Yani akıl esasında, “köstek” içeren, “kısıtlılık” öneren, “iktifa” çağıştıran bir kavramdır. İnsanoğlu salt aklını kullanarak tıpkı kelime köküne uyumlu kurallar üretmeye çok meyillidir.
Kurallar yaşadığınız ortamın doğrularıdır.
O doğrularıdır ki toplumu disiplini edebilmek için bir yandan kendini “hukuk”, diğer yandan “erdem” olarak ifade etmeye ve düzenini oluşturmaya çalışır.
Ancak net bildiğimiz bir hakikat vardır. O da hayatın ilave gelen her veriyle doğru bildiğimizi yeniden tanımladığıdır.
Hal böyle olunca, sadece akla yaslanarak oluşturduğumuz çerçeve zaman içerisinde kaçınılmaz olarak eskir.
O halde aklın yanında kendimize rehber kılacağımız ilave enstrümanlara ihtiyaç vardır.
Bu aletler sezgilerimiz ve vicdanımızdır. Vicdanı temsil eden kanaatimizin teşekkül edebilmesi için, akıl ve mantığın ördüğü kısıtlayıcı reçetelerin kuru, katı baskısından sıyrılmak gerekir.
Dört gün boyunca, deyim yerindeyse, gidilmedik, görülmedik yerini bırakmamaya gayret ettim.
Lübnan enteresan bir ülke. Diğer Ortadoğu ülkelerinden farklı olarak, devletin daha gevşek olduğunu hissediyorsunuz. Bu biraz da homojen olmayan nüfus yapısı nedeniyle, zorunluluktan. Beyrut farklı dinlerin ve kimliklerin bir arada yaşadığı, adeta bir karnaval alanı gibi.
Hıristiyan Araplar, Dürziler, Ermeniler, Sünni ve Şii Müslümanlar kentin yerleşikleri. Tüm bunları etkileyen Fransız badanasını da ihmal etmemek lazım.
Dikkatimizi çeken husus, kimle tanışsak, bir iki cümle sonrasında etnik ya da dini aidiyetini hemen ifade etmesi oldu.
Sanki yoğun yaşanmış iç savaşlar insanları kendi pozisyonunda katılaştırılmış gibi.
Ancak buna rağmen ortada bir yoğun ticaret var ve bağlı olarak gelen bereket her kesimi bir arada dalaşmadan tutabiliyor.
Şehir, bir zamanlar ünvanına ulaştığı “Doğu’nun Paris’i” nitelemesine tekrar geri dönmüş gibi.
Öyle olduğumuz için, yaşama karşı yorgunluk hissettiğimizde “huzur” talep ederiz. Huzur, o pek kolaylıkla söylediğimiz “mutluluktan” farklı bir kavramdır. Huzur isteyen, dünya malına ilgisini azaltır. Bu yönü itibariyle, bir “sürekli vazgeçiş”in tohumlandığı, mütevazı ve giderek münzevi bir yaşam tercihidir.
Oysa mutluluk, iş yaşamından sosyal yaşama, üzerimize yüklenen değerlere uyum adına, giderek yabancılaştığımız kimliğimize ara soluklar kazandırma gayretidir. Bu yönü itibariyle mutluluk arayışımız, bir “aç-kapa” serüvenidir. Yani genelde mutsuzluk bulutlarıyla baskıladığımız yaşamlarımızı, mutlu anlar için fırsatlar yaratarak yumuşatmaya çalışırız. Dolayısıyla mutluluk huzurdan farklı olarak “an”larla sınırlıdır.
İşte bu neviden, materyal medeniyetimizin bulduğu anlık oyuncaklardan biri de “sevgililer günüdür”.
Şüphesiz, kelime kökü sevgiyi çağrıştırsa da “sevgili” kavramı ve ona bağlı sevgililer günü, yaş günü, anneler günü gibi mutedil, kadir bilir, düzene uyumlu bir kutlama değildir.
Sevgiliye yakışan sevgi değil aşk’tır. Aşk, tutku görüntülü özgürlük talebidir. Bu kavramın içeriğine en yakışan kelimeler, isyan, ret, başkaldırıdır. Eş zamanlı olarak aşırı mutluluk, özgürlük hissi, bir tuhaf hafifleme, sorumlulukları azaltma, çılgın terklere niyetlenme. Aşk tüm bunların birlikte bir büyük kazanda kaynamaya başlamasıdır.
Zihinlerde vazgeçişlerin maliyetlendirilmediği, hesabının yapılmadığı genç tavırlar aşka talip olduklarında bu anlamıyla gizli gizli, özgürlük taleplerini haykırırlar aslında.
Adına aşk dediğimiz coşkunun temelinde kavuşulmamış ilişkilerden beslenen tekil başkaldırı sarhoşluğu yatar. En bir fazla “ben”in hissedildiği bu duygusal türbülans özgürlüğün keyfidir özünde. Özgürlük öz güvendir. Bu yüzden bu dönemlerde kendimizi yaratıcı hissetmemiz nedensiz değildir.
“Özgürlük” ve “Bağımsızlık.”
Aslına bakarsanız bu iki kavram birbirlerinden çok farklıdır. Herhangi bir konuda bir duruş sergilerken hangi kavrama yaslandığınıza göre çok değişik sonuçlar elde edersiniz.
