3 Ekim 2005
MHP’nin, 3 Ekim’den bir gün önce Ankara’da düzenleyeceği mitingin, AB’ye karşı güçlü bir gövde gösterisi olacağı herkesin tahmini içerisindeydi. Tandoğan’daki miting alanına yaklaşırken duyduğumuz, ‘Ne mutlu Türküm diyene’, ‘Kırmızıııı beyazzz’, ‘Başkent Brüksel değil Ankara’ sloganları alanda on binlerin toplandığını hissettiriyordu. Gerçekten de alanın her karışı ve alana çıkan dört bulvar, içerilere kadar doluydu.Kalabalığı coşturmak için çalınan marşların bile ‘kırmızı beyaz yarim’ dediği alanı dolduran kalabalıktan yükselen AB’yi eleştiren pankartların azlığı ise oldukça şaşırtıcıydı. Ancak, asıl merak MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin ne söyleyeceğiydi. TABLONUN KARANLIĞINA KİTLENİN SESSİZLİĞİ ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili, Türkçe’dir. Bayrağı, al yıldızlı al bayraktır. Başkenti Ankara’dır’ bez afişi önünde konuşan Bahçeli, önce, Atatürk’ün ulusal kurtuluş savaşında izlediği güzergáh üzerindeki illerden başlayarak yoklama yaptı. Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas, Ankara, Afyon, İzmir’in ardından Edirne, Trabzon, Kars, Van, Hakkari, Diyarbakır, Şanlıurfa, Hatay, İçel, Muğla, Çanakkale illerini sayan Bahçeli’ye, en gür ‘Burada’ yanıtının Diyarbakır için verilmesi manidardı.Konuşmasına baktığımızda ise Bahçeli öyle bir tablo çizdi ki, alandaki herkesin umutsuzluktan dizlerinin bağının çözülmesi gerekirdi. Ancak, gelen tepkiler, dördü hükümet ve AB çevrelerine yönelik ‘Yuh’lar olmak üzere 8-10 sloganla sınırlı kaldı. Oysa Bahçeli, Lozan’da hevesleri yarım kalmış güçlerin, Türk milletinin ruhunu teslim almaya yönelik sinsi bir oyun oynadığı inancındaydı. Türkiye’nin limanları ulufe yapılırken; Türk bayrağına küstahça el uzatılmış; Türk tarihi aşağılanmış; Türkiye sömürgeleştirilmişti. Bahçeli, bu sözlerle de yetinmeyerek, içeride ihanet bedbahtlığı yapanlar olduğunu; bunların, bazen aydın, bazen yazar çizer, bazen sivil toplum örgütü, bazen işadamı maskesiyle ortaya çıktığını söyledi. Bu şer odaklarının başında AKP yönetiminin bulunduğunu da savunan Bahçeli, Başbakan’ın da gafletinin varlığına da işaret etti. KOALİSYON DÖNEMİNİ ES GEÇTİOn binlerin, çizilen bu ağır tabloya tepkisinin sınırlı kalmasında, belki de Bahçeli’nin izlerini aramak gerek. Bahçeli, eski, ‘AB’ye evet; ama onurlu girelim’ söylemini hiç kullanmadı; ama açıkça ‘AB’ye hayır’ da diyemedi; sadece bu noktaya geldiğini ima etmeye çalıştı. MHP Lideri, AB’nin taleplerinin Türkiye’ye büyük zarar vereceğini daha ilk günden itibaren söylediğini belirtirken idam cezasının kaldırılmasını da bunlar arasında saydı. Bahçeli’nin, idam da dahil yapılan reformların tamamı AKP hükümeti döneminde gerçekleştirilmiş; asıl reformlar kendisinin içinde olduğu hükümet döneminde yapılmamış gibi bir izlenim yarattığını da söylemeli. Acaba Bahçeli, en çok da ‘Meclis idam cezasını kaldırırsa, bunun için hükümeti yıkmam’ vizesini verdiğini anımsadıkça mı AB’ye açık açık ‘Hayır’ deme hakkını kendinde görmüyor?
