Ancak insan üst kimliği üzerine inşa edilen modern zamanlar, aynı insanın mutluluğunun alt kimlikleriyle uyumlu bir dengede biçimlendiğini görüyor, hissediyor ve gereğini yapmaya çalışıyorlar.
Hayatın aktığı yer, materyal refaha kavuşma baskısının zaten yeterince yorduğu insanların, hiç olmazsa kendiyle barışık, alışkanlıklarının konforundan istifadeyle soluklandığı, anasının kuru fasulyesinin tadında şımardığı bir altın dengeye ulaşmaktır.
Birey olabilmek, birey olmanın özgüvenine kavuşmak, hiç şüphesiz evvel emirde, hazmedilmiş, doya doya yaşanan, doya doya yaşamaya devam ettiğimiz alt kimliklerimizin üzerinde filizlenebilecek bir kalite.
Cumhuriyetimizin kurucu iradesi, çağdaş toplum hayalinde bu işlerin kestirmeden yapılabileceğine inandı.
İnsanın sosyo-psikolojik bütünlüğüne pek değer vermedi.
Planlamakla “batılı” olabileceğini varsaydı.
Bugün, zorlamayla şişirilen lastik hava kaçırıyor.
Sen tasarruf oranını yüzde 3’e indir.
El kesesinden bey gibi yaşa.
Tembellik oskarlarını kimseye bırakma.
Elalemin üstüne yıkıl, habire borçlan.
Hesap vakti geldiğinde, üstelik pek bir asabileşerek, celalleşerek, yavuz hırsız hallerine kalkış.
Hani, mazlum, bükük, rollerde olsan ihtimal yine kandıracaksın.
Bu tam bir pişkin batakçı fotoğrafıdır. Kimse bunu kabullenemez.
Nice aydınlarımız (!) vardır ki, kırk yıldır, bozulmuş plak misali aynı söylemi tekrarlar durur.
Kendisine sorarsanız pek bir tutarlıdır, omurgalı davranmaktadır. Oysa öyle bir hayatın içindeyiz ki. Doğru bildiğimiz her şey, ilave gelen her veriyle sürekli yeniden tanımlanıyor, zihinsel evrim aydın namusunun vazgeçilmezi oluyor.
Atilla İlhan, döneminin şairlerini, “tembel ve alkoliktir” diye yaftalar ve toplumsal sorunlara katkı koyabilme kapasitelerini sorgulardı.
Onların bohem ve aykırı görüntülerinin fayda odaklı sonuçlar üretmeye yetmediğini teşhir ederdi.
Esasında, mesele sadece sanatçılarla sınırlı değil. Bugün medya dünyasından akademik ortamlara, değişen dünyayı izleme ve kendini yenileme kaygısı duymayan pek çok insan “aydın” sıfatıyla ortada dolaşıyor ve kendi çaplarında bayat klişelerle toplumu etkilemeye çalışıyor.
Böylesi insanların ortak bir davranış kalıbı olduğunu gözlüyorsunuz. Bunların; bilgileri az ve fakat teşhisleri o ölçüde hızlı ve nettir.
Bir vesile, o net ve tartışmasız kanaatleri kantara çıkarsa, eş zamanlı olarak “asabi” bir görüntü vermeye başlarlar. Sekterlik fikir zafiyetlerinin badanasıdır adeta.
Tüm 19. ve 20. yüzyıl boyunca yerküre milliyetçilik akımlarından ziyadesiyle etkilendi.
Avrupa ülkeleri, Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika zamanın ruhuna uygun ulus – devlet anlayışlarına eğilim gösterdi.
Milliyetçilik ideolojik formu gereği yukarıdan aşağıya planlanan, bireyselleşmeyi ve sivilleşmeyi öteleyen bir yapıdır.
Genç Cumhuriyetimiz de bu esaslar üzerinden projelendi.
Devasa bir imparatorluğu kaybetmenin ezikliği ile elde kalan topraklar merkeziyetçi bir anlayışla planlandı.
Bu anlayışın doğal sonucu, demokrasinin ikinci plana atıldığı katı bir bürokratik yapının oluşturulmasıydı.
Sistem, askeri bürokrasinin liderliğinde, tam bir ideolojik mutabakatla, idari ve yargısal bürokratik sütunlar üzerinde yapılandırıldı.
O, bilgi çağının sembollerinden biriydi.
İnsanlığın cari ihtiyaçlarını hisseden ve teknoloji ile buluşturarak pratiğe servis eden ve müthiş bir ekonomik potansiyel oluşturan bir 21. yüzyıl rol modeliydi.
