3 Ağustos 2001
<B>TÜRKİYE </B>tarihinin en başarısız siyasetçisi olan <B>Mesut Yılmaz,</B> hafta sonundaki kongrede bir konuşma yapacak. Bugüne kadar ne dedi de şimdi dinlemeye başlayayım ki demeyin, ‘‘ya sabır’’ çekip konuşmasını dinleyin; çünkü bu dünya tarihinin en uzun intihar notu olarak belgelere geçecek.
Mesut Yılmaz başkanlığı bırakmayacak, bizim taşra zihniyetli politika geleneğinde ádet böyle.
DSP Kongresi'nde olduğu gibi ona karşı çıkanlar dayak yiyecekler mi, şu anda bir şey söylemek mümkün değil, ama ne yapıp edip başkanlığı tekrar eline geçirecektir, bakın görün.
Bu gerçekleştiği anda hem kendisi, hem de partisi resmen bitecek ve yapacağı konuşma da tarihin en uzun intihar notu olarak resmiyet kazanacak.
O tekrar başkan olduğu takdirde, Türkiye olabilecek bir çıkış yolunu daha kendisine kapayacak ve ülkenin mutsuz insanları yenilikçiler hareketine teslim edilecek.
Halbuki ANAP ülke için iyi bir şey yapabilirdi bu hafta sonu. Mesut Yılmaz Batılı bir lider olabilseydi kendiliğinden çekilir, yeni bir dinamizmin önünü kendisi açar ve böylece de siyasi yaşamının son hareketinde hayatında ilk kez olumlu bir iş yapmış olurdu.
Ancak bizde siyasetçilerde, ülke için bu tür adım atmak diye bir nosyon yoktur. O Batı ülkelerine özgü olan bir şeydir ve Türkiye gibi azgelişmiş bir ülke açısından böyle şeylerin olabilmesi hayaldir.
* * *
O tekrar seçildiği andan itibaren yeni bazı gelişmeler olacak.
Bazı insanlar, tükenmiş olan bu partiden istifa edecek ve benim tahminim bunların önemli bir bölümü de yenilikçi harekete geçecek.
Bu bölüm beni ilgilendirmiyor, bu önüne geçilmesi mümkün olmayan bir dinamik.
Ancak başka şeylerin de olması lazım. Hayalcilik değil bunları düşünmek, önermek.
Bakın herkes düşünsün ne olabilir, ne yapılabilir diye.
Göreceksiniz ki Türkiye'yi bu taşralı siyasetin kısırdöngüsünden kurtarmanın, Batılı bir demokrasiye doğru yürütmenin başka bir yolu yok.
Dün yazımda yeni bir süreç, bir dinamik başlaması gerekiyor, her partide var olduğunu bildiğim insanlar bu süreci başlatacak adımı atmalılar demiştim.
İşte ANAP'taki düşünme yeteneği olan, birikimi olan, ülkesini seven ve gelecek için endişe duyan insanlar bu fırsatı yakalayacaklar önümüzdeki günlerde.
Gerçi yenilikçi hareket gibi onları kendine çekebilecek bir oluşum şu anda ortada yok.
İşte tarihi önemdeki fırsat da bu noktada ortaya çıkıyor. Bu insanlar partilerinden istifa ettikleri takdirde Türkiye'de yepyeni ve önüne geçilmesi zor bir süreci başlatan insanlar olarak tarihe geçecekler.
İlerde geçmişteki zor günleri düşünürken müteşekkir olacağız onlara, kurtuluş yolunu açtıkları için.
Farklı düşünen, bugünkü siyasi yapılanmayı kırmak isteyen, Türkiye'ye gelecek projeleri sunmanın şart olduğunu idrak etmiş, modern, büyüyen bir Türkiye'nin bugünkü çürümüş siyasi yapılanmayla kurulmasının mümkün olmadığını bilen bu insanları vatan için hareket etmeye çağırıyorum. Bir vatandaş olarak yapıyorum bu çağrımı.
Türkiye, geleceği yenilikçi harekete bırakılamayacak kadar önemli ve potansiyeli büyük bir ülkedir.
Türkiye'nin hedefi, vatandaşlarının mutlu olacağı bir sisteme kavuşmaktır. Türkiye'nin belkemiğini oluşturan bilgili, birikimli, mesleğini kimlik edinmiş, bugün yok edilme sürecine atılmış insanlar, bu hedefi Batı demokrasisi olarak algılıyor, bunun öyle olduğunu biliyor.
Dolambaçlı laflara, lafı evelemeye gevelemeye gerek yok. Hedef belli, yapılacaklar belli ve hızlı adımlar atılması gerekiyor.
Türkiye bu liderlerle, bu çürümüş siyasi yapıyla çok ama çok vakit kaybetti. Ülkeyi tükettiler ama pes etmediler.
Onları pes ettirmenin zamanı geldi geçiyor.
Haydi ANAP'lılar, lider için, çıkarlar için hareket etmeyi bırakın da atın gereken adımları. Bunu yaparsanız bakanı görün neler olacak neler...
Güvenin kendinize, korkmayın.
Eski düzen acaba yeniden kurulur mu ki diye beklemeyin.
O düzen bitti, çöktü. Para kalmadı artık. O para yenildi, yutuldu; ülkeyi riske atma pahasına yapıldı bu.
Eski artık geri gelmeyecek, yeniyi de ya sizler başlatacaksınız ya da başkaları.
Olağanüstü bir dönemdeyiz. Olağanüstü dönemler, olağanüstü gelişmelere gebedir. Bu dönemde siyaset yeniden tanımlanacak ve bunu da bugüne kadar gelecekle ilgili tek bir laf etmemiş, tek bir proje üretmemiş sizin ve diğer partilerin başkanları gibi insanlar yapmayacak. İsteseler de yapamazlar zaten; çünkü nosyonları yok.
Yepyeni kadrolar vatan için öne çıkacak, ülke çok daha iyi bir gelecek için yeniden kurulacak.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2001
<B>TÜRKİYE </B>büyük bir tehlikeye doğru adım adım ilerliyor.<br><br>Ülke tekrar göz göre göre taşralı siyasete teslim ediliyor. Taşra, bütün antidemokratik kimlikleriyle, tavırlarıyla, ufuksuzluğuyla, birikimsizliğiyle, ilkesizliğiyle iktidara yürüyor.
