CHP son seçimlerde yüzde 25 mertebelerinde oy aldı.
Bu partiye oy veren bir kısım seçmenin iktidar partisinden tedirgin olduğu gözleniyor.
Özellikle kıyı seçmeni dediğimiz bu kitlenin insanları, ilk konuştuğunuzda AK Parti’nin gizli bir gündemi olduğundan ve ülkeyi dini bir yapıya sürükleyeceklerinden adeta eminler.
Kendisine 2023 yılında 500 milyar dolar ihracat hedefi koyan bir iktidarın, kaynakları kıt bir ülkede dış dünyayla entegre olmadan bu durumu hayal bile edemeyeceği açıktır.
Sadece bu halin bile kendi içinde hukuk ve demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile işletilmesi mecburiyetini doğuracağını takdir etmek gerekiyor.
O yüzden abartılı senaryolara “niyet okuyarak” prim verilmemelidir.
Ne var ki, bir hususta söz konusu bu tedirgin kitlenin haklılık payı vardır.
Moda deyimiyle “zamanın ruhu” kendi makulü konusunda karar vericileri adeta talimanlandırıyor.
18’inci ve 19’uncu yüzyılın ilk çeyreği tüm dünyada milliyetçilik akımlarının sert esen rüzgarlarıyla şekillendi.
Bir imparatorluk bakiyesine dönüşmüş Anadolu coğrafyası bu akımlardan doğal olarak etkilendi. İttahat Terakki ile başlayan kıpırdanmalar Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde bir ulus-devlet yarattı.
Bu olgu, ülke toprakları için yepyeni bir formdu. O yüzden genç cumhuriyet eliyle kendi kurum ve kurallarını oturtabilmek amacıyla çok yönlü ve çok kapsamlı biçimlemelere gidildi.
Proje, tabiatı gereği demokrasiyi fazla içermiyordu.
Yepyeni bir düzen heyecanıyla başlayan süreç bir müddet sonra kendi bürokratik elitini oluşturdu.
Bu arada dünya durmuyordu. Zamanın ruhu, küreselleşen ilişkiler içerisinde ulus-devlet yapılarını demode addediyor ve daha demokratik toplum talep ediyordu.
“Hukuk”, demiştim, “Mevcut iktidarların menfaatlerini koruyan ve kollayan kurallar bütünüdür”. Komisyon başkanı bu yanıta gülümsemişti. Sonuçta sınavdan “çaktım”.
Gençseniz, üstelik solcuysanız iktidar kavramını şablonlarla, komplo teorileriyle düşünmeniz normal oluyor. Ancak, temel yasalar itibariyle, bugün bile yanıtın prensibinde bir yanlışlık olduğunu düşünmüyorum.
Yıllar geçtikçe, aslında her toplumun layık olduğu yönetim kalitesini yine kendisinin, belirlediğini anlıyorsunuz.
Birey–toplum–devlet ilişkilerini düzenleyen hukuki metinlerin tartışmaya kapalı ve minimum esneklikte kısımları anayasalarla düzenlenir.
Amerikan Anayasası sadece temel hak ve hürriyetleri tanzim etmiştir. İngiltere’de anayasa bile yoktur. Geleneklerden beslenen “teamül” hukuku geçerlidir.
Şüphesiz bu tercih, değişen koşullara uyumun önem taşıdığı bugünün dünyasında bir avantaj teşkil etmektedir.
Neyin olması gerektiğinden hareketle biçimlendirilen hukuki sistemler, bireysel inisiyatif alanlarının da gelişmesine yol açarlar.
İnsan ilişkilerinizi “tahammül” paydasına oturtmuşsanız, sizin bu dünyayla işiniz var demektir.
“Tahammül”, sözlük anlamının ötesinde kötü çağrışımları olan bir kelimedir.
Sanki, bir patırtı öncesi soluklanma hali, bir çatışma daveti ve halükarda bir empati zaafı, sözcüğün ilave anlamına yüklenmiştir.
“Tahammül” bir aşırı özgüven ve örtülü bir “babalanma” tavrıdır aynı zamanda.
Ülke ne çektiyse hakimlerinin tutumlarının ana omurgasına bu kavramı oturtmasındandır.
Tahammül, esasında “ben tartışmasız daha doğruyum” kanaatiyle bir seçkincilik üslubunun tüm izlerini taşır. Farklılıkların korunması ve kollanması tahammül kalkanıyla olmaz. “Tahammül ederim” derseniz ayrılıkları keskinleştirirsiniz. Tahammülün anti tezi sindirilmiş saygıdır. Saygı, sevgiye giden yolları döşer. Oralarda çeşitlilikler uyumlaşır, insanlığın ortak değerlerinde buluşulur.
Hayrettin Karaman isimli İslami bir yazar, geçenlerde “biz, bizden olmayanlara tahammül ediyoruz” mealinde bir şeyler yazdı.
Aile, okul, iş ortamı, üye olunan dernekler...
Hemen hepsinin sizi biçimlemeye çalıştığı kişilik yapısı “Beyefendi”lik.
Sürpriz yaratmayın, güvenilir olun ve bu uğurda bir “Amok koşucusu” gibi temponuzu hiç düşürmeden ömrünüzü tamamlayın.
Oysa bizler ölümlü olduğumuzun bilincinde olan yaratıklarız. Tamam, aklımız, zekamız var. Ama en netice, tabiatın şaşmaz kurallarına tabiyiz.
Bu gerçeği bilmemize rağmen, sınırlı ömrümüz bitmeyecekmiş gibi, aferin budalası rolümüzden hiç vazgeçmiyoruz.
Afyonlanmış gibi çalışarak sürdürülen bu yaşam tercihin bir eksiklik veya yanlışlık içerdiği kesindir.
Başarıyı avlama sürecinin bünyemize salgıladığı adrenalin, kendimizi sorgulama imkanını bile vermiyor olabilir. Ancak kimse robot değildir.
Bu ağır çelişki, ülkenin geçirmekte olduğu dönüşümlerinde kendini karmakarışık duygularda gösteriyor.
Şura öncesi komuta kademesinin toplu istifası “laik” vatandaş yönünden, “bir güvencemiz daha gitti” endişesini onların gölgelenmiş gözlerine yansıttı.
Hani makul akıllarıyla konuya serin baktıklarında, olanları, “askeriyenin demokrasilerde olması gereken yere iadesidir” diye biliyorlar ama, “de ki İran” olduk, “o zaman darbeyi tercih ederim” söylemi, hala önemli bir kesimin ruh halidir.
Esasına bakarsanız bu ülkede hiçbir şekilde, korkuların ürettiği kötü senaryoların gerçekleşme ihtimali yoktur.
Ötesinde, ötekileştirme, giderek demode ve ayıp bir kavram haline gelmiştir.
Kimsenin bir diğerinden keskin farkı yoktur. Doğrusu, siyasi tercihlerimizin esnek ve geçişken olmasıdır.
Siyasette başarının formülü artık çok belli.