Bugün Türkiye’de klasik sağ-sol ayrımlarını ortadan kaldıran ve kendince yeniden bir ayrımlaşmayı tarifliyen durum, bu iki kavramdan birini kaçınılmaz olarak eskitiyor.
Bağımsızlık kavramı esas itibariyle bir ‘değer’e vurgu yapar. Siz kendinize bir değeri yakıştırıp makulünüze yerleştirdiğinizde müthiş bir zihin konforuna kavuşturursunuz. Bir ‘değer’e sahip olmak, o değerin biçimlendirdiği tutum ve davranışlarınızı tartışmasız kılar. Şablonculuk, kolaycılığının yanında kapalılığı da getirdiğinden gelişimin önünü keser. Zaman içinde hayatın gerçeklerinden kopan, değerinizin size müsaade ettiği ölçüde dünyayı algılayan, kuyu dibinde gökyüzünü gözleyen kurbağa konumuna gelirsiniz.
Örneğin “tam bağımsız Türkiye” idealine sarılmışsanız dünyanın bugün itibariyle geldiği “karşılıklı bağımlılık” ilkesini reddeder, bağlı olarak uzlaşı kültürüne karşı çıkıp bir garip üçüncü dünya ülkesini savunur hale gelirsiniz ya da dünyanın en zavallı sirkine dönüştürülmüş Castro Küba’sına övgüler düzersiniz.
Diğer kavram ‘Özgürlük’tür. Özgürlük, kişiye giydirilmiş bir elbise değildir. Bu yönü itibariyle bir “değer” olmaktan ziyade “insan” odaklı bir talep, sürekli çabayı gerektiren bir kalitedir.
Özgürlüğü şiar edinenler insanlık tarihi boyunca muhafazakar kalıplar üreten kolaycı “değerlere” karşı mücadele vermiştir.
Konumuz yeni Türk Ticaret Kanunu.
On yıla yaklaşan yoğun bir mesaiyle bu mevzuatın piri kabul edilen Profesör Ünal Tekinalp’ın özverili koordinasyonunda neticede 1535 maddelik bir yasa parlamentomuzdan geçirildi.
Ağırlıklı hükümleri Temmuz 2012’de yürürlüğe girecek.
Öncelikle belirtmek gerekir ki yapılan her düzenlemenin uluslararası hukuktan bir referansı var. Yanı sıra uygulamada aksayan yönler büyük titizlikle gözlenmiş ve neticede ortaya kapsamlı bir külliyet çıkarılmıştır.
Yani diyeceğimiz odur ki, öyle kolayından, müstehzi tavırlarla, yüzeysel yaklaşımlarla koskoca değerli bir emeği “kum torbasına” döndürmek bize açık haksızlık olarak geliyor.
Tamam bazı maddeler “akademik tutarlılık” adına lüzumsuz ısrarlara konu olmuş ve yasalaşmış olabilir. Hiç şüphesiz hayatın gerçeklerini aşırı zorlayan hükümler düzeltilmelidir.
İtirazımız sadece bu neviden hükümleri ön plana çıkartarak modern ve çağdaş bir düzenlemenin tamamını zihinlerde tartışılır hale getirmektir.
Kamu görevlileri vatandaşın hizmetlileridir. Ancak bu toprakların geleneğinde Devlet kutsaldır. Bu saptama esasında sadece devlet görevlilerin işine yarar, onları, misyonları olan “garson” vasfından çıkartır.
Demokrasilerde varsayılır ki, halkın oyuyla iktidara gelenler halk adına bürokrasiyi talimatlandırır, böylelikle temel inisiyatif sivil siyasettedir.
Bakınız, bu halin başlangıç vuruşu doğru, bir adım ötesi koca bir yalandır.
Bürokrasinin vazgeçilmez şiarı “onlar yolcu, bizler hancıyız” cümlesi üzerine kuruludur.
Mümtaz Hoca’nın (Sosyal) 1960 ihtilaline yönelik final analizi “Bürokrasinin burjuvaziye ağır basması”dır.
Bu saptamanın doğruluğu aşikardır. Üstelik bu görünmez mücadele tüm zamanlar için geçerliliğini korumaktadır.
Denilir ki, demokrasi kuvvetler ayrılığı ilkesi üzerine inşa edilmelidir.
12 Eylül yönetimi pek gönüllü olmasa da, ABD’nin görünmez eli Turgut Özal’a iktidar yolunu açmıştır.
Dışa kapalı ekonomik yapı süratli bir dönüşüm yaşayarak, toplumu tüketimle tanıştırmış ve bu olgu zenginliğe hevesli yepyeni bir insan profili şekillendirmeye başlamıştır.
O dönemler bu anlayışa uyumlu sloganlarını süratle türetmişti. Köşe dönmeci olmak marifetti, benim memurum zaten işini bilirdi. Bu kalıplar toplumumuzun ahlak çıtasına açık haksızlıktı.
Şüphesiz düzgün tutum alma, bu erdemi sıradan ve içsel bir özellik haline getirebilme bir bireysellik sorunudur.
Akıl, vicdan, kültür gibi öğelerin oluşturduğu bu doğal insani davranış, şayet böylesi bir tavrı besleyen altyapıdan yoksunsa işler çatallaşmaktadır.
Soru şudur; Türkiye toplumunda, sözünü ettiğimiz anlamıyla “bireysellik” yeterince derinleşmiş midir?
Bakınız, özgür ve kişisel tutumlar büyük ölçüde materyal refaha ilginiz arttığı ölçüde gelişir.