ULUDERE’de yaşanan acı olay sonrasında medyada yer olan yorumları gözlüyorum.
Hemen herkes kendine tutarlı gelen bir bakış açısıyla yargılar oluşturuyor. En dikkat çekici çıkışı Taraf Gazetesi yaptı. Yazarları ağızbirliği etmişçesine siyasi iktidar (başbakan) ile Genelkurmay’ın uyumuna takılmış durumdalar. İnsanın bu yorumları okuyunca “günaydın” diyeceği geliyor. Bakınız, detaylarla kafayı karıştırmadan büyük resme baktığınızda, 19. yüzyılın sonlarından itibaren iktidarı ve silahı elinde bulunduran güçler hiçbir zaman gayrimüslimleri bu topraklarda istemedi. Neticede emellerine nail oldular. Kendilerince bir devlet – ulus hayal ettiler, ön şart olarak sadece Müslümanlardan bir payda oluşturdular, akabinde Türk dili çatısı altında, tavizsiz bir modeli hayata geçirdiler. Çerkez, Boşnak, Arnavut, Arap, Kürt demeden kimini “güzellikle”, kimini “daha az güzellikle” tek bir potada eritmeye, “kaynamış ve sınıfsız bir toplum” haline getirmeye gayret ettiler. Bu tarihi süreçte, vaka bazı ağır haksızlıklara maruz kalsalar da, kendilerini öncelikli olarak Müslüman kimliği üzerinden tanımlayanlar, hedef kitle olmadıklarından diğerleri ölçüsünde tahribata uğramadı. Bu sebepten ötürüdür ki “kenarda beklemek”, “topa girmemek” bu kitlenin ana davranış kalıbı oldu. Esasında onların da kafası biraz karışıktı. Ne güzel kendi dışındaki birileri memleketlerini “kafirlerden arındırıyordu (!)”, “güç” dediğin değişkendi, zamanı geldiğinde “steril ortam”da işleri daha kolaylaşabilirdi. Ama “kazın ayağı” her zaman umulduğu gibi olmaz. Devlet-ulus ideolojisi, baskıyla da olsa kendi kültürü ile insanları biçimlendirmeye, “vefakar müşterisini” oluşturmaya başlamıştı. İşin ilginci sutre gerisinde gününü bekleyen “Koyu Müslümanlar” da bu katı biçimlemeden ister istemez nasibini alıyordu. Gün geldi, teoriye pek uymayan yepyeni bir sosyolojik olgu şekillenmeye başladı. “Memleketin evladı kendisini sakınmış, mesela İmam-Hatip’te okumuş, dindar ve fakat aynı zamanda milliyetçi, hem de koyu Türk milliyetçisi.” Hani “ümmet esastı, ırk uyduruktu” falan söylemleri değersiz ve yetersiz hale dönüşüyordu. Derken, hep bilinen sebeplerle 1980’li yıllardan itibaren ülke yönetiminde sıra o bahsettiğimiz dindarlara geldi. Yeni iktidar, devri sabıktan öcüler yaratarak müthiş bir konfor hayal ediyordu. Hani üç-beş yıl bu keyfi, biraz da abartarak yaşamaya çalıştılar. Ancak, gün geldi, düşman belledikleriyle, esasında bundan sonrasına dair pek de bir farklı olmadıklarını görmeye başladılar. Onlar, Müslüman ama aynı zamanda Cumhuriyet çocuklarıydılar. Din kardeşliği çok önemliydi ama Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktu. Zihin haritaları adeta görünmez bir el tarafından böylesi şekillenmişti. O nefret ettikleri ittihatçı, zaten bundan farklı ne planlamıştı, hatta gerçekleştirmişti? Şimdiler, muhtemelen giderek artan ölçüde AK Parti, asker, ulusalcı beraberliğinin takım oyununa sahne olacak gibi gözüküyor. Haa, “Kim iktidarda ön alacak” meselesi çıkabilir. Dert etmeyin, geleceğin lideri, illa bir altın sentez derseniz, sıkı Müslüman eski genelkurmay başkanları olursa sürpriz değildir. Bu arada vah benim Rum’uma, Ermeni’me, Süryani’me, Yahudi’me, vah benim asimile olmuş Çerkez’ime, Boşnak’ıma, Tatar, Gürcü, Arnavut’uma… “Kürt ne olacak” derseniz, işte birbirini yeni keşfeden ekip hep birlikte ve kıskandıran bir mutabakatla halletmeye çalışıyorlar, evrensel demokrasiyi fantezi addediyorlar.