16 Temmuz 2001
<B>BU </B>memlekette herkes cahil, üçkáğıtçı, vurguncu, ilkesiz, ahlaksız değil. Sayıları kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyük olan bir başka kitle daha var Türkiye'de.
Onların tek istediği, iyi bir ortamda çalışmak, mesleklerini kimlik edinmek, iyi yaşamak, mutlu olmak ve gelecek planlamasını yapabilmek. Huzurlu olmak.
Onlar Türklükleriyle, Kürtlükleriyle, dinleriyle, solculuklarıyla, Türk'ün Türk'e propagandasından başka bir anlamı olmayan milliyetçilikle kimlik edinmiyorlar kendilerine.
Basite, kolaya kaçmak istemiyorlar; iyi bir doktor, mühendis, öğretmen, teknisyen, mimar olarak, kısacası zoru başarıp, mesleklerinde iyiyi yaparak tanınmak, bilinmek, takdir edilmek istiyorlar.
Bu insanlara Türkiye'nin ne garezi var, anlamış değilim.
Yıllardır onları rahat bırakmıyor bu ülke. Kin tutmuş, öç almak ister gibi davranılıyor onlara.
Hiçbir zaman huzur bulamadılar. Nedense kimse onların mesleklerini nasıl yaptıklarıyla fazla ilgili değil.
Hep bazı farklı kimlikler empoze edilmek isteniyor onlara. Onlar ‘‘İstemiyoruz, bizim işimize bakın siz’’ diyorlar, ama onları kimse duymuyor, duysa da ilgilenmiyor
Huzurları yok, aralarında bazıları belki iyi imkánlara ulaşmış ama onlar da mutsuz; çünkü vicdanları var ve bu kadar yoksulluğun olduğu bir ülkede hak ederek, helal edilerek kazanılmış paralarını rahat harcayamıyorlar.
Kendi memleketlerinde yabancı gibiler. Turist mantalitesiyle yaşıyorlar; çünkü tüm ülke onları yabancılaştırmak için örgütlenmiş bir makine gibi adeta. Gelecek korkuları hep var, çocuklarını yatağa koyduklarında bırakın bir sene sonrayı, yarın ne olacak diye endişeyle oturuyorlar gecenin karanlığında.
Bu insanlar tahrip oluyor, bu insanlar mutsuz ve işte bu insanlar son krizle birlikte yok olmaya da başladılar.
***
Bunlar çoğunluk değil. Çoğunluk değil ama Türkiye bir gün tam anlamıyla demokrat, çağdaş, Avrupalı bir ülke olacaksa, sadece bu insanların sağlam omzuna basarak yapabilir bunu.
Türkiye aslında bu insanları yok ederek, intihar ediyor farkında değil. Tüm siyaset mekanizması, tüm yaşam onların omzunu daha da çökertmek için var gücüyle çalışıyor.
Bugüne kadar hep direnmeye çalışıyorlardı; şimdi kendilerini tanımlayan en büyük unsur, işleri, yani kimlikleri ellerinden alındı.
Yaşanan korkunç mutsuzlukları, hayal kırıklıklarını, bunalımları burada tekrar anlatmayacağım.
Ancak bu insanlar, vatanlarıyla kendi aralarında imzalamış oldukları bağlılık kontratını ya yırtıp attılar, ya da atmak üzereler, bu da bilinsin.
Çoğu içi kan ağlayarak bunu yapıyor; çünkü insanın vatanı aslında kalbindedir. Yarın hak etmedikleri işleri yapmak için başka diyarlara gitmek zorunda kaldıklarında vatanlarını da beraberlerinde götüreceklerini biliyorlar.
Küs olacaklar belki ülkelerine, ama hep ‘‘ah güzel bir şey olsa da dönsem’’ hayaliyle yaşayacaklar.
***
Ben bu yazılardaki tespitleri, yeter artık haykırışını, teknokrat ara dönem hükümeti çağrısını, fikir jimnastiği olsun diye yazmıyorum.
Tek ama tek amacım var; bu insanları, benim ait olduğum bu grubu, bu sessiz ama ülkenin belkemiği olan insanları Türkiye'ye tekrar kazandırmak.
Kim yapacak bunu, asıl soru bu.
Ecevit dün kalkmış benim önerim için ‘‘Bu, Türkiye'ye yakışmayan bir şey. Bunca yıllık demokrasimiz var, bunu yozlaştırmaya kimsenin hakkı yok’’ demiş.
Ya ne demezsin, bu demokrasiyi benim önerim yozlaştırdı. Sistemin her yanı buram buram yozlaşma kokuyor, pis kokular sınırlarımızı aşmış tüm dünyaya rezil olmuşuz, ülkeyi bu hale getiren isimler ve siyaset anlayışı hep belli, şimdi fatura bunlara çekin gidin diyenlere çıkarılacak öyle mi?