button
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2005
MÜZAKERELER yaklaştıkça, Avrupa’dan Türkiye’ye yönelik ‘pes ettirme’ çabalarının yoğunlaşacağı öngörülebilir bir durumdu.Ancak, baskıların düzeyinin bugünkü noktaya gelebileceği, AB’ye gönül ve destek veren Türk çevreleri için dahi pek beklenen bir tutum değildi.Bu nedenle, ‘Masaya oturmayalım’ diyenlerin sayısında ciddi artış var. Masaya oturmamanın temel dayanağı, AB’nin Kıbrıs politikası gösteriliyor.Çünkü, KKTC’ye ekonomik izolasyonun kalkması için bile verdiği sözü yerine getirmeyen AB’nin, Kıbrıs politikasının geldiği nokta, ‘KKTC, Doğu Almanya’nın Batı’ya ilhakı gibi, Güney Kıbrıs’a yamansın’ olarak özetleniyor.FRANSA’NIN TETİKÇİSİ PAPADOPULOSBugüne kadar, daha çok Türkiye’nin eksiklikleri üzerinde duran, AB için yoğun çaba gösteren, kamu görevlileri de dahil kişilerle yaptığımız görüşmelerde, Avrupa’nın yarattığı hayal kırıklığının nedenleri arasında ilk sırayı Avrupalı siyasilerin tavrı alıyor. Çünkü, Gerhard Schröder dışındakiler, kamuoylarının Türkiye karşıtı tutumu karşısında tavır alma cesareti gösteremedi. Diğer nedenler de şöyle sıralanıyor: 2007’deki başkanlık seçiminde, ‘Türkiye’nin üyeliğini durdurma’ yarışına gireceği anlaşılan Fransız sağı, ‘Ekonomik çıkarlarımız zarar görmesin’ gerekçesiyle sinsi bir politika izleme yoluna gidiyor. Fransız sağı, tetikçi olarak da Rum Kesimi Lideri Papadopulos’u buldu. Bu şımarıklık Papadopulos’a, süreci durdurmak için elindeki kartları fazlasıyla kullanma şansı da getirince, yenilir yutulur cinsten olmayan, Türkiye’nin burnunu sürtme amacı güden bir karşı deklarasyon yayınlandı. Oysa, tam üyelik perspektifi verilmeyen bir Türkiye’de, hiçbir hükümetin bu tür ağır şartları onaylamayacağı bilinen bir gerçekti. Aynı iç çevrelerin, Avrupa’nın, ‘Kusura bakmayın, size söz verdik; ama yapamayacağız’ deme cesareti göstermektense, Türkiye’yi teslim olmaya zorladığını kabul etmekle beraber hükümete yönelik bazı eleştirileri de yok değil. YAVAŞ HAREKET POLİTİKA OLDUBu eleştiriler ise şöyle sıralanıyor: Hükümet, 17 Aralık öncesindeki siyasi kararlılığını sonrasında gösteremezken, başmüzakereci ataması da anlaşılamaz gerekçelerle geciktirildi. Başmüzakereci Ali Babacan da aylarca nasıl bir kadroyla çalışacağını açıklamazken; ancak 3 Ekim’e doğru, ‘esnek müzakere heyeti’ mesajı verdi. Babacan, ‘Neyi görüşeceksek, yanımda o bakanlık elemanları olacak’ diyordu. Ancak herkes hemfikir ki, önceki aday ülkelerde, adları farklı da olsa bir çekirdek müzakere kadrosu oluşturuldu. Böylece TOBB, TÜSİAD ve DPT’yi kırma çekincesiyle onlara, ‘Merak etmeyin; zamanı geldiğinde sizi de ekibe alırız’ mesajı veren Babacan’ın bu tutumu, kararlı bir başmüzakereci görüntüsü vermedi. Oysa; işi geceli gündüzlü kendilerine amaç edinecek, kafa yoracak bir çekirdek kadronun hızla oluşturulup harekete geçilmesi gerekiyordu. Bu bir kenara; AB Genel Sekreterliği bile atıl hale dönüştürüldü, yavaş hareket etmek, hükümetin politikası haline getirildi. Ayrıca, Türkiye’nin masada kalıp kalmayacağı belirsiz olsa da esnek müzakere heyeti, heyetlerin sık sık değişmesi demektir ki, bunun tehlikeli sonuçları görülebilir.
button
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2005
<B>AKP </B>çoğunluğu tarafından Yüce Divan’a gönderilen eski Başbakan <B>Mesut Yılmaz</B>’ın avukatlarının hukuk bürosunda şu günlerde hummalı bir çalışma var. Bu hummalı çalışmayı yürüten avukatların, kıs kıs gülmeyi ihmal etmediklerini de biliyoruz.
