Serdar Turgut

Nasılsa kimse ilgilenmeyecek ama..

19 Kasım 2001
<B>GEÇEN </B>gün sabah saat 9.00'da genel yayın yönetmenini evinden aradım. Böylece artık otomatik refleks haline gelen ‘‘Toplantıda, sizi sonra arayalım mı’’ lafını duyma zulmünden de kurtuldum.

‘‘Merhaba, ne haber?’’ dedi. Bu üç kelimelik cümle yerine ‘‘Allah kahretsin, yine yakalandık buna, sabah sabah ne istiyor ki yine, işin yoksa çek bakalım bunun konuşmalarını’’ demek istiyordu.

Ses tonundan bunu anladım.

‘‘Şu Afganistan meselesi...’’ dedim.

‘‘Bana teori mi anlatacaksın?’’ dedi.

‘‘Ama teori değil, bazı gerçekler var ortada, bunlar yazılmıyor’’ diye devam etmek istedim.

‘‘Sen orada tek başınasın bu aralar değil mi’’ dedi. (Peşime casus mu taktı nedir, Rana'nın bir iki günlüğüne şehir dışına çıktığını da biliyor.)

Evet, dedim.

‘‘Sen kendi kendine de konuşmaya başlamışsındır’’ dedi.

‘‘Shining filmindeki adam gibi yakında ıssız ortamda delirip milleti öldürmeye de başlarsın’’ dedi.

‘‘Sen şimdi komplo teorilerini Silvester'a da anlatıyorsundur’’ dedi. (İşine gelen her şeyi unutur ama kedimin adını unutmaz. Dediği olur ve delirirsem gerçekten de -ki böyle olacağına dair işaretler var - öldürmeye başlarsam milleti onun dediği gibi, umarım inşallah o gün o an o da bana misafirliğe gelmiş olur. İNŞALLAH!)

‘‘Kedi bile dinlemiyordur seni’’ dedi

‘‘Haydi sonra ara da konuşalım’’ dedi.

***

Bu konuyu ona anlatmama imkán yok, dolayısıyla da mesele Hürriyet Gazetesi'nde yer almayacak.

Bu artık net olarak ortaya çıktı.

Rana konuyu telefonda dahi dinlemek istemiyor. Konuyu açmaya çalıştığım zaman gülmeye başlıyor. Ona sorarsanız delirmemin ilerki bir tarihte olması mümkün değil, o geçmişte zaten olup bitmiş bir olay.

Tamam tamam. Tartışmıyorum hiçbir şeyi.

Beni bırakın bir kenara yahu biraz ama dediklerimi dinleyin ne olur ki yani!

Bunları ben söylemiyorum. Kafamdan da atmıyorum olayları. Kitaplar yazılmış, bu kitaplar Türkçe'ye de çevrilmiş, çok ciddi araştırmalar bunlar, orada söyleniyor bunlar.

Öffff vallahi billahi içime sıkıntı geldi ha. Başlayacağım şimdi Talibanına da, Amerika'ya da, Ladin'in sülalesine de, Bush'un da... Tövbe tövbe ya!

***

Tutamıyorum kendimi abicim. Vallahi billahi takmış durumdayım meseleye.

Yahu hiçbir şey göründüğü gibi değil bu savaşta.

İşin temelinde Hazar bölgesi petrolünün ve doğal gazının nasıl bir jeopolitik ortamda güvenle taşınacağı meselesi var ya!

Afganistan tam da bu işin göbeğinde yer alıyor.

Afganistan'dan geçmesi planlanan bir doğal gaz ve petrol boru hattı projesi var.

Vallahi var billahi var. Yani yok da kafadan atıyorsam tamam o zaman kendi isteğimle gidip tımarhaneye kapatılacağım be... Amerika'nın Unocal şirketi bu işin içinde yıllardır.

Arjantinliler de Bridas şirketiyle işi kendileri almak istiyordu.