Yok abi, yemezler. Tekrarlıyorum; çekilin artık. Gidin başımızdan, istemiyoruz sizleri.
***
Sonucu bağlamadan ikiyüzlü aydın tavrına da bir çift sözüm olacak. Son birkaç gündür çözüm halktadır, halka güvenin yazıları çıkmaya başladı.
Bu yazıları yazanları şimdi ben bir bara davet etsem, iki kadeh içsek, hemen halka sövmeye başlarlar. Halkın ne kadar cahil, faşist eğilimli, üçkáğıtçı olduğunu anlatırlar.
Sonra iş sabah yazı yazmaya gelince, demokrat kesilirler, çözüm halktadır, diye yazarlar.
Hangi halkta? Hangi çözüm? Bu ne ikiyüzlülük? Bırakın bu lafları ve halka kendinde olmayan vasıflar yüklemeyin.
Türkiye'nin 21'inci yüzyıla yakışan, çağdaş ülke olmasını sağlayacak bir yönetime ihtiyacı var. Gerçekçi çözüm toplumun, siyasetçiler de dahil her kesiminin desteğini almış bir geçiş dönemi teknokratlar hükümetidir.
Bu tabii ki son derece demokrat bir çözüm değil, ama Türkiye'de demokrasiyi, bırakın demokrasiyi ülkeyi kurtaracak tek çözüm. Radikal bu çözümü uygulamaya sokamazsak alternatifi düşünmek bile istemiyorum.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2001
<B>HAYATIMDA </B>hiçbir zaman bu yazının başlığı gibi bir başlık atacağımı tahmin etmezdim. Türk siyasi yaşamında ‘‘ara dönem’’ olarak adlandırılan süreçler benim kişisel olarak da büyük darbeler aldığım dönemler olmuştur hep.
O yüzden böyle bir kavrama da, bu tür hükümetleri isteyen insanlara da hep tepki duymuşumdur bugüne kadar.
Ancak şu anda durum farklı.
Bu ülke hepimizin. Hiçbirimiz diğerinden daha vatanperver filan değil; kökenlerimiz, hayatımız boyunca çalışıp edindiğimiz birikimlerimiz, geleceğimiz, çocuklar bu ülkede.
Ve ülkemizin çıkarları, bugün bir olağanüstü dönem hükümeti kurulmasını gerektiriyor.
Askerlerin de mutlaka aktif desteğini alacak bir ara dönem teknokratlar hükümeti lazım Türkiye'ye.
Bugünkü hükümette olan partiler, hiç durmadan açıkladıkları gibi Türkiye'yi gerçekten seviyorlarsa, en başta onların bu gelişmeye destek vermeleri gerekir.
Bu hükümet ve bu partiler, Türkiye'yi krizden çıkaramayacak.
Böyle giderse, ısrarla kalmayı sürdürürlerse, ülkemiz Osmanlı da dahil olmak üzere tarihimizde hiç görülmemiş gelişmelerle çalkalanacak.
Çünkü olabilecek ekonomik çöküntü, bugüne kadar alışık olduklarımıza katiyen benzemeyecek ve bir anda hemen her şeyimizi kaybetme tehlikesiyle de karşı karşıya kalabileceğiz.
* * *
Bence atılacak adımlar şöyle olmalı:
Bütün parti liderleri, muhalefet liderleri de dahil olmak üzere bir araya gelip vatanın geleceği için teknokratlardan oluşacak bir ara dönem veya ‘‘krizden çıkarma’’ hükümetine destek verdiklerini açıklamalılar.
Sonra kamuoyunun üzerinde anlaşacağı, üzerinde herkesin vicdanen rahat olacağı isimler hemen tespit edilip bunlara görevler verilmeli.
İki yıl sonra olacağı söylenen seçim bir yıl sonraya alınmalı.
Seçim Kanunu hızla değiştirilerek seçimler için propaganda dönemi 15 güne indirilmeli.
Bu bir yıl boyunca teknokratlar hükümetinin atacağı her adım halka net olarak anlatılmalı.
Teknokratlar hükümeti, acı reçeteler hazırlamak zorunda kalacak. Çok kişi daha işsiz kalacak. Siyasi partiler bu durumu kullanıp olumsuz propaganda yapmayacakları taahhüdünü de vermeliler halka.
Çünkü bu zorunlu adımlar atılmazsa ülkemiz batacak. Batmaması için atılıyor olacak o adımlar, bu yüzden kimse ağzını açıp konuşmamalı.
Vatanseverlik varsa işte asıl vatanseverlik, asıl vatan için bir şeyler yapmak budur.
Teknokratlar bir yandan Türkiye'yi kısa vadede rahatlatıcı adımları atarlarken, bir yandan da ülkemizi uzun dönemde tekrar çağdaş hale getirecek planları hazırlamalılar.
Türkiye'nin krizle darbe yiyen potansiyeli aslında çok büyüktür.