Ve böyle giderse bir şeyler yapılmazsa, alternatif oluşturulmazsa, ilk seçimde de iktidara gelecekler, bu kesin.
Taşra tarafından iktidara taşınılacak yenilikçiler adı verilen oluşum, aslında değiştiler mi değişmediler mi tartışmasının dışında.
Umurlarında değil kimin ne dediği. Bu tartışma sadece memleketin elit kesimlerini ilgilendiriyor, onlar aralarında konuşurlarken yenilikçiler susuyor gibi gözüküyorlar
Ama onlar da bu arada taşraya konuşuyorlar.
Tespitleri gayet net. Bugün Türkiye'de büyük bir tepki var. Benim ‘Öteki Türkiye’ diye adlandırdığım ülke bölümünde insanlar sisteme inançlarını kaybetmek üzereler veya çoktan kaybettiler.
Fakirleştikleri ve umutları kalmadığı için oldu bu.
Yenilikçiler, eski dışlayıcı siyasi İslam söylemlerini yumuşatıp, meseleleri fakirlikten kurtulma söylemine çektikleri takdirde taşra selini arkalarına alıp ülke yönetimine oturacaklarını gördüler.
Bugün yapılan her araştırmada var olan iktidar partilerinin barajı bile geçmelerinin şüpheli görülmesi bu anlattığım sürecin tetikleyicisidir.
Taşra kendisine konuşmaya başlayan bu yeni oluşumu gayet iyi anlıyor çünkü partiyi oluşturanlar da taşralı zihniyete sahip olduklarından onlarla nasıl konuşacaklarını çok da iyi biliyorlar.
Ortaya konulan bir Türkiye hayali bu yüzden yok. Bir gelecek projesi de yok. Çünkü taşralı zihniyet hayal kuramaz. Tam demokratik, gerçekten özgür, Batı'nın tam anlamıyla üyesi bir ülkeyi o zihniyetin algılaması mümkün değildir.
Yeni oluşum iktidara gelirse günümüzü kurtarırız diye oy verecekler ona ve belki de günlerini bir süre kurtaracaklar ama sonuçta da hepimizi birlikte tam batıracaklar.
Türkiye o taşralı zihniyetin hákimiyetinde fakir bir Ortadoğu ülkesi olacak ve hepimizin hayatı birlikte kararacak.
* * *
Sizi bilmem ama ben bu taşralı seçmenler tarafından omuzlanıp iktidara koyulacak olan zihniyet tarafından yönetilmek istemiyorum.
Zaten Türkiye'de bu zihniyet hákim oldu bugüne kadar hep.
Bıktım onlardan ve bana sundukları geleceksizlikten.
Günü kurtarmak için söylenen yalanlar tabii kimsenin işine yaramadı. Ülke dibe vurdu.
Tam bu sistem artık bitti tükendi diyorduk -ki varolan partiler açısından durum gerçekten öyledir, onlar gerçekten bitmiş durumdalar- ve yeni ortam mutlaka zinde güçleri ortaya çıkaracaktır diye düşünüyorduk...
Şimdi bir de bakıyoruz ki eski çürümüş sisteme ait olan değerlerle tamamen bezenmiş bir grup memlekete hákim olan bezginlik havasından yararlanarak, iktidar yürüyüşünü başlatıyor.
Türkiye gibi bir ülkenin geleceğe yönelik tek umudunun, yaratabildiği tek hayalinin adı yenilikçi olan ama yeni tek bir tarafı olmayan bir zihniyetten ibaret olması utanılacak bir durumdur.
Ve de bu engellenmelidir...
* * *
Türkiye'nin yepyeni bir oluşuma ihtiyacı var.
Var olan her partinin içinde birikimli, kültürlü, mesleğini kimlik edinmiş, kendine güvenen, 1920'ler ruhunu özümsemiş, tam demokratik ve piyasa ekonomisini eksiksiz işleten bir Batılı Türkiye'yi özleyen, Türkiye'nin o özlenen geleceğine taşralı çoğunluğa rağmen yürüyebilme potansiyeli olduğunu gören insanlar var. Azınlık bunlar ama sayıları az değil.
Bugün umutsuzluk ve alternatifsizlikten, ezilmişlikten, sefaletten dolayı kendisine gelecek vermesi mümkün olmayan bir siyasi kanala akmaya başlayan taşralı oylara akabilecekleri bir alternatif yaratmak gerekiyor.
Var olan partiler bitti tükendi. Halk gözünde meşruiyetleri sıfır.
Liderler kendi seçim bölgelerinde bile yuhalanıyorlar.
Değiştik, yenilendik deseler bile özellikle son beş yılda öylesine yıprandılar ki artık bir daha ayağa kalkabilmeleri mümkün değil.
Yenilikçi oluşumun taktiğini liberal demokratlar da uygulamalı.
Var olan bütün partilerde aynı zihniyete sahip olan insanlar bir kanala akmalı, süreç başlatılmalı.
Bugün bu hareket başlatılmazsa, yani her partide var olan, birbiriyle konuşup, vatan için bir araya gelebilecek insanlar bu görevlerini yapmazlarsa, süreci başlatmazlarsa Türkiye kaybedecek.
Bize hayal lazım. İmkánsız gibi görünen şeyleri düşünecek, bizi bir gün mutlaka Batılı, demokrat ve büyüyen bir ülkede yaşama ihtimalimiz olduğuna inandıracak insanlar ortaya çıkmalı.
Hafta sonundaki ANAP kongresi de işte bu nedenle bence çok önemli.
Bu konuyu yarın açacağım.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2001
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararı bugün her gazetede farklı boyutlarıyla ele alınacak.<br> Dini inaçlarından kamu politikası çıkartmaya azimli olan insanlar dün kararı duyar duymaz bunun bir ‘‘siyasi karar’’ olduğunu öne sürmeye başladılar.
