Sıtkı Şükürer

Onlar artık eküridir

8 Ocak 2012
ULUDERE’de yaşanan acı olay sonrasında medyada yer olan yorumları gözlüyorum. Hemen herkes kendine tutarlı gelen bir bakış açısıyla yargılar oluşturuyor. En dikkat çekici çıkışı Taraf Gazetesi yaptı. Yazarları ağızbirliği etmişçesine siyasi iktidar (başbakan) ile Genelkurmay’ın uyumuna takılmış durumdalar.
İnsanın bu yorumları okuyunca “günaydın” diyeceği geliyor.
Bakınız, detaylarla kafayı karıştırmadan büyük resme baktığınızda, 19. yüzyılın sonlarından itibaren iktidarı ve silahı elinde bulunduran güçler hiçbir zaman gayrimüslimleri bu topraklarda istemedi. Neticede emellerine nail oldular.
Kendilerince bir devlet – ulus hayal ettiler, ön şart olarak sadece Müslümanlardan bir payda oluşturdular, akabinde Türk dili çatısı altında, tavizsiz bir modeli hayata geçirdiler. Çerkez, Boşnak, Arnavut, Arap, Kürt demeden kimini “güzellikle”, kimini “daha az güzellikle” tek bir potada eritmeye, “kaynamış ve sınıfsız bir toplum” haline getirmeye gayret ettiler. Bu tarihi süreçte, vaka bazı ağır haksızlıklara maruz kalsalar da, kendilerini öncelikli olarak Müslüman kimliği üzerinden tanımlayanlar, hedef kitle olmadıklarından diğerleri ölçüsünde tahribata uğramadı. Bu sebepten ötürüdür ki “kenarda beklemek”, “topa girmemek” bu kitlenin ana davranış kalıbı oldu.
Esasında onların da kafası biraz karışıktı. Ne güzel kendi dışındaki birileri memleketlerini “kafirlerden arındırıyordu (!)”, “güç” dediğin değişkendi, zamanı geldiğinde “steril ortam”da işleri daha kolaylaşabilirdi.
Ama “kazın ayağı” her zaman umulduğu gibi olmaz. Devlet-ulus ideolojisi, baskıyla da olsa kendi kültürü ile insanları biçimlendirmeye, “vefakar müşterisini” oluşturmaya başlamıştı.
İşin ilginci sutre gerisinde gününü bekleyen “Koyu Müslümanlar” da bu katı biçimlemeden ister istemez nasibini alıyordu.
Gün geldi, teoriye pek uymayan yepyeni bir sosyolojik olgu şekillenmeye başladı.
“Memleketin evladı kendisini sakınmış, mesela İmam-Hatip’te okumuş, dindar ve fakat aynı zamanda milliyetçi, hem de koyu Türk milliyetçisi.”
Hani “ümmet esastı, ırk uyduruktu” falan söylemleri değersiz ve yetersiz hale dönüşüyordu.
Derken, hep bilinen sebeplerle 1980’li yıllardan itibaren ülke yönetiminde sıra o bahsettiğimiz dindarlara geldi.
Yeni iktidar, devri sabıktan öcüler yaratarak müthiş bir konfor hayal ediyordu. Hani üç-beş yıl bu keyfi, biraz da abartarak yaşamaya çalıştılar.
Ancak, gün geldi, düşman belledikleriyle, esasında bundan sonrasına dair pek de bir farklı olmadıklarını görmeye başladılar.
Onlar, Müslüman ama aynı zamanda Cumhuriyet çocuklarıydılar. Din kardeşliği çok önemliydi ama Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktu. Zihin haritaları adeta görünmez bir el tarafından böylesi şekillenmişti.
O nefret ettikleri ittihatçı, zaten bundan farklı ne planlamıştı, hatta gerçekleştirmişti?
Şimdiler, muhtemelen giderek artan ölçüde AK Parti, asker, ulusalcı beraberliğinin takım oyununa sahne olacak gibi gözüküyor.
Haa, “Kim iktidarda ön alacak” meselesi çıkabilir. Dert etmeyin, geleceğin lideri, illa bir altın sentez derseniz, sıkı Müslüman eski genelkurmay başkanları olursa sürpriz değildir.
Bu arada vah benim Rum’uma, Ermeni’me, Süryani’me, Yahudi’me, vah benim asimile olmuş Çerkez’ime, Boşnak’ıma, Tatar, Gürcü, Arnavut’uma…
“Kürt ne olacak” derseniz, işte birbirini yeni keşfeden ekip hep birlikte ve kıskandıran bir mutabakatla halletmeye çalışıyorlar, evrensel demokrasiyi fantezi addediyorlar.
Yazının Devamını Oku

Yeniden Batıcılık(mı)

1 Ocak 2012
GEÇEN yıl bu vakitlerde, “Siyasi iktidarın dış politikası nedir” diye sorulsa, büyük çoğunluğumuz şu analizi yapardı: “AK Parti, biraz da mecburiyetten, son 85-90 yılda yaşanan büzülme dönemimizin sonuna gelindiğini teşhis ederek, yeniden genişlemeci bir vizyonu yürürlüğe koymak istiyor.