Bu insanlar üretecek, tüketecek, çalışacak. Yol gösterici olmak lazım; bu nedenle teknik tedbirler alınırken bir yandan da Türkiye'nin ulusal ekonomi stratejisi çıkarılmalı, kısa, orta ve uzun vadeli, kesinlikle uyulacak plan ve hedefler tayin edilmeli, krizden çıkma aşamasına gelindiğinde -ki bu gelişmeler olursa bir yıl içinde olabilir- bu program da yürürlüğe konulmalıdır.
* * *
Biliyorum, bunlar tatsız işler. Siyasi partilerimiz bu tür şeylerden de hoşlanmazlar.
Ancak bu tür gelişme olduğu takdirde olacaklar, bugün bu şekilde kalındığında olacaklardan daha tatsız değildir, buna emin olun.
Türkiye'yi seven, ülkesini düşünen, geleceğini bu topraklarda gören herkese sesleniyorum.
Atılması gereken adımlar belki kısa vadede hoş güzükmüyor, ama orta vadede Türkiye mutlaka ama mutlaka kurtulacaktır.
Teknokratlardan oluşacak hükümete siyasi partilerimiz de destek verecekleri ve müdahale etmeyecekleri için onlara yönelik kamuoyu desteği büyük olacaktır.
Bir anda güven ortamına giden yol açılacaktır.
Piyasalar biraz daha rahatlayacak, şu anda bir kısırdöngü içinde debelenen siyasi partiler de hiç olmazsa bir yıl için rahatlayacaklardır. Bu bir yılı yeniden örgütlenmek ve Türkiye için proje üretmekle geçirirlerse, bundan kazançlı çıkan hem kendileri hem Türkiye olacaktır.
* * *
Krizden çok darbe yedik. Ancak bu tür dönemler, ülkeler açısından önemli fırsatların da doğduğu dönemlerdir.
Eski Türkiye artık bitti. Bugüne kadar alıştığımız siyaset yapma biçimi, yaşam biçimi sona erdi.
Türkiye'yi hızla yeniden kuracak potansiyele, bilgi birikimine ve halka sahibiz.
Önemli olan herkesin bu fikre inanmasıdır. Önerim birçoğunuza belki hayalci gelecektir, ama ben samimi bir biçimde başka şansa da sahip olmadığımız kanısındayım.
Haydi, ülkemiz için el ele verelim artık, ne olur...
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2001
<B>SON </B>dört ay içinde 610 bine yakın insan işsiz kaldı sevgili okurlar. Onlara ‘‘kriz işsizi’’ diyorlar. İstatistiklere o kavram altında kaydediliyorlar.
Bunlar cahil değil, eğitimsiz değil, kültürsüz değil.
Çoğu işsiz kalmadan önce çalıştıkları iş kolunda önemli görevler yapmışlar.
Belki olağanüstü büyük paralar kazanmamışlar ama rahat yaşayacak maaşlar, ücretler almışlar.
Çoğu orta sınıf nitelemesine uygun yaşam sürmüş. Zaten kendileri de orta sınıf ailelerden gelmişler.
Kendilerine bir gelecek planlaması yapmışlar, çocukları için bir eğitim hayali oluşturmuşlar, biraz kıyıda köşede gelecekteki yaşamlarını garantiye almak için bir şeyler biriktirmeye de başlamışlar.
Ve aniden Türkiye onları vurmuş. Her şey bitmiş bir anda. Onları vuran ortamın oluşmasında suçları da yok. Bunca yıldır bu ülkede ortadan yok olan 195 milyar dolardan onlara pay düşmemiş. Çalmamışlar çırpmamışlar, rüşvet yememişler.
Çocuklarına iyi bir anı bırakmak, gece yattıklarında rahat uyumak, eşlerinin yüzüne utanmadan bakabilmek için soygun, hortum düzeninin içine girmemişler.
Tek istedikleri işlerinde başarılı olmak, iyi yaşamak, çocuklarını iyi yaşatmaktı, şimdi onları vurduk.
İşsizler artık...
***
Ne olacak? Bu insanlar olmadan ülkenin düzlüğe çıkması mümkün değil. Aslında Türkiye'yi Avrupalı yapabilecek tek insan malzememiz de onlar, ama şu anda yok olmaya terk edilmiş durumdalar.
Ortada bir hedef, bir açıklama, bir strateji yok.
Mali piyasalarda eğer bir iyileşme sağlanırsa, oradan gelecek sinyallerle reel sektörün de canlanacağı anlatılıyor sadece.
O sinyal gelmez.
Birilerinin yani bu ülkeyi yönetme iddiasında olanların bu sinyali verdirtecek kararları alması lazım, o da olacak gibi gözükmüyor.
Haydi diyelim onların dedikleri oldu, sinyalleri reel sektör aldı.
Bunun için de minimum 2 yıl veriliyor. Kim nasıl dayanacak o kadar?
Bu insanlar, arkadaşlarımız ne yiyecek, ne içecek? Çocuklar ne yapacak?