Amerikan yönetimi için bölgede en önemli şey istikrarlı bir hükümetin olması ve Kafkaslar'dan gelip, Afganistan'dan geçip Pakistan'dan kıyı bölgesine uzanacak bu boru hattının güvenliğinin sağlanmasıdır.

Dünyanın potansiyel olarak en büyük keşfedilmemiş rezervlerinin bulunduğu alanlardaki petrol ve doğal gazın önemi Amerika açısından olağanüstüdür.

Taliban yıllardır bu işi Amerikan yönetimiyle konuşuyor. Paralar konuşuluyor.

Hatta Şubat 1997'de bir Taliban heyeti Buenos Aires'e Bridas şirketiyle görüşmek için gitti

Aynı gün bir başka heyet de Washington'daydı. Amerikan Dışileri yetkilileri ve Unocal şirketiyle görüştüler.

Sonra geri dönüşte iki farklı heyet Suudi Arabistan'da kısa mola verip Suudi istihbaratının şefi Prens Türki el-Faysal ile buluştular.

Bu aralarda Amerika Türkistan ve Pakistan'a büyük baskılar yaparak Afganistan doğal gaz ve petrol boru hattı projesinin Amerika şirketine bırakılması için tavır koymalarını istedi. Onlar da koydular.

Pakistan projenin gerçekleşmesi için olmazsa olmaz şartın Afganistan'ın istikrarlı olması olduğuna, bunu sağlayacak tek gücün de Taliban olduğuna Amerika'yı ikna etti.

Taliban bu nedenle sonuna kadar desteklendi.

Ancak Usame bin Ladin hem Suudi Arabistan'a hem de Amerika'ya savaş açınca proje askıya alındı.

Taliban içindeki bu isyancı grup tasviye edilmeden Amerika ve Batı dünyasının gelecekteki güvenliği aşısından önemli bir yer tutan Afganistan doğal gaz ve petrol boru hattının hayata geçirilmesi imkánsızdı.

Bugün bu yapılıyor ama çok değişik gruplar birçok oyun içinde çünkü çok büyük paralar söz konusu.

O nedenle de Kuzey İttifakı'nın hemen ülkeyi yönetmeye başlaması istenmiyor, çünkü Amerika ve Pakistan, özellikle Pakistan'ın acil ihtiyaç duyduğu boru hattı projesinin güvenliğini en istikrarlı bir şekilde sağlayacak hükümeti kurdurmak zorundalar orada.

Ve işte bu nedenle de 11 Eylül günü Başkan Bush'u ilk arayan kişi olan Putin de bu kadar önem kazandı çünkü Hazar bölgesi petrol ve doğal gazının nasıl akıtılacağı söz konusu olduğunda Rusya ‘‘he’’ demezse hiçbir şey yapılamaz. Teksas'ta da çiftlikte Bush ve Putin bunları konuştular. Ya ben daha ne yapayım ya, kafamı duvarlara mı vurayım ya, birazcık okuyun ya!

‘‘Taliban: İslamiyet, Petrol ve Orta Asya'da Yeni Büyük Oyun’’ Ahmed Raşid Everest- Mozaik Yayınları. Durmayın orada, OKUYUN!!!.
Yazının Devamını Oku

Savaş ve spor

8 Ekim 2001
<B>AMERİKAN </B>yönetimi 11 Eylül olayından henüz daha bir saat bile geçmeden bunun bir <B>‘‘savaş’’ </B>olduğunu açıkladı. ‘‘Amerika artık savaştadır’’ denildi.

Denildi de olayın sıcağı sıcağına yapılmış olan bu tespitin ne anlama geldiği uzun süre anlaşılamadı.

Aradan zaman geçtikçe bunun bundan önceki bütün savaşlardan farklı olacağı söylendi bu kez.

Farklılığın ne olacağı konusunda tartışmalar başladı gayet tabii ki.