Bütün gazeteleri tarayan avukatlar, bazı haberleri kesip dosyalıyorlar.
Dosyaladıkları haberler, TÜPRAŞ hisselerinin yüzde 14’ünü alan, Galataport ihalesini kazanan İsrailli işadamı Sami Ofer ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın görüşme ve ilişkileri hakkında.
Avukatlar, Kanadalı medya devi Canwest firmasının, Star medya grubu ihalelerindeki büyük atağını belgeleyen haberlerin hiçbirini de atlamıyorlar.
Hazırlığın, Yüce Divan’da savunma için yapıldığı tahmin edilmiş olsa gerek.
YILMAZ’A YÖNELİK SUÇLAMA
Bu noktada önce, Yılmaz’ın, ‘Türkbank ihalesi sürecinde, ihalenin yapımında ve fiyat oluşumunda fesat karıştırmak suretiyle güdümlerinde bir medya düzeni kurmak için tüm organizasyonları gerçekleştirdikleri, böylece siyasi rant amaçladıkları’ gerekçesiyle Yüce Divan’a gönderildiğini anımsanmalı.
Yılmaz’ın, ‘Devlet alım-satımına fesat karıştırmak’ suçunu işlediği iddiasıyla 15 yıla kadar hapis cezası talep edildiğini de eklemeli.
Ayrıca; Yılmaz’ı, ihale öncesi, işadamları ile görüşmelerini gece yarısı ve evinde yapmakla suçlayan TBMM Soruşturma Komisyonu’nda, ‘Bir başbakan, ihalelere bu şekilde müdahale edemez’ kanaatine de varılmıştı.
Komisyon, gerçekleşmeyen o ihale sürecinde, işadamları ile görüşmesini gizlemeyen Yılmaz’ın, ‘Bunu kamu yararını sağlamak için yaptım. Bu amaçla herkesle de görüşürüm’ demesini de pek inandırıcı bulmamıştı.
KOMPLO MU, ALLAH’IN SOPASI MI?
Avukatların savunmalarına dayanak yapacakları Başbakan Erdoğan ve Kemal Unakıtan cephesine bakıldığında ise şunların görüldüğü bir gerçek.
Erdoğan, Sami Ofer’le görüştüğünü önce reddetti, sonra da sadece Davos’ta buluştuğunu, Ankara’da ise bir araya gelmediklerini söyledi.
Ertesi gün, Ofer’in, Ankara’daki görüşme nedeniyle Erdoğan’a teşekkür mektubu yazdığı ortaya çıkarken, Davos’ta, Erdoğan’ın da onayı ile Galataport ihalesinde değişikliğin masaya yatırıldığı bilgisi geldi.
Bu arada, Unakıtan’ın da firma yetkilileri ile defalarca görüştüğü; ihaleyi etkileyecek bir yasanın gece yarısı TBMM’den geçirildiği belirlendi.
Bu gelişmeler karşısında, Erdoğan ve Unakıtan, ‘Babalar gibi satmak için aktif pazarlama yapıyoruz. Herkesle de görüşürüz’ savunması yaptılar.
Tam bu süreçte, Ofer gibi, Canwest’in temsilciliğini de Mehmet Kutman’ın yaptığı anlaşılınca iki firma arasında bağlantı kurulmasında gecikilmedi.
Şimdi Yılmaz’ın avukatlarının Yüce Divan’da, ‘Başbakan’ı da mı ihaleye müdahale etmek, kendine yakın bir medya oluşturmaya çalışmakla suçlamak veya ‘Abdestinden şüphesi olmayanın namazından korkusu olmaz’ diyerek inançlı bir insan olarak müvekkilimizin abdestinden şüphelendiğine mi kanaat getirmek gerekli?’ demelerinin, bu davayı çifte standardın örneği gibi göstermelerinin önünde engel var mı?
Bu arada bizim de bir merakımız oluştu:
Mehmet Kutman’ın Yılmaz’la kuzen olmasını, komplo teorisine göre mi, ‘Allah’ın sopası olsa’ anlayışına göre mi değerlendirmek gerekir?