İşini bir şans eseri kaybetmemiş olanlar, bu insanların durumunu bile bile nasıl yaşamlarını sürdürecekler?
Bu kadar acı çekilen bir ortamda darbeyi daha henüz yemeyenlerin boğazından o lokma nasıl geçecek?
Sorular soruyorum, kusura bakmayın cevabım yok. Cevabım yok da içimde derin bir sızı, bir hüzün var.
Ben son krizin en çok vurduğu bu insanların grubuna ait hissetmişimdir kendimi hep.
Orta gelirli ailelerden geldik hepimiz. Eğitimimiz, kültürümüz, birikimimiz bizi bir yerlere taşıdı.
Tek isteğimiz, mütevazı ama güzel bir yaşam sürmekti. Birçoğumuz buna erişecek yollara da girmiştik üstelik.
Bu Türkiye'de olanları hiçbirimiz hak etmedik.
Başka ülkelerde doğmuş olsaydık, işsiz kalmış olan bu insanlar hayatlarını garantiye almış olacaklardı büyük ölçüde. Gelecek korkuları olmayacaktı.
İşte bunun için herkes gitmek istiyor şimdi.
Korkulan şey çoktan oldu da kimsenin haberi yok. Bu insanlar, bu mühendisler, bu bankacılar, bu avukatlar, sanayiciler şimdi başka ülkelerde benzin pompacılığı, bulaşıkçılık, taksi şoförlüğü yapmaya hazırlar.
Belki de 20 yıl, 30 yıl önce üniversitede okurken keyfe harcanacak cep harçlığı çıkarmak için bulaşıkçılık yapmışlardı; şimdi onca seneden sonra, onca didinip uğraşmadan sonra bu sefer hayatta kalabilmek için yeniden başa dönecekler.
Birçoğunun evliliğinde sarsıntılar başladı. Sinirler gerin. İlişkiler bozuluyor.
İşini kaybetmemiş olanlar da korku içinde. Yarın ne olacağı bilinmediğinden orta sınıfa özgü yardımlaşma kanalları da pek açık değil artık.
Herkes kendi başına kalmış anlayacağınız...
***
Bunları biliyorum, görüyorum, olan biteni dinliyorum.
Siz de bilin istedim.
İçimde hem hüzün, hem de ciddi bir tiksinti var. Çok yoğun olarak yaşıyorum ikisini de.
Bu olanları, bu insanlar katiyen hak etmedi.
Olan bitenin sorumlularını biliyorum, herkes de biliyor ve bu ülkenin bile bile, göstere göstere, çala çırpa bu hale getirilmesinde rol oynayan herkesten iğreniyorum. Bu yazdıklarım bir işe yarar mı bilmem, ama bunu da herkes bilsin istedim.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2001
<B>MİLLİYET'</B>ten <B>Ahmet Tulgar'</B>ın benimle yapmış olduğu söyleşide bir bölüm şöyleydi:<br><br><B>Soru: Kemal Derviş'i ne olarak görüyorsunuz?</B> Cevap: Siyasiler bu işi çözmek için yapılması gerekenleri yaparlarsa bunun siyasi hayatlarının sonu olacağını anladılar, dışarıdan Derviş'i çağırdılar. Teknik olarak bu işi çözecek, sonra da gidecek. Siyasi olarak başarılı olması mümkün değil o adamın.
Soru: Neden?
Cevap: Çünkü çözdükçe bir sürü insan işsiz kalacak, bir dolu insan acı çekecek. Öyle insana oy verir mi Türkiye?
Soru: Hani kara filmlerde temizlikçiler olur, gelir, pis işi yapar gider, öyle mi?
Cevap: Harvey Keitel gibi, çözecek, gidecek.
***
Bu söyleşi yayınlandıktan sonra düşündüm de Harvey Keitel yakıştırması bizim Kemal Derviş'e pek de yakışmış.
Hatırlayın hani, ‘‘Pulp Fiction’’ filmini. Travolta ve arkadaşı yanlışlıkla bir adamın beynini arabada tek kurşunla dağıtırlar.
Arabanın içi kan gölüne döner. İki kahraman da kanla banyo yapmış gibidirler.
Temizlenmeleri, hiçbir ipucu bırakmadan da cesetten kurtulmaları gerekmektedir.
Bir eve giderler; arkadaşları, karısının kısa süre içinde geleceğini, ne yapacaklarsa hemen yapmaları gerektiğini söyler onlara.
Mafya bağlantıları aranır ve sonunda işin ‘‘temizlikçiye’’ bırakılması gerekir.
Harvey Keitel'a bir yemek davetindeyken ulaşılır. 15 dakika sonra oradayım der, kapatır telefonu ve aslında bir saat süren yolu gerçekten de 15 dakikada aşar gelir arabasıyla.