Karar onların beğeneceği gibi çıksaydı ‘‘siyasi’’ olmayacaktı demek istiyorlarsa Avrupa denilen kavramı anlamaktan ne kadar da uzak olduklarını yine gösteriyorlar demektir.
Hukuk alanı siyasetten bağımsız değildir, hiçbir zaman olmamıştır ve olmayacaktır da.
Çünkü demokrasi bir kurallar sistemidir. Kurallar kanunlarla konur ve kanunlar hem neyin ‘‘doğru’’ neyin de ‘‘yanlış’’ olduğunu işaret etme iddiasındadırlar.
Dolayısıyla hele de adında ‘‘insan hakları’’ yazılı bir mahkemeden çıkan her karar zaten siyasidir.
Dini inançtan kamu politikası çıkartmaya azimli insanların göremediği bir nokta var. Bu kararıyla Avrupa Mahkemesi aslında Türkiye'ye ait olan değil, Avrupa'ya ait olan değerleri korumuş, demokrasiyi yeniden anlatmıştır.
Şöyle ki:
* * *
Avrupa medeniyeti ve ondan doğan Amerika'nın tarihi bir anlamda demokrasiyi yaratmanın da tarihidir.
Bu yaratma süreci acılarla doludur. Kan akmıştır bu süreçte, çok yanlışlar yapılmıştır.
Tarih dramlar olmadan, trajedi olmadan yazılamıyor ama sonunda bazen doğru olan da keşfediliyor.
Keşfedilen demokrasi nelerin yapılacağını kurallara bağladığı kadar nelerin yapılmayacağını da kurallara bağlamak zorundaydı.
Örneğin ‘‘şiddet kullanma hakkı’’ diye bir hakkın olup olamayacağı da tartışılmıştır bu süreçte.
Çok büyük beyinler bu konuda laf söylemiş, ortaya metinler konulmuş, fikir mücadeleleri yapılmış ve sonunda bu tür bir hakkın demokraside olamayacağı sonucuna varılmıştır.
Şimdi diyeceksiniz ki ne var bunda, o kadar açık bir şey ki bu bunun üzerinde neden uzun düşündüler?
Ama işte demokrasi denilen sistem, öyle ben yaptım oldu demekle ortaya çıkamıyor. Filozoflar, siyaset bilimcileri, din adamları o konuları o zamanlar tartışmasaydı bugün bizim özlemle ulaşmaya çalıştığımız Batı medeniyeti de olamazdı.
* * *
Demokrasinin kurallarını oluşturma sürecinde filozofları meşgul eden en önemli konu oluşturulacak sistemde inanışların, yani dinin yerinin ne olacağıydı.
Türkiye'deki cahil kesimler, cehaletlerini sümüren partilerin propagandasına kanıp Batı'yı dinsiz, imansız olarak bildiklerinden o ülkelerdeki dini inanışın gücünün farkında değillerdir.
Bu tür güçlü hislerin sadece kendilerine üzgü olduğunu sanır bazı insanlar Türkiye'de.
Bu inanç gücüne rağmen Batı'nın demokrasiyi kurma tarihinin en önemli kilometre taşlarından bir tanesi dini inanışı kamu alanından çıkarmanın ve özele indirgemenin mücadelesidir.
Cahiller bu ülkelerde Hıristiyan Demokrat partilerin olmasının dinin siyasallaşması olarak yorumlanması gerektiğini söylerler hep.
Bu bir çarpıtmadır, tarih bilmemektir, yalancılıktır.
Batı'da esas o partiler dini siyasallaşmaktan uzak tutmuşlar, kamu alanını dini etkilerden arındırmışlar ve böylece de dinlerinin güzelliğini savunmuşlardır esasında.
* * *
Bu sadece siyasi bir tavrın sonucu değil, felsefi bir yaklaşımın da sonucudur.
Teolojik tartışmaları okuyun, etik tartışmalarına kafa yorun, Batı'yı öğrenin lütfen.
Din ile demokrasi arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır.
Çünkü din bireye uyması gereken kuralları tanımlar. Net kurallardır bunlar, üzerinde tartışmalar olsa da kuralların nereye kadar esneyeceği metinlerde yazılıdır.
Din, bu kurallar olduğu için güzeldir, bireyi bu kurallar rahatlatır.
Demokrasi ise kendi koyduğu kurallar çerçevesinde bireye yaşam tercihlerinde serbestlik tanır. Felsefi düzeyde bu serbestlik din ile çelişir.
Din ile demokrasi arasında uzlaşmaz çelişki işte bu nedenle vardır ve bu çelişkinin bir tek çözümü vardır, o da dini Batı medeniyetlerinde yapıldığı gibi kamusal/siyasal alandan çıkarmak, bireyin özel dünyasında tüm kurallarıyla korumaktır.
* * *
Çok mu bilinen şeyleri yazdım? Olabilir, okuyana böyle his veriyorsa ne de güzel.
Ancak bugün bunları Türkiye'de anlamamakta ısrarlı olan siyasi hareketler var.
Bir tanesi Türkiye'yi yönetmeye aday olarak ortaya çıktı o da bunları anlamıyor.
İşte bu nedenle bilinenleri tekrarda yarar var.
Ve işte bu nedenle de mahkemenin dünkü kararı aslında Türkiye ile ilgili değil, demokrasiyle, medeniyetle ilgili haklı bir siyasi karardı.
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2001
<B>TÜRKİYE </B>için düşüneceğiz, tartışacağız.<br><br>Bunu <B>‘‘vatan kurtarma’’ </B>gibi soyut bir neden için değil kendimizi kurtarmak için yapmak zorundayız. Çünkü bizim geleceğimiz, mutlu olabilmemiz, Türkiye'nin mutlu olmasına bağlı. Egoist olduğumuz için ülkemizi mutlu yapacağız. Kaçıp gitmek zorunda olanlar için de bu böyle. İnsanın vatanı kalbindedir ve fiziksel olarak ona uzak olsanız da hep yanıbaşınızdadır.