Bakınız, “bilgi”, evrensel bir kavramdır. Milliyet, inanç ve benzeri kavramların üstünde, yeryüzündeki 7 milyar insanın, sadece insan olmanın biyolojik ayrıcalığı ile kavrayabileceği, istifade edebileceği, katkı koyabileceği bir ortak birikimdir.
“Bilgi çağı” veya “bilgi toplumu” denildiğinde bilginin serbest dolaşımı, bilgiye erişim imkanlarının olağanüstü hızlanması ve kolaylaşmasını anlamak gerekir.
Bugünün bir üçüncü dünya ülkesindeki araştırmacı, bulunduğu yerden Harvard Üniversitesi’nin kütüphanesine girebilme imkanına sahiptir.
Mevcuta ilave getirebilecek ham bilgiye erişim imkanlarının bu denli artması, her türden keşif ve icadın, dünyanın herhangi bir yerinden sürpriz yaratıcılarını gündeme getirebilecektir
Zira bilgi keşif ve icadın yapıtaşıdır.
Kimi tarihçiler Türklerle Kürtlerin tarihsel olarak bir eküri anlayışı içinde hareket ettiklerinde, aralarındaki uyuma paralel bağlı oldukları devlet yapılanmasının bölgesel etkinliğinin arttığını vurgular.
Şüphesiz bu tez doğrudur. Kaldı ki, meseleyi Kürt-Türk sınıflanmasından daha ziyade bu coğrafya insanlarının dayanışması olarak kabul etmek daha doğrudur.
Neticede Anadolu; 36 ayrı etnisik kimliğin beraberce harmanlandığı, birlikte yaşamanın ortak ülküler kökleştirdiği, herkesin her yeri kendi yurdu olarak gördüğü bir duygu paydasında yaşadı, yaşıyor.
Böylesi bir duygu ikliminin son 25 yıl içinde, üstelik artarak bozuluyor bir görüntü vermesi bizlere yakışmıyor, ötesinde üstümüze oturmuyor.
Bu garabet çatlağın tohumlarını, bir 19. ve 20. yüzyıl fenomeni olan milliyetçilik akımlarına bağlamak yanlış olmayacaktır.
Osmanlı etnik aidiyet duygusunu hiç yeşertmeyen bir yapılanmaydı. Düşünün, Kanuni’nin sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa bir Sırp’tı, kardeşi ise Sırbistan’ın patriği.
Bu anlayış İttahat – Terakki ideolojisi ile değişmeye başladı. Cumhuriyet Türk kimliği üzere projelendirildi. Bir Kürt kendini aşırı ölçüde belli etmeme koşulu ile eşit vatandaştı.
“Kişi laik olmaz, devletler olur, ben Müslüman’ım ama laik bir devletin yöneticisiyim.”
Konunun uzmanları bu ifadelerin o coğrafyada ne ölçüde yankı uyandırabileceğini enine boyuna tartıştı.
Önce bir saptama yapalım.
Arap dünyası için Müslümanlık, sadece bir din değil, onun çok ötesinde bizatihi yaşam biçimi, adeta kültürünün dine uyarlamasıdır. Tarihsel, kültürel bin bir biçimleme, tercümanın Arapça karşılığını bulmada zorlandığı gibi, “laiklik” kavramını bu insanlara yabancı kılmıştır.
O topraklar geçmişten günümüze otokratik anlayışların hüküm sürdüğü yerlerdir.
Şayet “Arap Baharı”nın bir sonucu olarak, halkın önüne bir sandık konulursa, örneklerini hep yaşadığımız şekliyle, “Müslüman Kardeşler” ve benzeri laikliği benimsemeyen siyasi anlayışlar halkın açık ara tercihi olacaktır.
Dolayısıyla Sayın Başbakan’ın bu söyleminin pratiği zordur.
Bu hali, İzmirli olmayanlara anlatılırken çok daha net gözlemleyebilirsiniz.
İzmirli olarak yaşadığımız yerin güzelliklerini anlatırken aslında çok da ikna edici olmanız gerekmez.
Tarihi bir yerleşim bölgesinde, üstelik deniz kenarında medeni ve hayata dönük insanlarıyla, nasıl derler “malımız” kendini gösterir.
Ancak, konu ayrıntılara gelmeye başlayınca hafiften tık nefes olmaya başlarız.
Kent sevgisi, biraz da kentinize duyduğun özendir. Kentlilik bilinci, kentinizin sosyal hayatına yönelik çabalarınızdır, parklarınızdır, metronuzdur, müşterilerinizdir, güzel yerleri yaşatmak için yaptığınız fedakarlıklardır...
Listeyi çok uzatırsak, sonunda ortaya bütünlüklü bir tablo çıkar.
İşte; bu noktadan sonra kentiniz size ihtiyaç duymadan, sizi helak etmeden kendini satar hale gelir.