Sonra muazzam bir hızla örgütlemeye başlar insanları. Kimseyi dinleyecek vakti yoktur, karşı çıkılmasını istemez. Bu iş yapılacaksa herkesin onun direktiflerine uyması gerektiğini söyler ve en ufak bir itiraz olursa da çekip gideceğini vurgular. Yumuşak ama tavizsiz konuşur.
Her şeyi bir saat içinde temizletir onlara, tek bir ipucu kalmaz.
Cesedi de bir eski araba mezarlığında parçalatmak üzere teslim eder.
Ve aynı hızla yarım bıraktığı yemek davetine de döner. Arkada da iki şaşkın, dayak yemekten beter olmuş ikiliyi bırakır.
***
Derviş de büyük bir hızla çalışmak zorunda.
O da bir ‘‘temizleyici’’. Ceset haline gelmiş Türk ekonomisini temizleyecek, bazı ceset haline gelmiş siyasetçi, bürokrat vücutların da ortadan yok olmasını sağlayacak.
İşi çok acil. O da kendisine karşı çıkılmasını istemiyor, en küçük bir itiraza tahammül edemiyor; çünkü temizlik işi yapılacaksa onun söylediklerini harfiyen uygulamaktan başka çıkar yol yok.
Fazla itiraz olursa kendisine, karşı çıkılırsa, o da çeker gider ve cesedi bizim kucağımızda bırakır. Bu tehdit de hep gündemde.
***
Bu iş böyle yapılacak, başka çare yok. Siyasetçiler de filmdeki mafya patronları gibi ellerini pisletmemek için kendileri yerine bu işi yapacak bir kişi buldular.
Temizleyici de olmasa, o zaman iş üstlerine kalacaktı ki buna cesaretleri yoktu.
Bunu daha önce yazdım, şimdi de tekrarlıyorum. Bugün ona en fazla karşı çıkan siyasetçiler, aslında ona hayatlarını borçlular; çünkü temizleyici de olmasa aynı işi bu sefer kendileri üstlenmek zorunda kalacaklardı ve siyasi yaşamları da kesinlikle bitecekti.
Şimdi biraz zaman kazandılar, belki uzatmaları oynayabilirler.
***
Bu iş böyle de, ancak işin başka boyutu var.
Kara filmlerde temizleyici kavramının iki anlamı vardır.
Sorun çözmede başvurulan en son kişi onlardır ve bazen de sorun insanlardır.
O zaman da temizleyici, onları öldürmek göreviyle gelir olay yerine.
Derviş, var olan cesedin vücudunu ortadan kaldırmak, etrafa bulaşmış pislikleri temizlemek için geldi.
Ama korkarım ki ikinci anlamda temizlik de olacak, etraf çok fazla sayıda cesetle dolup taşacak.
Onlar da işlerini kaybetmiş pırıl pırıl yeni insanlar olacaklar.
Temizlikçi işini yapar, itiraz dinlemez.
Eski cesedi kaldırmakta ona yardım edelim, tamam. Ancak yeni cesetler olmasına da izin vermeyelim.
Türkiye tekrar üretmeye başlayacağı mesajını dünyaya vermeli, 5, 10, 15 yıllık çok ciddi kalkınma planını hemen hazırlamalı, ulusal ekonomik kalkınma ve kurtuluş stratejisini açıklamalı ve üretmeye hazır olacak insanlara da yol göstermeli.
Bunu yapmalı ki ‘‘temizlikçi’’ bir an önce yarım bıraktığı işine geri dönsün, giderken de isterse eski cesetleri gözümüzün önünden kaldırmak için beraberinde götürsün.
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2001
<B>KORKMAYIN,</B> başlıkta <B>‘‘baba’’ </B>kelimesiyle kastedilen kişi <B>Demirel </B>değil. Onun geri dönüşünü talep edecek kadar henüz kamuoyu vicdanından o kadar soyutlanmış değilim. Onun siyasete dönmesini bir tek İsmet Sezgin istiyor Türkiye'de. İkisi yan yana geldiklerinde de bana ‘‘Grumpy Old Men’’ filminin herhangi bir sahnesini hatırlatıyorlar hep.
Her ne kadar bu köşenin yazarı, kitle beğenisine uygun davranmak için özel gösterme niyetlisi değilse de, taraftarı sadece tek bir kişi olan bir amacı da savunacak kadar deli değildir.
Başlıkta sözü geçen ‘‘baba’’ kelimesi Osman Ulagay için kullanılmıştır.
Dün ‘‘Osman baba boşuna kızmaz evladım’’ başlıklı yazısında Osman Ulagay bana cevap verdi.
Hatırlamayanlar için hatırlatayım; ben geçen hafta, Ulagay'ın üretim meselesine ağırlık vererek krizden kurtuluş olabileceğini savunanlara bu kadar kızmasını anlayamadığımı açıklayan bir yazı yazmıştım.