Dolayısıyla unutup da kurtulmak diye bir şey yok. Kaçmak yok, bana ne ben kendimi kurtarayım diye bir şey hiç yok. Öyle bir durum var ki ortada, kimse kendisini kurtaramayacak bundan sonra. Ya hep birlikte çıkacağız bu kısırdöngüden -ki mutlaka çıkacağız- ya da pes edersek hep birlikte batacağız.
Nasıl çıkabileceğimizi konuşacağız.
Aynı yolda farklı düşünen insanlarla polemik yapmayı kestiğimi de bu nedenle dün yazdım zaten. Gideceğimiz yol belli, varmak zorunda olduğumuz hedefte onlarla hemfikiriz. Bu yolda hedefe varırken neler yapılacağı konusunda farklı tavırlar gayet tabii olacak. Birbirimizi ikna etmeye çalışacağız. O nedenle bu kesimde çıkan kavgalar, vakit kaybından başka bir şey değil.
Ancak bir de bizim hedeflerden, hayalimizde yatan Türkiye fikrinden memnun olmayanlar, her durumda köstek olmayı vazife bilenler var.
Bu memleketi asıl kurtaracak, vatanın belkemiği olan olan bilgili, birikimli, yüzü Batı'ya dönük, mesleklerine saygıyı kendilerine kimlik yapan, hayat tarzını Atatürk'e bağlı gören, 1920'ler ruhunu iyi bilen insanlara da düşman bu kişiler. Çünkü onları sömüremiyorlar. Onları fakirlik fukaralık edebiyatı ile kandırma, olmayacak vaatlerle kendilerine çekme güçleri hiçbir zaman olmadı. Karşılarında şu anda zor durumda olsalar bile, darbe yiyor olsalar bile ezilmemiş, kemdisine saygılı bir kesim görünce afallar bunlar.
Dolayısıyla dikkat ederseniz, ben bu kesimden bana saldırmaya çalışan saçma insanlara cevap bile vermiyorum artık.
Onlar Türkiye'nin kurtuluşunda yer almak istemiyorlar. Dünyada kendisine yönelik Schadenfreunde uygulayan bir tek bu insanlar var. Yani bu kelime aslında başkalarının başına gelen kötü şeylerden mutlu olma anlamına gelir, bizde ise bu insanlar Türkiye'nin başına kötülük gelince mutlu oluyor gibi davranıyorlar. Vatanlarıyla kendilerini bir türlü özdeşleştiremediklerinden bu tavırlarında yatan çelişkinin de farkında değiller.
Kötü şeyler olursa kendilerinin halkı kandırma gücünün artacağını, prim yapacaklarını düşünüyorlar. Varsın düşünsünler. Demokrasi bu tür insanların hakkını savunmayı gerektirir ve bizler bunların kötü olma hakkını da, bize vurmaya çalışacakları bütün darbelere rağmen savunuruz.
* * *
Konuşacağız, tartışacağız, Türkiye'ye omuz verip ülkeyi hak ettiği yere getireceğiz. Bireysel mutluluğu yakalayabilmemizin başka yolu yok.
Türkiye 20 yıldır intihar sürecine girmişti. Bunun son 10 yılında üretimin kesilmesiyle başlayan ekonomik intihara sistemsel intihar da eklendi.
Düşünen insanların sisteme olan inançları son beş yıl içinde tamamen çöktü. İntihar etmekte olan ülke sanki bizim değil de başkalarınınmış gibi davrandı herkes. Buna ben de dahilim. Çünkü bir çılgınlık yaşanıyordu. Son beş yılın bütün gazetelerini alıp tek tek baksanız, ben iddia ediyorum ki bugün korkarsınız. Olamaz, böyle şeyler yaşanamaz bir ülkede dersiniz. Ama biz onları yaşadık, içinde yaşarken de korkunçluğun farkına varamadık. Şimdi gelinen noktada da intihar etmeye çalışan sistem buna izin verdiğimiz için başarıya ulaştı maalesef. Uyku hapı alan bir insanı görüp de acil servisi aramayan insanlara benziyoruz hepimiz. Göz göre göre ülkenin tüketilmesini izledik.
Bundan sonra bu olmayacak, hem izin vermeyeceğiz bunun olmasına, hem de biz yine umursamasak bile dış dünya izin vermeyecek.
* * *
195 milyar doların uçup gittiği kirli bir sistemdi o. Bir kişiye, birkaç ada bağlanması mümkün olmayan, her kesimden her insanın ‘‘Türkiye bu işte’’ diyerek gönülden katıldığı, işbirliği yaptığı bir sistemdi.
Ülkelerin tarihinde yeni yaprakların açıldığı dönemlerde iki alternatif vardır hep.
Ya geçmişin öcü alınır, bir şekilde bazı isimler üzerine gidilir. Ya da geçmiş silinir, beyazlanır.
Gerald Ford başkanlığa gelir gelmez, ilk iş olarak Nixon'u affetmişti. ABD bu af nedeniyle Watergate şokundan kısa sürede çıkıp yoluna devam edebildi. Çünkü Watergate de aslında tek kişiye indirgenmesi mümkün olmayan sistemsel bir meseleydi. ABD o kararla bir dönemi kapadı, yeni bir sayfa açtı.
Türkiye'nin insanlarının gönlünde yatan, geçmişin hesabının da bir şekilde sorulmasıdır belki ama birkaç kurban seçerek sadece kendimizi rahatlatırız. Sistemi rasyonel sorgulama ve yeniyi bulma yeteneklerimizi öç alma duygularıyla, yalan rahatlamalarla köreltmeyelim.
Geçmişin üstüne beyaz bir tül örtüp geleceğe bakalım, zaten azalmış durumdaki enerjilerimizi bir hedefe kilitleyelim.
Türkiye'nin kaybedecek zamanı yok, yakalaması gereken zamanlar var. Vaktimizi boşa harcamayalım. Yeni sayfayı açalım.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2001
<B>TARTIŞMALARIN </B>başlamasından bu yana gelen yüzlerce destek mesajı var. Keşke sadece dertleşme amacıyla yazılmış yaşam öykülerini bu tür haykırışları duymak bile istemeyen siyasetçilere, yazarlara, ‘‘Stan’’la kahvaltıdan mutlu ayrılan hocalara da okutabilsem.