Bu yeni savaşın uzun süreceği, istihbarat savaşı olacağı, ‘‘kirli’’ olacağı, bazen elde edilen başarıların dahi açıklanmayacak kadar gizlilikte olacağı birbiri ardına söylendi.

Ben son zamanlarda okuduğum en güzel analizlerden bir tanesini bu konuyu incelerken gördüm.

Maalesef orijinal fikrin kime ait olduğunu not almamışım çünkü aşağıda vereceğim benzetme uzun bir yazıda sadece bir cümleydi.

Ben onu okuyup geçtim, sonra üzerinde düşündükçe bunun güzel bir saptama olduğunu anlayıp kullanmaya karar verdim. Ancak bu sefer de o makaleyi bir türlü bulamıyorum.

Bu nedenle kaynak veremiyorum, özür dilerim.

***

Amerikan futbolu ile bizim bildiğimiz futbol oyunu tamamen değişik kavramlara dayanırlar.

Amerikan futbolu son derece planlı, işi şansa bırakmamaya çalışan bir oyundur.

Sahada oyun kurucu (quarterback) kulağındaki mikrofondan sürekli olarak sahanın yanındaki antrenörden talimat alır.

Antrenör de statta oyunu yukardan izlemekte olan adamlarıyla sürekli irtibat halindedir.

Her oyun önceden planlanmıştır. Rakibin alacağı olası pozisyonlar önceden düşünülmüş hatta oyunlara numaralar bile verilmiştir.

Oyunun gelişmesine göre antrenör oyun kurucuya bir rakam söyler.

Oyun kurucu arkadaşlarını yanına çağırır, hangi stratejiyle akına başlayacaklarını kararlaştırırlar.

Oyun kurucu topu eline alıncaya kadar her oyuncu statta önceden belirlenmiş yerlerine koşarlar.

Top onlara atılmasa da oraya giderler, aslında oyun kurucunun topu kime atacağı önceden bilinmektedir ama onlar da karşı takımı şaşırtmak için sanki top kendilerine gelecekmiş gibi hareketlenirler.

Topun atılacağı adam hangi noktada havalanacağını da bilir ve tam o anda zıplar.

Zamanlama koordineli olduğu takdirde oyun mükemmel olur ve sayıya doğru gidilebilir.

Amerikan futbolunda da sürpriz unsuru vardır ama oyunun bütün kurgusu sürpriz faktörünün en aza indirilmesi üzerine kurulmuştur.

***

Bizim futbolu anlatmama tabii ki gerek yok.

Tek vurgulamak istediğim şey bizim oyunda şans faktörünün ve sürprizlerin çok daha yoğun olarak yaşandığıdır.

89'uncu dakikaya kadar galip götürülen maçların bir anda hezimete dönüşmesi futbolun cilvesi ve güzelliğidir.

Futbolda önceden ne kadar planlama yapılırsa yapılsın, ne kadar oyun kurulursa kurulsun her şeyin birden bozulabilmesi de kuraldır.

***

Körfez Savaşı Amerikan futboluna benziyordu.

Amerika altı ay boyunca hazırlandı bu savaşa. Bir anlamda oyun kurucu da Amerikan yönetimiydi.

Öyle ki ilk bomba atıldığı anda o güne kadar oluşturulan bütün müttefik gücünün alanın neresinde yer alacağı önceden biliniyordu.

O savaş tamamen Amerika kontrolünde geçti, sürprizler az oldu, oyun kurucu stratejisini tam uyguladı, tesadüflere yer bırakmadı. Kontrolü kaybetmedi.

***

Bugün girilen savaş ise bizim futbola benziyor.

Sürprizler çok olacak bu savaşta. Tabii ki önceden planlar yapıldı, stratejiler çıkarıldı ama öyle beklenmeyen gelişmeler olabilir ki her şey birden tersine de dönebilir.

Tam zafer kazanıldı derken mağlubiyet de olabilir. Çünkü bilinmeyenler çok ve bu nedenle de yeni savaş bundan önceki bütün savaşlardan çok daha tehlikeli.

