
21 Kasım 2002 günü AKP Genel Başkanı sıfatıyla Berlin’e yaptığı gezide, Almanya Başbakanı Gerhard Schröder’den büyük ilgi gördü.

Sonraki dönemde de samimiyet dozunu artırarak bu ilişkiyi sürdürdü.

Oysa aynı samimiyeti, ‘Biz Almanya’daki Hıristiyan Demokratlar gibiyiz’ demesine rağmen bir türlü Merkel’le kuramadı.

Bunda en çok Merkel’in, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkışının etkili olduğu bir gerçek; ancak Erdoğan’ın da başbakanlarla dostluğu yeterli gördüğünü, bir gün o başbakanların koltuklarını bırakabileceğini düşündüğünü söylemek de mümkün değil.

Erdoğan, 21 Kasım 2002 günü yaptığı o gezide, Merkel’le de randevulaştı. Buluşma saat 21.00’de Türk elçiliğinde gerçekleşecekti.

Erdoğan’ın Schröder ve Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’le yapılan görüşmeler uzayınca Merkel’e, görüşmenin ‘Biraz sarkacağı’ bildirildi.

Merkel, bu nedenle elçiliğe ‘biraz gecikmeyle’ saat 21.15’te geldi.

Tam 45 dakika bekleyen Merkel, sabrına yenilip öfkeli bir şekilde Türk elçiliğinden ayrılınca bu buluşma gerçekleşemedi.

Ancak, daha sonra Merkel’in gönlünü alacak bir jest de yapılamadı.

Erdoğan, bir yıl sonra bu kez Başbakan olarak Berlin’e yeniden gitti.

Merkel’le yine randevu vardı; ama bu kez de küçük bir talihsizlik yaşandı.

Erdoğan’ın uzayan randevuları nedeniyle Merkel, 20 dakika bekletildi.

DEVLETLERARASI İLİŞKİ

Bunlar olmayacak şeyler değil; ancak Merkel’in, randevu vermede acele etmemesi geçmişe yönelik alınganlıktan da, diş gösterme çabasından da kaynaklanabilir.

Merkel örneği, uluslararası ilişkileri kişisel ilişkiden çıkarıp devletler arası zemine oturtmanın önemini de ortaya koyuyor.

Örneğin; Erdoğan ile Merkel’in buluşmamasında rolü oldu mu bilinmez; ama bu tip randevu taleplerini danışmanlar eliyle yapmaktan vazgeçmeli.

Son ABD gezisinde de randevu talebi Başbakan danışmanı eliyle yapılmış, ABD’nin tepkisi üzerine talebin elçilik üzerinden getirilmesi sağlanmıştı.

Merkel için de aynı yola başvurulmasında büyük yarar vardı.

İlişkilerin kişisellikten çıkarılması kadar önemli bir konu da yapılan tüm görüşmelerin tutanaklarının devletin arşivlerine konmasıdır.

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, Başbakan Erdoğan’a, ‘Ben uluslararası görüşmelerin tutanaklarını size gönderiyorum, sizinkiler neden bana gelmiyor’ sitemini anımsadığımızda konunun önemi daha fazla ortaya çıkıyor.

Sezer’le ilişkileri düzeltmenin bir yolu da buradan geçiyor.
Yazının Devamını Oku