Bunları okusalar ülkenin belkemiğinde yaşanmakta olan büyük erozyonun nasıl da tehlikeli boyutlara ulaştığını görebilirlerdi.
Şu anda görmek istemiyorlar. Buna yapılacak fazla bir şey yok. Gerçeklerden kaçmak isteyen insanlara zorla gerçeği anlatmak mümkün değildir.
Ancak gerçekliğin kendisi elbette kendini onlara bir gün mutlaka anlatacak, bir tokat gibi çarpacak suratlarına.
***
Mesaj gönderenlerden küçük bir bölümü, mizah yazılarını özlediklerini de belirtiyorlar.
Hak veriyorum onlara, çünkü ben de özlüyorum onları. Ben yazı yazarak hayatını kazanan bir insanım, bir profesyonelim. Bugüne kadar mizah yazısı yazmam için, insanların suratına hafif de olsa bir gülümseme koymaya girişmem için kendimin de mutlu, neşeli olması gerekmiyordu.
Rana hastanede ameliyat olacağı gün bile mizah yazısı yazmaya oturmuşluğum vardır.
Harlan Ellison'a benzetiyorum bu konuda kendimi biraz. O kendisini ‘‘yazar’’ değil ‘‘yazıcı’’ olarak nitelendirirdi.
Bir keresinde bir dükkanın vitrinine önüne daktilosunu alarak oturmuştu Ellison.
İnsanlar ona konular söylüyorlar o da en fazla yarım saat içinde istenilen konuda hikáyeler yazıveriyordu.
O kadar becerikli değilim ama bugüne kadar da hayat beni bu işi yapmamda hiç zorlamadı.
Ancak şu anda durum farklı. Ben 30 yıldır bu memleketin iniş çıkışlarının bir şekilde içindeyim.
İlk kez bu kadar çok korkuyorum.
Ve mutsuzum. Hem de çok mutsuzum.
***
Korkum ve mutsuzluğum sadece kişisel gelecek kaygılarından kaynaklanmıyor.
Hatta meseleyi sadece kişisel boyutta alsaydım ele, belki de tekrar mizah yazılarına dönme yolunu da açardım kendime.
Ancak bu kez durum farklı.
Sizlerden rica ediyorum şunu yapın; ekonomideki rakamlara bir bakın.
Bunları anlamak için profesyonel iktisatçı olmanız gerekmiyor. Bu rakamlara baktığınız zaman olaydan çıkışın sadece bugün tartışılan teknik yöntemlerle olamayacağını, Türkiye'yi neredeyse yeni baştan inşa etmenin gerekli olduğunu görüyorsunuz.
Yanlış anlamayın, Türkiye bugünkü krizden bir şekilde çıkacak. Hatta verilerde olumluyu işaret eden gelişmeler de var.
Ancak bu yetmeyecek, yetemeyecek.
Türkiye iki yıl önce başlattığı ve son beş aya kadar uyguladığı döviz kuru politikasını terk etti. O politika IMF destekliydi ve önceki gün Stan'ın kahvaltısına giden her insan o dönemde o politikayı alkışlıyordu. Bugün o politikanın tamamen tersi bir döviz kuru politikası var, bu da IMF destekli ve Stan'ın kahvaltılarına giden herkes bunu da alkışlıyor şimdi.
Şu temel gerçek görülmeli. Bundan bir buçuk yıl önce ‘‘Dikkat edin büyük ekonomik kriz geliyor’’ uyarılarını yaptığım yazıları yazarken çıkış noktam Türkiye'de üretimin tamamen bitmesiydi.
Bugün de aynı mesele var. Üretimi ele almazsak, Türkiye'ye halkın sarılacağı, kalbini koyacağı, umut yaratacak makro ekonomik hedefleri önümüze koymazsak, belki dört ay içinde bu krizden çıkarız ama bir yıl sonra tekrar krize gireriz.
Bir şeyi gerçekten anlamıyorum. Onlarla tartışırız ederiz, zaman zaman sert şeyler söyleriz birbirimize filan da, Asaf Savaş Akat, Deniz Gökçe, Ercan Kumcu gibi işin tekniğini iyi bilen insanlar bu ülkeye makro ekonomik hedefler konulmasına, ülke yatırımcılarının geleceği görmelerini sağlayıcı bağlayıcı olamayan ama devlet tarafından teşvik görecek planlar yapılmasına, ulusal kalkınma stratejisinin hazırlanmasına neden karşı çıkmakta ısrar ederler bunu anlayamıyorum. Halbuki istenilen şey onların bugün yapmak istedikleriyle çelişmiyor ki.
Onlar bugün ekonomiyi kısa vadeli krizden çıkaracak meseleleri düşünüyorlar.
Ben ve benim gibi düşünen insanlar ise onların başarılı olması durumunda bile düzelecek piyasaların ülkeyi yeniden inşa etme gibi bir dev işi başartacak sinyalleri vermeye yetmeyeceğini, Türkiye'ye bir strateji, bir büyük hedef gerektiğini söylüyoruz. Bu iki amaç birbirleriyle uyumludur ve işin esasına bakarsanız ikincisi de olmadan bu ülkeyi kısırdöngüden çıkarmaya imkán yoktur.
***
Korkum ve mutsuzluğum ve vatandaş olarak bu memlekete borcum olduğunu düşündüğüm için mizah yazılarına...
Kendileriyle zaman zaman tartışsam da varlıklarıyla ve fikirleriyle bu ülkenin çıkışında önemli roller üstlenmesi gerekecek insanlarla da aslında bana çok keyif verebilecek polemiklere girmeye de ara veriyorum. Ülkemizin geleceğini yaratmamız lazım, bunu da hep birlikte, tartışarak ama ortak bir yol bulmak için tartışarak yapacağız.
Mizah yazıları, polemikler kolay şeyler. Asıl zor olan bu... Bir vatandaş olarak doğru tavrın bu olduğuna inanıyorum.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2001
<B>GEÇENLERDE </B>tüm Hürriyet çalışanları olarak büyük bir badire atlattık.<br><br>Hepimize geçmiş olsun. Yalçın Bayer'e patronumuz Aydın Doğan'la mülakat yapma izni verilmesi Türkiye ve Osmanlı tarihinde yöneticiler tarafından verilmiş en isabetsiz karar olarak tarihe şu anda bile geçmiş durumdadır.