Kimsenin ne olacağını tam bilemediği bir döneme girmiş durumdayız.

İşte bu nedenle de Amerikan yönetimi çok temkinli.
Yazının Devamını Oku

Fakirleşme dengesine doğru

20 Ağustos 2001
<B>TÜRKİYE'</B>nin girmiş olduğu yolun sonunda nelerin bizi beklediğini anlayabilmek için Cumhuriyet'in iktisadi tarihine kısaca bir göz atmak gerekiyor. Ülkemiz her zaman dıştan gelen etkilere, belirlemelere, yönlendirmelere göre kendisine bir rota çizmiştir. Merkez-çevre ülkeler arasındaki ilişki türünün doğal bir sonucudur bu.

1929 krizi patladığı anda Türkiye buna son derece hızlı bir tepki verebilmiş ve bir anda kriz nedeniyle her ülkede yaşanan içe zorunlu kapanma olgusunu kendi avantajı haline getirmiştir. Savaşa kadarki dönem hızla sanayileşme dönemidir, bu başarılmıştır çünkü demokrasi yoktur. Tarım sektörü bu dönemde ezilmiş, yaratılan değerler sanayileşme hamlesine aktarılmış, halk daha da fakirleşmiş ama ülke de büyük altyapı yatırımlarına kavuşmuştur.

Denilebilir ki savaş dönemi koşullarına dünyada en hazırlıklı ülke Türkiye'ydi, çünkü 1929'dan sonra girilen sürecin doğal sonucu bir tür savaş ekonomisiydi zaten ve savaş gerçekten başlayınca da tek değişen şey artan kıtlık oldu, o da demokratik olmayan ortamda sorun çıkmadan halledildi.

***

Türkiye'nin kaderi savaş sonrasında, 1945 yılında belirlendi.

1945 yılı bence Cumhuriyet tarihinin en önemli yılıdır, bir dönüm noktasıdır o yıl ülkemiz için.

Eğer Cumhuriyet kadroları istediklerini yapabilseler, 1930 dönemindeki sanayileşme modelini aynen devam ettirebilselerdi, Türkiye'de 2001 yılında kriz çıkmayacaktı, bir kriz olsaydı bile bu toplumsal çöküşe yol açmadan birkaç ciddi tedbirle atlatılabilecekti.

Cumhuriyet kadroları bunu gördüler ve hızlı sanayileşmeyi sürdürmeyi hedefleyen ‘‘İvedili Sanayi Planı’’nı hazırladılar.

Bu plan ABD'nin onayına sunuldu. Avrupa'nın yeniden imarı için dağıtılmaya başlanan dış yardımdan pay alabilmenin önkoşuluydu bu onayın alınması.

Ve ABD bu planı reddetti,

Avrupa'daki Amerikan yardımını sürdürmekle görevli, Amerikan hükümetine bağlı İktisadi İşbirliği İdaresi yatırım programını reddetme gerekçesinde, programın ‘‘şumullü ve muhteris’’ bir gelişme stratejisini yansıttığını söylemekte ve ‘‘Türkiye planının yalnız Avrupa kalkınmasına doğrudan doğruya yardımı dokunacak kısımlarını dikkate alınmasını’’ istemekteydi.

Avrupa'nın savaşta yıkılmış sanayisini hızla kurabilmesinin koşulu bu ülkelerin tarımsal ürünler ve hammaddelerden oluşan ihtiyacının düzenli karşılanmasıydı.

Dolayısıyla Türkiye'nin hazırladığı planın sadece Avrupa'nın kalkınmasına doğrudan doğruya yardımı dokunacak kısımlarının uygulanmasına izin verilmesinin sonucu Türkiye'nin sanayileşme hedefinden vazgeçip tarıma ve dış ticarete ağırlık veren bir strateji benimsemek zorunda kalmasıydı.