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2005
<B>BUGÜN</B> sizlere, TBMM’nin terör olaylarını ele aldığı olağanüstü toplantı öncesinde iktidar kulisindeki görüntüyü aktarmak istiyorum. Kulisi tıka basa dolduran milletvekilleri, büyük öbekler halinde Genel Kurul’daki görüntüyü aktaran televizyonların önünde ayakta bekleşiyorlar.
Merakları, içerideki muhalefet milletvekillerinin toplantı yeter sayısı olan 184’ü bulup bulmayacağı.
TV görüntüleri, içeridekilerin alkışlarını aktarınca kuliste yüzler asılıyor.
Yüzü asılanların başında da Grup Başkanvekili Salih Kapusuz geliyor.
Kapusuz, hemen alkışın anlamını çözmek için içeriye birini gönderiyor.
İçeri giren arkadaşı geri dönüp, ‘Toplantıda bulunduklarını imzalı pusula ile bildirenlerin içeride olup olmadığı konusunda tereddüt var. Ona bakılacak’ dediğinde Kapusuz’un yüzü biraz daha normale dönüyor.
MUHALEFETİN ŞIMARIKLIĞA CEVABI
Kapusuz, bunun yapılabildiğini biliyordu.
Çünkü, geçtiğimiz aylarda Belediye Yasası görüşülürken benzer bir olay yaşanmış, AKP’li 7 milletvekili mükerrer oy kullanmıştı.
Meclis tarihinde ilk kez bu kadar büyük sayıda mükerrer oy verilmişti, aynı şey neden bir kez daha olmasın ki?
Bu kez ekran karşısına yeniden geçildi, pusula gönderen milletvekillerinin Genel Kurul’da olup olmadığına tek tek bakılıyordu.
Sonuçta muhalefet, Genel Kurul’u açmayı başardığı gibi, mükerrer oy iddiasından da yüz akıyla çıkıyordu.
Bu görüntünün AKP’ye bir şey kazandırdığını ileri sürmek ne kadar mümkün bilinmez; ama yitirdikleri konusunda çok şey söylenebilir.
‘Meclis, AKP’siz çalışamaz’ şımarıklığı boşa çıkıyor, muhalefeti küçümsemenin darbesi yeniyor, partide moral bozukluğuna yol açılıyordu.
AKP’nin, daha başlangıçta, ‘Toplantıya katılacağız; çünkü muhalefetin mutlaka çözüm önerileri vardır, onları dinlemek istiyoruz’ demediği için gidip halka, ‘Hayret hiçbir çözüm önermediler’ deme hakkı da ortadan kalktı.
Bunlar AKP’nin kayıplarıydı, bu kayıplar da partiyi bağlar.
TERÖRE ORTAK TAVIR ALINAMADI
Ama asıl kayıp, terörle mücadele karşısındaydı.
Çünkü TBMM, Türkiye’nin bugün en büyük sorunu terör karşısında bütün partilerin ortak tavır aldığı bir zemin haline getirilemedi.
AKP, toplantıya daha başından sıcak bakıp kulise kadar gelmişken, içeri de girseydi; TBMM, bütün partilerin terör karşısındaki ortak tavrını sergileyen bir bildiri yayınlansaydı, bundan Türkiye kazançlı çıkmaz, halk da moral bulmaz mıydı?
Daha da önemlisi, AKP yönetiminin tavrı, iktidarın, terörü hafifsediği yönünde tehlikeli bir algılamanın doğmasına da neden oldu.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın toplantıya katılmaması da bu algıyı güçlendirdi.
AKP’nin tecrübeli milletvekilleri, bu olasılıkları bakanlara da, parti yöneticilerine de önceden aktarmıştı.
Bazıları, ‘Böylesi bir toplantıyı biz istemeliydik’ bile demişti; ancak sonuçta, ‘Büyüklerimiz her şeyi iyi bilir’ sözü bir kez daha hayata geçti.
Bu sözü, o gün bize bazı AKP’lilerin anımsattığını da belirtelim.
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2005
<B>CHP’</B>nin, artan terör olaylarını görüşmek amacıyla Meclis’i toplama girişimini AKP, Genel Kurul açıldığında içeriye girmeyerek engellemeye çalışacak. AKP’nin bu çabasına rağmen Genel Kurul açılırsa bu, her fırsatta Meclis’te ele alınmayacak konu yok diyen iktidar için, bugün Türkiye’nin en önemli sorunu haline gelen bir konuyu konuşmaya pek niyetli olmadığı izlenimi doğurmuş olmayacak mı?