* * *
Yazısının başlığını okur okumaz, Türk medyasında bir süredir tartışılan önemli bir meseleyi çözmüş olabileceğimi düşünüp heyecanlandım.
Biliyorsunuz, Milliyet Gazetesi'nde bir Berrin Cankat imzalı köşe var. O köşeyi aslında kimin yazdığı da merak konusu.
Berrin'in aslında bir travesti olduğu, aslında bir erkek olduğu, aslında iki erkek bile olabileceği görüşleri ortaya atılıyor bizim meslektaşlar tarafından.
Dün o başlıklı yazıyı görünce ‘‘Tamam’’ dedim kendi kendime, ‘‘Osman baba ikinci iş olarak Berrin Cankat imzasıyla yazılar yazıyor olmalı’’.
Ekonomik kriz herkesi olduğu gibi onu da vurdu, zaten kızgın yazılarını da bu acı nedeniyle yazıyor. Dolayısıyla ikinci iş meselesi çok uçuk bir açıklama gibi gelmedi ilk başta.
Osman babayı tanımayanlar, onun esprili olabileceğini de düşünmezler. Örneğin, hayatlarında onu ilk kez gören bankaların muhasebe bölümlerinden sorumlu kişiler bile kendisini sıkıcı bulabilirler.
Ancak ikinci görüşmenizde o sakin ve sessiz görünümün altındaki kara mizahçı bakışı fark edersiniz.
Zaten böyle sessiz, sakin görünümlü insanlardan korkacaksın, ben bunu bilir bunu söylerim.
Baba filminde Al Pacino da sessiz, sakindi, sonra o kadar çok sayıda adam öldürdü ki saymakla bitmez.
Osman Ulagay'ın aslında Berrin Cankat olabileceği teorim, bir dostumun gerçekleri bana anlatmasıyla maalesef suya düştü. Başka birisiymiş Berrin Hanım, Osman baba değilmiş.
* * *
Bu yazısında Osman baba, bana ‘‘Evladım Serdar, belki yaşın tutmadığı için sen bunları hatırlamazsın ama benim, uzun sayılabilecek aralıklarla tepemin atması hiç hayra alamet değildir. Bak ben sana hatırlatayım’’ dedikten sonra bazı örnekler vermiş.
Örneğin, ‘‘Geçen yılın ağustos ayında çoğu kimse işler yolunda diye avunurken, ben gene öfkelenip ‘ekonomi bıçak sırtında' diye yazılar yazdım, kimse aldırmadı ve sonunda kasım krizi başladı’’ demiş.
Osman baba, aldırmazlar tabii. Konuya geç girersen herkes bu mesele eskidi der ve aldırmaz, bu gayet doğal. Ekonomi için gerekli tespit, geçen ağustos ayında değil, geçen nisan ayında bu köşenin yazarı tarafından yapılmıştır.
‘‘Öteki Türkiye’’ tartışması öyle başladı, değil mi ama!
O yazılara herkes aldırdı, çünkü gecikmeyle yazılmamıştı. Osman baba da aldırdı, zira onun yazıları benim yazılarla bir tür diyalogdu aslında
Onun için sen gel beni dinle yine Osman baba. Üretim olmadan Türkiye krizden çıkamaz.
5, 10 ve 15 yıllık planları bugün yapmalıyız ki Türkiye’nin insanları geleceği görebilsinler.
Sonra da bir yandan mali sektörü kurtarma operasyonu sürerken, bir yandan da Türkiye'yi bu 15 yıllık hedefe doğru götürecek stratejik kararları almalıyız.
Bu yapılabilir ve sanıldığı kadar da zor iş değildir.
Gecikmeden benim safıma gel Osman baba; gecikirsen ve üç ay sonra aynı şeyleri söylersen, bak yine kimse aldırmaz, üzülürsün.
* * *
Ulagay başka bir kızgınlık döneminde, 1991 seçimi sonrasında yazdığı bir yazı nedeniyle Cumhuriyet Gazetesi'nin bölündüğünü açıklamış.
Ben bu konuya girmem. Bu konudaki cevabı da ona diğer bir başka ‘‘baba’’ olan, hatta capo du tutti capo (babaların babası) olan Hasan Cemal versin.
Ben o gazeteyi Hasan Cemal'in böldüğünü zannediyordum, şimdi başka bir ‘‘bölücü’’ daha çıktı ortaya.
Bu mesele bence ancak Hasan Cemal'in Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yıllarını anlattığı kitabı piyasaya çıkınca net olarak çözülecektir. O kitapta sıkı dedikodu olacak ha bunu bilin.
Yoksa yoksa, Berrin Hanım, Hasan Cemal mi?
Oysa eğer şuracıkta şak diye düşüp bayılırım, bunu da bilin!
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2001
<B>GEÇEN </B>cuma günü, <B>Ecevit </B>ölmediğini ispat etmek için basın toplantısı düzenlemek zorunda kaldı. Ve böylece yönetmek iddiasında olduğu bu ülkeyi ne kadar da az tanıdığını göstermiş oldu.