Yanlış anlaşılmasın, Yalçın Bayer'i çok severim.
Ona rağmen neden böyle düşündüğümü anlatabilmem için onu size biraz tanımlamam gerekir.
Yalçın Bayer fikir düzeyinde hiperaktiftir.
Vücutsal hiperaktiviteden çok daha vahim sonuçları olan bir durumdur bu.
Mesela masasında otururken siz onu hiç hareket etmiyormuş gibi görebilirsiniz.
Ama yanılıyorsunuz çünkü o çoktan alacakaranlık kuşağına geçti bile.
Beyni hiç durmadan çalışıyor o anda. Aynı anda diğer medya kuruluşlarındaki dedikoduları, tıp áleminde yeni ortaya atılan bir ilaç formülünün doğru olup olmadığını, CHP Çankırı örgütünde son yaşanan kavganın taraflarını barıştırmak için ne yapabileceğini, Beşiktaş'ta bir mahallede muhtarlık yapan kişinin yaşam hikáyesini, kendi yazısını, başkalarının yazılarını hep birlikte düşünür.
Bunların hepsinde detaylara iner. Kendisine gelen bütün mektupları okur, bunları dünyada şu ana kadar keşfedilmemiş bir kütüphanecilik metoduyla tuhaf bir şekilde arşivler, geçmiş bütün mektupların tümünde ne yazıldığını hatırlar ve onlara cevap da yazar.
Bu nedenle diyelim ki ona ‘‘Yalçın abi bugün hava ne kadar da sıcak’’ diye bir soru sordunuz değil mi. Size ‘‘Evet Cenova'da o gencin öldürülmesi beni de üzdü’’ diye bir cevap verebilir.
Şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin. Böylesine yaşayan ve de yorulmayan bir insanın çalıştığı kurumun patronuna gidip de özgürce sorular sorması hem kendisi hem de bizler açısından tehlikeli değil mi Allah aşkına!
Yahu o kendisine gelen her mektubu, her ihbarı ciddiye alır. Başka bir insan olsa anında yırtıp atacağı mektuplardaki ihbarları acaba haber olur mu diye sonuna kadar araştırır.
Rivayet odur ki Yalçın Bayer bu nedenle son 20 yıldır filan Hürriyet binasından çıkmadı. Toplam telefon faturasının yüzde 73'ünün de müsebbibi o.
Bizim patronumuzun hakkında Türkiye'de dili olan konuşuyor maşallah. Akıl almaz komplolar kuruyorlar kafalarında ve bunlara da kendilerini inandırıyorlar.
Patron da muhakkak kızıyordur haklı olarak bunlara, şimdi bir de Yalçın Bayer gazetecilik tam yapılmalıdır diye duyduğu her deli saçmasını sorarsa -ki sorar abi- o zaman patron da bir an kızıp o ve ona benzediğine inanabileceği herkesi işten atarsa ne olacak?
İşte ben bizim üst yöneticilere bu nedenle kızıyorum. Bu basit soruyu kendilerine sormadan ona bu yolu açtılar ve bu kriz ortamında hepimizin geleceğini riske attılar.
* * *
Mülakatı tabii ki baştan sona iki kez okudum.
Yalçın Bayer mülakata gitmeden önce üç dört adet sakinleştirici yutmuş olmalı.
Çünkü patronumuz hakkında Türkiye'de üretilen komplo teorilerinin sadece yüzde 10'unu sormakla yetinmiş. Diğer deli saçmalarını da ‘‘Ben sormuş olmayayım’’ diye sormamış.
Gerçi patronu kızdırmaya o yüzde 10 da yetmiş ve bilmem bunu fark ettiniz mi ama bir an Yalçın Bayer de ölüm ile yaşam arasındaki o ince çizgide gidip gelmiş.
Patron bir anda ‘‘Yoksa sende mi bunlara inanıyorsun’’ diye konuşmuş.
Şimdi ben patrondan böyle bir laf duysaydım şak diye düşüp bayılıverirdim korkudan.
Ancak o yaklaşan büyük tehlikeyi görmez, çünkü kızgınlığa yol açan soruyu sorduktan sonra anında diğer soruyu düşünmeye başladığından cevap içinde olabilecek tehlikeleri algılayamaz. Tabii bu arada Çankırı CHP örgütünün meselelerini çözme işi de var kafasında, bilmem anlatabiliyor muyum?
Ayrıca gayet tabii ki öyle düşünmüyor sadece her şeyi soracak ya, ele aldığı konuyu sonuna kadar tüketecek ya, insanın içini kanırtacak ya, onun için soruyor da soruyor işte hiç durmadan.
* * *
Sevgili okurlar.
Yalçın Bayer mülakatından sonra bende yeni bir takıntı başlamış durumda.
Bazen sabaha karşı ter içinde uyanıyorum. Bazen gün ortasında durup dururken panik atak başlıyor.
Önceki gün yemekte durup dururken ağlamaya başladım. Rana 12 saat sorguladı beni, Allah'tan gerçeği anlatınca o da hak verdi ağlamama. Biraz daha dinleseydi o da ağlayacaktı büyük ihtimalle.
Hep o cümle aklımda sevgili okurlar.
Sadece yedi kelimeden oluşuyor cümle.
Patron konuşurken bir ara ‘‘bir köşe kapıp’’ diye başlayıp bazı köşe yazarları hakkında gerçek fikrini açıklamış.
‘‘ADAMIN DİLİNİN KEMİĞİ YOK ELİNİN AYARI YOK’’ demiş.
Onu okuduğumdan beri beni uyku tutmuyor sevgili okurlar.
Yanlış anlaşılmasın, bunun ben olabileceğim konusunda en ufak bir kuşkum yok da acaba hangi arkadaşımı kastetti patron, bunu çıkarabilmek için neredeyse ikinci kez ruh hastası oldum ya!