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, bu görüşte; ama hiçbir kuşkusu yok.
‘Onlara sürprizlerimiz var. Yaptıkları yakışıksızlığa rağmen TBMM toplanacak. Onlar tıpış tıpış gelecek, biz de çatır çatır konuşacağız’ diyor.
Baykal sorunun, hükümete rağmen muhalefet tarafından konuşulur hale getirilmesinin terörle mücadelede bir talihsizlik olduğunu da savunuyor.
HÜKÜMET İŞİN ÖNEMİNİN FARKINDA DEĞİL
Sohbetimizde, hükümetin, terörün geldiği aşamanın tehlike ve nedenlerini yeterince kavrayamadığı konusunda Baykal’da ciddi bir endişe gördük.
Meclis’i toplama girişiminin bu nedenle çok yararlı olduğunu söyleyen Baykal, ‘Amaç hükümeti terör karşısında sıkıştırmak değil; yanlışlarını, çelişkilerini, terörün yeni boyutunu bizim görüşümüzle anlatmak’ diyor.
Baykal’daki bir başka endişe ise terörün sahiplenildiği, himaye edildiği.
‘En büyük korkum da hükümetin bu durumu da kavrayamadığıdır. Muhalefet olarak uyarma görevimizi yapıyoruz. En uygun zemin de TBMM’dir’ görüşündeki Baykal, sık sık muhalefete, ‘Kan üzerinden siyaset yapmayın, öneriniz varsa söyleyin’ çağrısı yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Meclis’e gelmeyecek olmasını da tutarsızlık olarak niteliyor.
Erdoğan’a ‘Açılımı asıl böylesi toplantılar ardından yapmalıydın’ diye seslenen Baykal, böylece Başbakan’ın açılım kararlarını aldığı zemini de sorgulama yoluna gidiyor.
TERÖRE KARŞI ÇIKAN YALNIZ BIRAKILDI
CHP Lideri, terörün yenildiği bir süreçte iktidar olan AKP’nin çok önemli bir zaman dilimini boşa harcadığını da ileri sürerken şöyle konuşuyor:
‘Hükümet işe başladığının ertesi günü, bölgeye, devletin yatırımcı kuruluşlarıyla yığınak yapmalıydı. Sulamadan yol yapımına; köylerinden ayrılmış olanların tazminatlarının hemen ödenmesinden refahı artırmaya kadar, terör dışındaki tüm alanlarda da devletin gücü gösterilmeliydi.’
Baykal, bu sözlerin ardından Erdoğan’ı iğnelemeye devam ediyor:
‘Oraya hizmeti yığdıktan sonra gidip, ‘Ser çave’; imkanlarımız kısıtlı, ama ne isterseniz başımla beraber, diyeceksin ki havayı değiştiresin.’
AKP’yi, bu zaman diliminde terör örgütünü halktan tecrit etmeyi, marjinalleştirmeyi bile sağlayamamakla suçlayan Baykal, aksine, örgütle içli dışlı olanları meşrulaştırma, teröre destek verenleri muhatap alma gibi bir hava yaratıldığı inancında.
AKP yönetiminde, ‘Genelkurmay, MİT, JİTEM kim ki, biz bildiğimizi yaparız’ yolunda demeçler verildiğini anımsatan Baykal, bunu, ‘gereksiz, saçma bir meydan okuma’ olarak niteliyor, çok da tehlikeli buluyor.
Geçtiğimiz günlerde, terör örgütünün, bir mensubunun cenazesi gerekçesiyle baskı, şiddet, cam çerçeve indirerek Ağrı’da matem havası yaratmak istediği, ancak esnafın PKK’ya direndiği bilgisini de aktarıp son bir uyarıda bulunuyor:
‘Bakın; çok tehlikeli bir şey daha oluyor. Esnaf, bu direnişinde güvenlik güçlerini yanında bulamıyor. Peki esnaf yarın nasıl direnecek?’
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2005
<B>DERGİ </B>sizin göreve gelmenizden sonra çıkarılmaya başlanıyor. Künyede imtiyaz sahibi olarak siz görünüyorsunuz.
Bağlı olduğunuz bakan da Yayın Danışma Kurulu üyesi.
Derginin Genel Yayın Yönetmeni, sizin basın danışmanınız.