Bu amaçla Arap coğrafyasında din, Türkmenlerin yaşadığı yerlerde etnik kartları kullanarak Türkiye’nin ağabeyliğinde yeniden bir güç odağı oluşturmayı hedefliyor.”
Bu tip politikaların hiç şüphesiz emperyal bir yönü de vardır. Özellikle enerji kaynakları üzerindeki hegemonya, güç odağı olma hedefinin ekonomik alt yapısını oluşturur.
Dikkat ederseniz, değişen dünya dengeleri içerisinde ekonomik ağırlığını artırdığını gözlediğimiz bölgelerde, başta Çin ve Rusya olmak üzere demokrasi ikinci plandadır. Otokrasi ve kapitalizm ucuz emek ve doğal kaynaklarla birleşince refah üretmektedir. Özgürlükler olmadan da “refah” yeni ve akıl karıştırıcı bir paradigmadır.
Siyasi iktidarın genişlemeci vizyonunun bu örneklerden etkilenmediğini düşünmek çok gerçekçi değildir.
Beri yandan kadim ülkemizin kronikleşmiş bir demokrasi problemi vardır.
Bu değerler Avrupa Birliği projesi üzerinden oturtulmaya gayret edilmektedir. Avrupa Birliği kendini evrensel demokratik değerler üzerinden ifade etmektedir.
Bağlı olarak birey odaklıdır ve alt kimliklerin üzerinde, “insan” kimliği paydasında bir mutabakat oluşturmak peşindedir.

Yazının Devamını Oku

Paspal sirk

25 Aralık 2011
BU dünya düzenine ilişkin giderek pekleşen kanaatimiz itibariyle, şayet bir “altın kural” belirleyeceksek, o da; “Altını olan kuralı koyar” ilkesidir.

Küreselleşen ve girift finansal ilişkilerle örülen ekonomik işleyiş, daima parayı verenlerin menfaatlerine göre şekilleniyor.
Bakınız, bu dediklerimizin dünya ölçeğinde yaşanan en taze örnekleri Yunanistan ve İtalya’dır. Bu ülkelerin seçilmişleri kamu borçluluk oranlarını aşırı ölçüde artırdıkları ve gemilerini karaya çıkarma ihtimali belirdiği anda, borç verenler nezdinde hırpalanmaya başlandı.
Bu ülkelerdir ki, evrensel demokratik kuralların hayata geçirilmesinde model addedilen ve özgür seçmen iradesiyle belirlenen parlamentolarına toz kondurmayan seçkin yapılardır. Ancak işler umulduğu gibi gitmeyince tüm ulvi değerler kolayından koltuk altına süpürüldü ve söz konusu devletlerin hükümetlerine “teknisyen” kimlikli “başbakanlar” atanıverdi.
Hayat işte böyle bir şey.
Esasında, kutsadığımız “demokrasi” ve “hukukun üstünlüğü” gibi kavramlar bir yönüyle “güçlü”nün küresel bazda dolaşan sermayesinin güvencesi için, gelişmişliğin vazgeçilmez kriteri diye bu denli pompalanır.
Sözü Türkiye’de yaşanan “şike” meselesine getirmek istiyorum.
Bakınız, önce bir saptama yapalım. Yaşanan bunca rezalete, apaçık hale gelmiş olaylara rağmen, karar vericiler bir türlü alınması icap eden kararları alamıyor, “ebelek gübelek” diyerek, geciktirerek, sulandırma çabası içine giriyor.

Yazının Devamını Oku

Anlam sorgusu

18 Aralık 2011
İnsanlığın ölçebildiği en kısa zaman dilimi, “Işığın kırmızıdan yeşile döndüğü anda, arkanızdan gelen klakson sesidir” derler.

Doğrudur.
Ancak, özellikle kış aylarına geldiğinizde, bu benzetmeye rahmet okutacak tarzda, hayatın birden bire yükselen temposu, bize “Ne zaman oldu da pazartesi başlayan hafta aniden cumaya geliverdi” dedirtiyor.
Yani, ömürler geçiyor, gerekli gereksiz koşuşturuyoruz, her türden, her seviyeden bir “anlam” değerlendirmesi yapmıyoruz.
Bizi esir almış “dünyevi kaygılar” sanki tartışılmazımızmış gibi geliyor.
Hep söylediğimiz bir şey var. Bizler refahla mutluluk kavramlarını birbirine karıştır hale geldik.
Kendimiz ve yakınlarımız için istediğimiz yaşam standardını sanki varoluşumuzun sebebi addediyor, vazgeçilmezimiz sanıyoruz.
Yaşı 40’ların üzerinde olan “bir şeyleri becermiş ve yorgun beyler” lütfen hatırlayın.

Yazının Devamını Oku

Siyasette çok büyüyen bölünür(mü)?