Bilmem anlatabiliyor muyum?
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2001
<B>MİLLETİN </B>gözü önünde yeni bir komedi oyunu daha oynanmaya başlandı.<br><br>Oyunun adı Yenilikçiler Hareketi. Böyle bir hareketin tutarlı bir fikre sahip olabilmesine mantıken imkán yok.
Çünkü bir insanın genç yaşında kendini tamamen dine adayıp da ihtiyarlamaya başlayınca bundan vazgeçmesinin, yaşamını daha liberal hale getirmesinin dünya tarihinde ve hiçbir ülkede örneğini bulamazsınız.
Bu şekilde bir evrim insanın karakterine aykırı.
Ha bunun tersi olur. Yani insan yaşlandıkça dine sarılabilir. İster ölüm korkusu deyin ister başka neden bulun bu değişim için ama bu olabilir.
Tersi hiç olmaz.
Yani anlayacağınız en basit düz mantıkla işe bakılınca bile bu arkadaşların bize yalan söyleyerek işe başladıkları görülebiliyor.
***
Neden yalan söylemek zorundalar?
Çünkü kendi ideolojileri fosladı da ondan. Bu memlekette herkes 28 Şubat için askerlerle uğraşıp duruyor.
Doğru, onlar ve medya ön plandaydı bu süreçte ama onların arkasında bir başka güç daha vardı. Derin halk denilen Batılı, bilgili, birikimli, mesleğine saygılı, Türkiye'de gerçek demokrasi isteyen, bu ülkenin belkemiğini oluşturan kesim bu insanların ideolojisine ‘‘Hayır’’ dedi.
Onların bize empoze etmeye çalıştığı yaşam biçimini bu kitle elinin tersiyle itiverdi.
Bu genelde sessiz kalmayı tercih eden kitlenin o dönemdeki net tavrı olmasaydı, medya ve askerler bu kitlenin aktif desteğini alamayacaklarını hissetmeseydi harekete geçemezlerdi.
Artık dünya değişti. Artık orta sınıfların aktif desteğini almadan dünyanın hiçbir ülkesinde parmak oynatmanın dahi imkánı yok.
Bize tosladılar anlayacağınız o dönemde. Şimdi aynı yaşam tarzını tekrar empoze etmeye çalışsalar bir tokat daha yiyeceklerini biliyorlar.
O yüzden koskoca adamlar ‘‘Artık biz değiştik, artık tüm Türkiye'nin partisi olacağız’’ diyorlar.
Bunların başı Türkiye'yi yönetmeye talipmiş. Ben sokakta bir bayan seçmeni yanağından öpmeyi kendi kişiliğinde son derece radikal bir değişim olarak sunabilen bir insana bu memleketin yönetiminin teslim edilmesini şahsen bir ayıp olarak nitelendiririm.
Ve biliyorum ki bu memleketi kendi omuzlarında Batılı bir demokrasi ülkesi yapmaya hazır kitleler de aynı şeyi hissediyorlar.
***
Şimdi bunlar yükselişte izlenimini veriyorlar. Bu izlenimi vermeleri çok kolay çünkü eski bütün partiler muazzam bir çöküşteler.
Siyasetin her tarafı dökülürken onlar sadece yerlerine sağlam bassalar yükseliyormuş gibi gözükecekler zaten.
Bizim seçmen kitlesi yalan laf duymaktan pek hoşlanır. Kendi seçeceği insana soru sormaz, para ister. Soru sormaz, palavra dinlemekten hoşlanır. Meydanı boş buldukları takdirde bu takıyyeci grup kendisine taraftar da toplayacaktır ülkede bu yüzden.
Onlara o meydanı boş bırakmamak lazım.
Onların yöntemine bakın. Her partiden kendilerine uyan insanları harekete geçirip istifa ettiriyorlar, kendilerinde topluyorlar.
Bunların karşısına aynı yöntem kullanılarak dikilmek neden kimsenin aklına gelmiyor ki.
Bitmiş tükenmiş siyasi partiler tek başlarına bunu yapacak halde değiller.
Türkiye'deki her partide, Türkiye'yi dibe vurduran siyaset anlayışından umudunu kesmiş, Türkiye'ye yeni bir heyecan gerektiğini düşünen, Türkiye'yi bu hale getiren anlayışlardan tiksinen insanlar var. Onların başka bir oluşum içinde olmak için kendi partilerinden istifa etmeyi hálá daha düşünememeleri acıklı.
Bu ataletleriyle, bu cesaretsizlikleriyle Türkiye'ye büyük kötülük yapıyorlar.
Mesele harekete geçerek seçimi zorlamak da değil. Türkiye'nin bir seçime tahammülü yok. Ancak Türkiye'yi yeni bir yönetim anlayışı ele alıncaya kadar da olsa ondan sonra da olsa ülkenin modern insanlarının geleceğe ve siyasete umutla bakmaya ihtiyaçları var.
Yenilikçi hareketle bizim işimiz yok. Onlar ne yapacaklarsa yapsınlar ama yaklaşan ve kaçınılmaz olan geçiş sürecinde, ara dönemde bizim ciddiye alacağımız yeni bir siyasi oluşuma ihtiyacımız olacak.
Siyaset tabii ki bitmeyecek ama yeniden düzenlenecek. Siyasetin çıtası yükselecek. Yükselecek çünkü Türkiye'nin bir dönemi kapandı. Bunu bizler görüyoruz ama siyasi partilerin yönetimleri görmemekte ısrarlılar.
O yüzden de oluşabilecek her hareketlenmeyi bastırma, baskıyla yok etme gibi refleksleri var.
Ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar çabalasalar fayda yok.
Olacaklar ya orta sınıf tamamen tükenmeden olacak ya da onların da tükenmesi beklendikten sonra çok daha sancılı bir şekilde olacak.
Bizim omuzlarımız daha tamamen çökmemişken harekete geçilse iyi olur. Hızlı olunursa Türkiye'yi çok daha hızla düzlüğe çıkarabiliriz.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2001
Demokrasi, halkın içgüdüsüne teslim edilemez. Türkiye'de halkın büyük bölümü içgüdüleriyle oy verirler. Bu çok da normal bir şeydir ve aslında ülkemize de özgü değildir. Demokrasinin tamamem kurumlaştığı ülkelerde de halkın büyük bölümünün durumu pek parlak değildir.