Derginin yazışma adresi ise sizin basın müşavirliğiniz.
Hal böyleyken, bu dergi, ihale verdiğiniz firmalardan ciddi rakamlarla reklam alıyorsa, ‘Bu benimle alakalı değil’ demeniz inandırıcı olabilir mi?
Veya bu künyeyi gören o müteahhitlerin reklam vermeme şansı olabilir mi?
BUNLAR KÜÇÜK ŞEYLER!
Sözünü ettiğimiz bürokrat, DSİ Genel Müdürü Prof. Dr. Veysel Eroğlu.
Dergi de Su İşleri Vakfı adına Eroğlu’nun sahibi olduğu Su Dünyası.
Derginin basımı ve (vakıflar bağış alamadığından olsa gerek) reklam toplama işi, İstanbul’daki bir firma tarafından yapılıyor.
Önceki gün aradığımız Eroğlu’na, bu dergiyle, İstanbul’da geçen hafta yapılan ‘Su Sempozyumu’ giderlerinin sponsor DSİ müteahhitlerince karşılanmasıyla ve Deriner Barajı keşif artışıyla ilgili sorular yönelttik.
Eroğlu’nun, ‘Küçük şeyler’ dediği dergiyle ilgili yanıtlarından başlayalım:
‘Dergiyi çıkaran reklamını da alır. Bu beni ilgilendirmez. Müteahhit isterse reklam verir, istemezse vermez. Bizimle alakalı bir konu değil. Biz, buradan sadece vakfa belli miktarda isim hakkı alıyoruz.’
Eroğlu’nun isim hakkı dediği rakamın toplanan reklama göre komik kaldığını; vakıf yönetiminin, daha çok bağış adı altında toplanan reklam gelirinin miktarı ve ne şekilde harcandığı konusunda hiçbir bilgisi olmadığını; reklam toplanırken DSİ görevlilerinin de devreye girdiğini belirtmeli.
DSİ müteahhitlerinin bu reklamları isteyerek değil, Eroğlu adı nedeniyle vermek durumunda kaldıkları da bir başka iyi bilinen gerçek.
SPONSORSUZ
OLMAZ
Eroğlu, ‘Başkaları yapsa 3-4 milyon dolar harcardı’ dediği Uluslararası Su Sempozyumu’nun, DSİ müteahhitleri ve müteahhit örgütlerinin sponsorluğunda gerçekleştirilmesini de sonuna kadar savunuyor.
Sponsorlukların gönüllü olduğunu aktaran Eroğlu devam ediyor:
‘Bu da küçük şey. Biz 3.5 katrilyona hükmediyoruz. Şimdiye kadar 3 katrilyon tasarruf yaptık. Buna bakılsın. Böylesi etkinlikleri bütçeden yapmak mümkün değil. Uluslararası bir toplantıda kendilerini göstermek isteyen her müteahhide de doğal ki yardımcı olurum. Karşılığında da kimi uçak, kimi otel, kimi de yemek masrafını karşıladı. Kimi de stant kiraladı.’
Oysa bizdeki bilgi, firma ve müteahhit derneklerinin aranarak, harcama miktarı veya katılımcı sayısı da verilmeden, ‘Sen otel, sen yemek, sen uçak giderlerini karşılayacaksın’ denildiğidir.
Eroğlu, Deriner Barajı keşif artışı konusunda ise sözleşmeye uymaktan kaynaklanan bir artış yapıldığını, yüzde 4 bin 505 rakamının doğru olmadığını, ortalamanın yüzde 66’da kaldığını, üstelik bu işlemle 200 milyon dolarlık kár sağlandığını anlattı.
Yüzde 4 bin 505’lik keşif artışı da, yüzde binliği de, yüzde 700’lüğü de Eroğlu’nun imzasını taşıyan belgenin her sayfasında duruyor.
Bu bir yana; biz, keşif artışının haklı veya haksızlığı üzerinde durmadık, AKP kadrolarındaki, ‘Biz yaparsak doğru, başkası yaparsa Yüce Divan’lık’ anlayışını ortaya koymaya çalıştık.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’dan yakın çalışma arkadaşı olan Eroğlu’nun açıklamalarında da aksi yönde bir işaret bulamadık.