11 Aralık 2011
SİYASET sanatı ağır ağır kendi hükmünü icra etmeye başlıyor.

Bakınız, hiçbir demokrasi herhangi bir siyasi partiye sürgit prim vermeye devam etmez.
Bu Ak parti için de geçerlidir. Ancak orta vadede bu böyle gözükmemektedir.
Ak parti 2002 yılından itibaren hiçbir seçimi kaybetmedi. Ötesinde, oyunu sürekli artırarak yüzde 50’lere geldi. Kamuoyu anketleri bugünler için yüzde 55’lerden bahsediyor.
Diyeceksiniz, bunun sınırı nedir? Bu oran 65-75’lere tırmanır mı?
Bizim düşüncemiz; “olmaz”.
Normal koşullarda beklenen, muhalefet partilerinin ivme kazanmasıdır. Kendi seçmeni de dahil olmak üzere kimsenin, iktidar olmaya dair CHP’den ümidi olduğunu zannetmiyorum.
Meseleyi yumuşatmak için “en azından önümüzdeki seçim” falan da demiyoruz.

Yazının Devamını Oku

Vicdani ret

4 Aralık 2011
Bu ülke yasak bildiği, ayıp telakki ettiği, bilmediği, bilindirilmediği konuları merak eder, araştırır, tartışır hale geliyor.

Bu durum, kendince bir denge tutturmuş, ezberlere yaslanmış fikir dünyamızda derin çalkantılara sebep oluyor.
Başlangıç tepkilerimiz hep sert esiyor, sonrasında “acaba” filizleri zihnimizde tohumlanıyor.
“Vicdani ret” olgusu da bunlardan biri.
Vicdani ret; politik, dinsel, entelektüel sebeplerle askere gitmeyi kabul etmemek demektir.
Modern zamanlarda batı toplumlarının hemen hemen tamamında bir hak olarak tanınmış ve yasal bir çerçeveye büründürülmüştür.
Türk toplumu bu kavramla ilk defa Müslüman olduktan sonra Vietnam’a savaşa gitmeyi reddeden Muhammed Ali sayesinde tanışmıştı.
Onun tavrı, bir yönüyle, savaş karşıtlığının ötesinde, etnik ve dinsel karşı çıkış, bir duyarlılık çağrısı, ezilenler dayanışması, Gandi’yi hatırlatan bir pasif protesto idi.

Yazının Devamını Oku

Koleksiyonerler mahallesi

27 Kasım 2011
BÜYÜK güzellik küçük güzelliklerin toplamından ibarettir.

Bir kente karakteri, onun tarihi, tabiatı gibi unsurlarının yanı sıra onları bütünleyen, yaşayan, yaşatılan, oluşturulan, desteklenen cazibe odaklarının sayısı ile değerlendirilir.
Bu anlamıyla bakıldığında, kentsel dönüşüm heyecanı yaşayan kentimize dair bu neviden her öneri “Akdeniz’in incisi İzmir” ülkümüze bir katkı mahiyeti taşır.
Elimizdeki kent değerleri envanterine bakıldığında Kadifekale, Agora, Kemeraltı aksı işlenmeye muhtaç ham bir mücevher gibi orada durup duruyor.
Büyükşehir belediyemizin ve bazı STK’larının bu aks ile ilgili aldıkları mesafeyi biliyor ve takdir ediyoruz.
Bölge bir yandan rehabilite edilirken, eş zamanlı olarak oraları renklendirecek küçük “hoşluk”larının da planlanıyor olması gerekir.
Aklımıza gelen bir öneri “Koleksiyonerler Mahallesi”dir. İzmir, bireyselleşmenin lezzetlendirilmiş hali olan “hobi”lerin derin yaşandığı bir yerdir.
Tarihi Kemeraltı Çarşısı’nda bir sokak hayal edin. Belediyenin imkanlarıyla ile restore edilmiş ve koleksiyonerlere tahsis edilmiş birbirinden farklı mekanlar...

Yazının Devamını Oku

İzmir Vegas

20 Kasım 2011
İZMİR’in sorunları üzerine kafa yoran, yaklaşımlarının alt yapısını araştırmaya dayalı bilgiyle dolduran ve tespitlerini cesur bir üslupla ortaya koyan insan sayımız oldukça sınırlı.

Uğur Yüce böylesi bir kişi.
Geçenlerde “Ege’de son söz” adlı internet gazetesinde Gönül Soyoğul’la gerçekleştirdiği röportajda İzmir’e yönelik “açık şehir” projesini dillendirmişti.
Açık şehirler ticaretin olabildiğince liberalleştirildiği ve birtakım kamusal teşviklerle desteklendiği özel bölgelerdir.
Özellikle Uzak Asya’da pek çok başarılı örnekleri yaşanmıştır.
Pek tabii bir yerin serbest şehir olabilmesi uluslararası ticari kurallar yönünden bazı zorluklar içerir.
Bu neviden yerler, deyim yerindeyse “torpilli” bölgelerdir.
Bu anlamıyla haksız rekabet şimşeğini üzerine çekerler.

Yazının Devamını Oku