Türkiye'deki piyasalar, onun ölmediği haberini alır almaz tekrar büyük kriz içine girdiler.
Halbuki söylentilerin dolaştığı saatlerde, herkeste ekonomi tekrar iyi bir yöne gidecek umudu doğmuş, gelecekten umudu kesmeye başlayanların içinde ise tekrar bir umut ışığı yanmaya başlamıştı.
O basın toplantısıyla bütün bunlar bir anda bitti ve aynı kötümserlik havası aynen, belki daha da artarak geri geldi.
***
Şimdi yanlış anlaşılmasın tabii ki, burada fiziksel ölümden bahsetmiyorum.
Ecevit'in fiziksel varlığıyla bir alıp veremediğim filan yok.
Allah uzun ömürler versin, çok daha uzun yaşasın, ancak ben onu görmeyeyim, duymayayım istiyorum sadece.
Ne bileyim ben, gitsin balık tutsun, kitap okusun bol bol, şiirler yazsın filan.
Çok sevdiği köylerden bir tanesinde küçük bir ev alacak parası nasıl olsa vardır, geçinir giderler işte.
Burada söz konusu olan, piyasaların beklediği haber Ecevit'in kişisel ölümü değil, bu hükümetin siyasi varlık olarak ölüp gitmesidir.
Bugün Türkiye'de herkes bu hükümetle bütün manevi bağlantılarını çoktan koparmıştır.
Bugüne kadar onları zoraki olarak çekiyorduk; çünkü bu ülkede dini siyasileştirerek bize istemediğimiz hayat biçimini empoze etmeye çalışan ve lafa gelince de ağız ishali olmuş gibi hiç durmadan demokrasi diyerek bizi kandırmaya çalışan bir akım bu durumu yarattı.
Onlar olmasaydı, bu yetersiz ve yeteneksiz hükümet çoktan şutlanır ve herkes rahat ederdi.
Piyasalar da bu durumu pek tabii ki biliyorlar, ancak bildikleri bir başka şey daha var.
Bu hükümet kaldıkça ekonomik krizin atlatılamayacağı, artık 10 yaşındaki çocuklar tarafından da biliniyor Türkiye'de.
Onun için piyasa oyuncuları o cuma günü Ecevit hükümetinin ölmesini beklediler, ölmediği anlaşılınca umutlar yine söndü.
***
Ben Ecevit kadar manipülasyonu seven bir insana rastlamadım. Ha pardon bir de Mesut Yılmaz var tabii, ne yazık ki onu yine hatırlamak ve hatırlatmak zorunda kaldım, üzgünüm.
Hastaneye gittiği gün muayene çıkışı oturdu gazetecilerin karşısına.
Güya borsada hasta olduğuna dair spekülasyonlar çıkarsa işler kötüye gidermiş, KRİZ ÇIKARMIŞ, bundan korkuyormuş.
Breh breh breh, ne duyarlılık ama değil mi?
Gören de sanır ki duyarlı bir liderle karşı karşıyayız.
Peki ama bundan üç ay önce ne oldu?
Ecevit o gün dimdik ayaktaydı. Öldüğü bile konuşulmuyordu. Gitti Cumhurbaşkanı ile kavgalar çıkardı, sonra öğle vakti basın toplantısı yaptı, borsa çöktü, döviz kuru ikiye katlandı.
Bunlar olmadı mı? Bunların olacağını tahmin edemediler mi, yoksa 70 küsur yılda kazanılamayan o duyarlılık arada geçen üç ayda mı kazanıldı?
O gün daha sonra hastane dışında sergilenen duyarlılık neredeydi gerektiği zaman?
Ülkeyi bir gecede batırırken duyarlılık neredeydi?
Biz keriz miyiz böyle masalları yutacak?
İstediğin zaman taş gibi duyarsız olacaksın, milyonlarca insanın yaşamına bir anda darbeyi vuruvereceksin, istediğin zaman da herkes senin gitmeni arzu ederken çıkıp ‘‘Kriz çıkmasın diye açıklıyorum, ben buradayım ve kalıcıyım’’ diyeceksin.
Yetti ama yani artık, yetti, bunları yemiyor kimse, bu biline.
***
Evet sinirli yazıyorum bu yazıyı.
Bu ülkeye geleceklerini bağlamış, okumuş, çalışmış, çocuklarını iyi yetiştirmeye çalışan, şu memleketin parlamentosouna vekil olarak seçilen insanların yüzde 80'inden çok daha kültürlü, birikimli, sadece mutlu olmak isteyen insanlar işsiz kalırken, aileleri sarsılırken, müthiş bir mutsuzluk içine itilmişken...
Bizi bu hale sokan kafaların karşımızda tiyatro oynamalarına artık tahammülüm yok.