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2005
FEODAL geleneklerin hüküm sürdüğü bölgede etkinlik gösteren bir terör örgütü, çokeşlilikteki, töre cinayetlerindeki mağduriyetine sessiz kaldığı kadını, yasadışı gösterilerinde neden en önde tutar?Bazı radikal dinci örgütler için de aynı soru geçerli. Aile içi şiddette ve son Gamze Özçelik olayında bir kez daha görüldüğü gibi cinsel tacizlerde de neden kaybeden hep kadın oluyor? Aile ve Kadından Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun yanıtı şöyle: ‘Keşke fiziksel eşitlik olsa da düello edilse. Onurlu olan eşitler arası mücadeledir. Eşit olmayan güce karşı şiddet kullanılıyorsa bu, ödleklik, korkaklıktır. Oysa yiğitçe olanı, sorun neyse, onun çözümünü de eşit koşullarda kabullenmektir. Gösterilerdeki de ödleklikten kaynaklanıyor. Kadın başka bir güçten korunmak için maşa gibi kullanılıyor.’ TOPLUMSAL AYIPLAMA ÇOK ÖNEMLİ Çubukçu, ‘25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Son Günü’ nedeniyle bu yıl yeni Türk Ceza Yasası ile kadını eğitmeyi öne çıkaracaklarını söylüyor. ‘Çünkü, haklarını bilmeyen, bir gelire kavuşsa bile markete gidip ekmek almasını beceremeyen kadın sonuç almaz’ diyen Çubukçu, hak bilincinin kadına güç kazandıracağı görüşünde. Ancak Çubukçu, kampanyalarla siyasilerin yaptığı çağrıların sınırlı etki yarattığının da bilincinde olduğu için bazı önerilerde bulunuyor Popüler kültürü benimsemese de toplumun eğilimini bildiği için, birinci önerisini bu dizilerde oynayan erkek sanatçılara yapıyor. ‘Saygın bir sanatçının, bu dizilerde kadına yönelik şiddete karşı çıkan bir sözü biz siyasilerden çok daha etkili oluyor’ diyor. Bu öneriyi yaparken, ‘Medya pek özenli değil. Ağa, bey dizileri öne çıkarılıyor. Çokeşliliğe karşı olduğunu söyleyenler bile kahramanlarını çokeşliler arasından seçiyor’ sözleriyle sitemde bulunmayı da ihmal etmiyor. Çubukçu’nun ikinci önerisi, şiddeti uygulayanların toplumca ayıplanması.‘Şiddeti uygulayan toplumca küçümsenmediği sürece cesaretlendirilmiş oluyor’ inancındaki Çubukçu, yasadışı evlilikle küçük yaşta yapılan evliliklerin şiddete daha fazla zemin hazırladığı gerekçesiyle bu konularda da duyarlılık istiyor. ARINÇ, REMZİYE’NİN ANNESİNİ DE ARASAYDI Çubukçu’yu dinlerken muhafazakár siyasetçilerin kadına yönelik şiddet konusunda yeni bir tavır geliştirmesinde fayda yok mu diye düşünmedik değil. İlk akla gelen de TBMM Başkanı Bülent Arınç oldu. Türban konusundaki duyarlılığı çok iyi bilinen Arınç, Sivas’ta kızının mezuniyet törenine alınmayan türbanlı anneyi arayıp destek vermişti. Acaba aynı Arınç, 19 yetişkin erkeğin tecavüz ettiği, zatürreeden öldü denilerek, Mardin’de bir mezarlığın ücra köşesine gömülen Remziye Sevda’nın yakınlarını da arayıp, ‘Kızın 13 yaşında bir çocuktu. Suç onda değil, ondan yararlananlarda. Hiç değilse cenazesine sahip çıksaydınız’ deseydi, yaşam hakkına saygıdan başka ne yapmış olurdu? 12 yaşında tecavüzcüsü ile evlendirilen 15 yaşındaki R.G’nin kocası, 7 yaşındaki bir erkek çocuğuna da tecavüz ettiği için cezaevine konulmuştu. Bu süreçte, annesine ziyaretlerini sıklaştıran R.G’yi, kayınpederi, ‘Namusumuzu kirletiyorsun’ diye suçladı ve cezayı da burnunu keserek verdi. R.G’nin ailesine destek veren bir Arınç, kadına yönelik şiddette başka bir havanın oluşmasını sağlamaz mıydı?