Oralarda da halkın büyük bölümünde korkunç bir düşünce fakirliği vardır.
Tarihsel gelişme ve burjuvazinin var olması gibi nedenlerden dolayı oralarda eğitim düzeyi, birikim belki bizimkilerden üstündür, ama sonuçta aynı parlak olmayan resim oralarda da vardır.
Dolayısıyla Türkiye'nin meselesine çözüm aranırken, fikir üretilirken ‘‘halka güvenelim’’, ‘‘hemen seçim yapalım’’ gibi lafların manası yoktur. Bu lafların çözüm üretmek yerine Türkiye'yi tekrar kısırdöngülere itecek süreçlerin önünü açmakla sonuçlanacağını görmek gerekir.
* * *
Dünyanın her yerinde demokrasiyi, o toplumun elitleri kurmuştur.
Bunun böyle olması gerekir; çünkü her toplumda halkın önemli bir bölümü en basit konuda bile tutarlı düşünce üretme yeteneğinden yoksundur.
Zaten onların böyle bir düşünce üretme zorunluluğu da yoktur. Düşünce diye ürettiği şeylerin önemli bir bölümünün de anlamı yoktur.
Durum böyle iken herkese fırsat eşitliğinin tanındığı, ‘‘bireylerin eşit haklara sahip olduğu’’ bir toplumu dizayn etmek son derece güç bir iştir.
Bunu ancak birikimi olan, dünyayı tanıyan, bilgili, kültürlü, çıkar hesaplarının üzerinde kalmayı kendisine ilke edinmiş insanlar yapabilir.
Evet bu bir toplum mühendisliğidir.
Toplum mühendisliği yapmadan demokrasiyi Almanya'da da kuramazsınız, ABD'de de. Türkiye'de ise hiç kuramazsınız.
Nasıl ki dünyada halkların durumu her yerde aynıdır, elitlerin durumu da aynıdır.
Her ülkenin bir elit tabakası vardır. Bakın zengin demiyorum, elit diyorum, lütfen lüzumsuz tartışmalar olmasın.
Türkiye'de de tam demokrasi isteyen, Batılı, bilgili, birikimli, çıkar hesaplarının üstüne çıkmayı bilen insanlar, hem bugünkü siyasi partilerin içinde, hem de dışında vardırr.
Ama onlara azınlık demek de lüzumsuz bir şey; çünkü tanım gereği azınlık olmak zorundalar zaten.
Bakın inceleyin demokrasi tarihini bakalım. Elitler işe el koymadan demokrasisini kurumlaştırabilmiş bir ülke var mı ortada?
* * *
Bizim içinde olmak istediğimiz Batı medeniyetindeki ülkelerde siyasi elitin kurmak istediği düzene en büyük destek orta sınıftan gelmiştir.
Onların omuz vermemeleri durumunda elitin kuracağı ülke olamaz. Bu gerçeği görürsek, bugün Türkiye'nin sistem açısından neden tehlikeli bir sınıra geldiğini de anlayabiliriz.
Fotoğrafı çekelim ilk önce: Var olan siyasi partiler tükendiler. İslami hareket yine hızla tespitini yaptı ve bir dinamiği yakalamak için harekete geçti, partisini oluşturdu. Hükümeti oluşturan partiler de bekliyorlar. Neyi bekliyorlar, bunu anlamak mümkün değil, ama sıkı basarlarsa bu işten bir şekilde sıyıracakları gibi bir yanlış içindeler anladığım kadarıyla. Halk artık yeni bir şeyler bekliyor. Doğal olarak bu beklenti, halkın kendisinde rasyonel bir fikir olarak ortaya konulmuyor, ama beklenti var. Orta sınıflar, elitin gelip Türkiye'yi kurtarmasını istiyorlar.
Ancak onlar da yok olma sürecine itildiler. Benim derin halk olarak nitelendirdiğim bu insanlar, şimdi aç kalma korkusu içindeler, tükeniyorlar her geçen dakika. Yani biraz daha beklenirse, elit duruma müdahale etse bile kuracağı Türkiye'ye omuz verecek, destek verecek en doğal müttefikini de ortada bulamayabilir.
Türkiye'nin resmi bu.
Şimdi lütfen kendinize şu soruyu sorun: Bu tabloyu nasıl değiştireceğiz, nasıl çıkacağız bu kısırdöngüden. Ben bu soruyu sadece içinde bulunduğumuz ekonomik kriz nedeniyle de sormuyorum. Daha uzun dönemli, kalıcı olacak bir şeylerin peşindeyim. Bir dönem artık bitti. Bunda herkes hemfikir. Tarihin bir bölümü sona erdi, yeni bir tarih başlayacak artık.
Çözüm, var olan siyasi partilerden gelmeyecek, gelmiyor, bunda da çoğunluk hemfikir.
Bütün bunlar veriyken, kalkıp seçim yapalım, halka gidelim demek yalan söylemektir, korkaklıktır, Türkiye'ye tekrar zaman kaybettirmektir.
Demokrasinin belkemiği olan orta sınıf, elitini göreve çağırıyor. Demokrasiyi tam olarak kurmak, Türkiye'ye layık olduğu sistemi vermek; tüm insanlarını mutlu olabileceği, geleceğe güvenle bakabileceği bir ülkede yaşatmak için onlara desteğimiz tamdır. Siyasiler kendi içlerindeki bu nitelikteki insanları teşvik etsinler, onlar bir adım öne çıksın. Bu, memleket için bir görev. Belki eski siyasi ortamı tekrar yakalarız diye oluşumlara set çekmek, hem ülkeye ziyan verir, hem de bu olması imkánsız bir hayalin peşinde koşmak anlamına gelir.
O ortam artık bitti, tükendi. Yeniyi mutlaka kuracağız; çünkü bu ülkenin potansiyeli bunun on misli zorlukları aşmaya yetecek düzeydedir.
Yazının Devamını Oku