Dayanamıyorum, bizi aptal sanan insanların hálá oynamaya çalıştığı ve sonu geldiği onlar dışında bütün dünyaca kabul edilmiş siyaset oyununu oynamaya çalışanlara.
Yetti ama ya, gerçekten yetti!
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2001
<B>BİZ </B>gazeteciler açısından hiç de hoş olmayan bir gelişme yaşanıyor Türkiye'de. Belirli bir birikimi olan, kültürü olan insanlar haberden kaçıyor artık.
Gazeteden kaçma değil bu yanlış anlaşılmasın, haberden kaçış sadece.
Gazetede belirli haberleri okumuyor bunlar. Özellikle siyasi haberleri.
Bir de stres yapıcı diye tanımlanan haberler okunmuyor bu kesimde.
Keyif veren şeyler istemeye başladılar bu insanlar ve en küçük bir keyif kaçırıcı bir yeni habere dahi tahammülleri kalmamış durumda.
*
Nereden mi biliyorum bunu?
Tabii kapsamlı bir bilimsel araştırma yapmış filan değilim.
Ancak ben o çevrenin içindeyim, konuştuğum, görüştüğüm insanlar bunlar ve aldığım tepkilerin sayısı öylesine arttı, öylesine farklı insanlardan aynı şeyi duydum ki sonunda bir senteze varmak, bir sonuca varmak doğal geliyor artık.
Bir kesim var Türkiye'de. Dar gelirli değiller, zengin de değiller. Orta sınıf diyebiliriz bunlara.
Meslekleri var. Birçoğu yabancı dil biliyor, kitap okuma ádetleri az da olsa var, düzgün ailevi ilişkiler içindeler, çocuklarını zor da olsa iyi okutmak için uğraşıyorlar hep.
İşte bu kesim, haberle bağlantısını koparmış durumda.
Ekonomi haberlerini izliyorlar o kadar. O da zorunluluktan.
Siyasetten bir bıkmışlık, usanmışlık var. Siyasetçilere güven sıfır noktasında.
İşte bu kesim, ki bence Türkiye'nin geleceği açısından onların en fazla önem taşıdıklarını düşünürüm ben, farklı yaşamaya başladı artık.
*
Örneğin o kesim içinde televizyonda akşam haberini izleme oranı hızla azalıyor.
Bazıları eğlenceli bölümler için, kafa bulmak için Show haberi izlemeye başladı.
Son zamanlarda Hafta Sonu, Alem gibi dergileri okuyanların sayısı da çok arrtı bizim kesimde.
Orada yaşamları anlatılanlara imrenme filan gibi takıntıları da yok. Hatta onları kesseniz öyle yaşamları yaşamaya zorlayamazsınız kendilerini. Sadece stres vermediği için okuyorlar o dergileri.
‘‘Sex and the City’’, ‘‘Seinfeld’’, ‘‘Televole’’, ‘‘Alem’’ son günlerin yükselen yıldızları bahsettiğim kesim içinde.
Şimdi bunlar bilgili, kültürlü, dünyayı tanıyan, birikimli insanlar, onun için kimse ukalalık yapmasın bunları izliyorlar diye.
Başka bir trend daha vereyim. Yine bu kesimden önemli bir oranda insan da yurtdışı bağlantılarını harekete geçirmiş durumda.
Mesleklerine uyan bir gelişme olursa gidecekler memleketten.
Kimseyi suçlamayın bu böyle diye.
Önyargılı hükümler vermeyin.
Önemli olan noktayı atlamayın.
Türkiye'de yaşanan ekonomik ve siyasi krizler özellikle bu kesimin canına tak etmiş durumda.
Yaşanan şeyleri hak etmediklerini, ülkelerine kendilerinden vermiş olduklarına karşılık olumlu bir şey alamadıklarını düşünüyorlar.
Sakinlik istiyorlar. Gelecek planı yapabilmek istiyorlar. Kader diye sayılabilecek kaza ve hastalık gibi konular dışında hayatlarını planlamak istiyorlar.
Hastalık, kaza olduğunda bile neler yaşayacaklarını daha bugünden tam bilecekleri düzgün, aksamadan işleyen sistemler içinde olmayı istiyorlar.
İşte bu insanlar, sistemle bağlarını gönülden koparmış durumdalar; onun için haber duymak istemiyorlar, onun için okuma ve izleme alışkanlıklarını, özellikle kendi ruhsal sıhhatleri için değiştirdiler.
İşin acı yönü, eğer Türkiye bu işten çıkacaksa, modern sistem Türkiye'de kurulacaksa bu insanlar olmadan o da yapılamaz.
Bunu acilen görmek ve bu insanları tekrar gönülden sisteme kazanabilmek için bir şeyler yapmak lazım.
İşte onun için de zaten Kemal Derviş'in en büyük savunucuları bu kesimde bulunuyor, bunu da görmek gerek.
Ve bu kesim bugün seçim olsa kimseye oy vermeyecek, bu da bilinsin.
Yazının Devamını Oku