button
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2005
BAŞBAKAN Yardımcısı ve Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin ile Anayasa değişikliği konusundaki son gelişmeleri konuştuk.İzlenimimiz; CHP ile mutabakata varmadan Anayasa değişikliği yapılmayacağı, hükümet için güvenoyu anlamına gelecek bir referanduma gidilmeyeceği yönünde.Yüksek Askeri Şûra kararlarını da içeren değişiklik tartışması sonrası Başbakan Tayyip Erdoğan’ın devreye girip, ‘Uzlaşma olmadan Anayasa değişikliği yapmayalım’ mesajıyla çerçeveyi belirlediğini söylemek mümkün.Anlaşılan, dar bir paketle yetinilecek; Cumhurbaşkanı’nın yetkileri, Anayasa Mahkemesi, YÖK, Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) ile ilgili maddelerin gündeme gelmesi için bir ısrarda bulunulmayarak geçilen süreçte yeni bir kriz yaratılmayacak.ANAHTAR KELİME Şahin’in, bu izlenimimizi teyit eden en önemli cümleleri şöyle: ‘Başbakanımızın, grubumuzun, benim anahtar kelimemiz, uzlaşmadır. Başbakanımız da defalarca söyledi. Bütün vatandaşları ilgilendiren Anayasa değiştirilirken, toplumsal uzlaşmayı en ince noktasına kadar aramalı.’Şahin, ‘Konu hükümetin değil, grupların konusu. Eğer grubumuzun bir teklifi olacaksa bu, CHP ile olmalı. CHP’nin desteğini ararız. CHP’nin de itiraz etmeyeceği, bizim de istediğimiz birçok madde olduğuna inanıyorum’ derken Türkiye milletvekilliği, seçilme yaşının 30’dan 25’e indirilmesini ilk iki örnek olarak sıralıyor.Memur sendikalarıyla yaptıkları görüşmelerde, hem Başbakan Erdoğan’ın hem de kendisinin, ‘grevli toplu iş sözleşmesi hakkı’ sözü verdiklerini açıklayan Şahin, CHP’nin buna destek vereceğinden hiç şüphe duymuyor. Dokunulmazlıkların sınırlandırılmasına da ‘varız’ diyen Şahin, masaya oturulması halinde daha pek çok maddede uzlaşma sağlanacağına inanıyor. Geçen yasama döneminde beş parti bir araya geldiği halde 51 maddede uzlaşma sağlandığını, bunlardan 34’ünün değiştirildiğini anımsatıyor.Şahin, AKP’nin tek başına Anayasa değiştirecek çoğunluğa sahip olmadığını, 367’nin altında kalınması halinde ise referanduma gidileceğini bildiği için, ‘TBMM’de ittifak sağlandığında referanduma gerek kalmaz’ görüşünü savunuyor.KURUMSAL UZLAŞMA Daha önceki açıklamalarında, YAŞ kararlarıyla ilgili değişiklikten de söz eden Şahin, konu yeniden bu noktaya gelince biraz sitem ediyor.Neden konunun hep buraya çekildiğini soran Şahin, ‘Geçmişte, CHP de Cumhurbaşkanı’nın, Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun, YAŞ’ın da dahil idarenin tüm kararlarının yargı denetimine tabi olmasından yanaydı’ diyor. Yargı denetimine açıklığın kayıp olmadığını, hukuk devletinin böyle güçleneceğini anlatan Şahin, tartışmanın YAŞ merkezli sürdürülmesinin demokratik geleneklerle de uyuşmadığına inanıyor.‘İşlemin hukuk içinde olduğuna inanan, yargı denetiminden çekinmez’ diyen Şahin, son noktayı şöyle koyuyor:‘Ayrıca, bu söylemin Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı bir eylem gibi değerlendirilmesi de yanlış. Buna üzülüyorum. Hukuk sınırları içindeki kararlar, kurumları daha da güçlü kılar. Öbür yandan, YAŞ’ın, emeklilik, terfi ve tayin gibi bazı kararlarının denetim dışı kalması benim de inancım. Bunlar Silahlı Kuvvetler’in disipliniyle ilgili. Silahlı Kuvvetler’in iç disiplinini bozacak karar ve uygulamalara ben de karşıyım. Üstelik böyle bir düzenleme olacaksa, kurumlarla mutabakat içinde olmalı.’
button
Yazının Devamını Oku