Bu da oldu. Merkez ülkeler bir taşla iki kuş vurdular. Hem kendi ihtiyaçlarına uygun bir sürece soktular ülke ekonomisini hem de Türkiye ekonomisinin dışa bağımlılığını kronik hale getirdiler. 1946 yılına kadar hiç dış açık vermeyen ülke 1946-60 döneminde her yıl istikrarlı ve büyüyen bir dış açık verdi. Bugünkü döviz krizlerinin temeli o dönemde atıldı ve o kritik dönem nedeniyle denilebilir ki Türkiye belini bir daha hiç doğrultamadı. O dönemden itibaren Türkiye'de dış açık her zaman iktisadi politikaları ve tabii ki siyasetin biçimini de belirlemeye başladı.

***

Cumhuriyet kadroları son derece birikimli, bilgili, kaliteli insanlardan oluşuyordu.

Onların bile son analizde direnemediği, teslim olduğu bir dünya sisteminin taleplerine bugünkü kadroların nasıl tepki vereceğini düşününce insan korkudan soğuk terler dökmeye başlıyor.

Türkiye bugün aynen 1945'teki gibi son derece kritik bir dönemeçte.

1980'de girilen süreçte Türkiye gerekli denetim mekanizmalarını kurmadı. Bu yüzden bugün üretim temeli tamamen yok olmaya yüz tutmuş, tarımı mahvolmuş bir ülke var elimizde, üretmeden ticaretle, rantla, faizle yaşamaya çalışan abuk bir balon ekonomisiydi bu. Tüm dengeler altüst oldu, balon patladı. Bunun olacağı biliniyordu ama tedbir alınmadı. Şimdi yönetimde olan kadrolar şaşkınlık içindeler, devekuşu misali kafalarını kuma sokarlarsa tehlikenin geçeceğini sanıyorlar.

Ne yapacaklarını bilemiyorlar. Kontrolü kaybettiler. Dış açık yine siyaseti belirliyor.

Türkiye fakirleşecek, hepimizin hayatı değişecek. Altüst olmuş dengeler bayağı alt düzeyde başka bir noktada tekrar kurulacak.

Merkez ülkelerde bu karar verildi, karar gizli değildi, farklı cümlelerle açıklandı, tebliğ edildi bize.

Süreç başladı. Bu son derece kritik dönemde ülkede yönetim boşluğu var. Bu intihar demektir.

Olup bitecekler uzaktan seyredilemez. En azından yenilecek darbeler yumuşatılabilir, geçiş süreci kontrol altına alınabilir.

Bunun için güçlü bir kadronun hemen ülke stratejisini hazırlaması, büyük bir plan, program yapması fakirleşme sürecini kendi insiyatifine alması, insanlara olan biteni açıklıkla anlatması ve bunu sadece dışardan belirlenen bir süreç olmaktan çıkarması gerekir.
Yazının Devamını Oku

Onları özledim

19 Ağustos 2001
<B>GEÇENLERDE </B>bir gece televizyonda bir komedi filmi vardı.<br><br>Son derecede komikti aslında film. Ancak ben filmin ortasında kendimi tutamadım artık, gözlerimin nemlenmesini de gizlemeyi bıraktım ve koyverdim kendimi.

Jack Lemmon ve Walter Mathau. Böylesine bir ikili bir daha gelebilir mi beyazperdeye.

Hiç sanmıyorum.

Tuhaf ikiliydi onlar, ‘‘The Odd Couple’’dılar. ‘‘The Odd Couple’’ benim 1970'li yıllarda en beğenerek izlediğim, başlangıç müziğini duyduğumda arada geçen 30 yıla rağmen hálá daha heyecanlandığım bir televizyon dizisiydi.

Tony Randall ile Jack Klugman başrolü oynardı bu dizide.

Jack Klugman dağınık ve dağıtan spor yazarıydı.

Tony Randall ise karısıyla sorun yaşadığı için onun evine bir günlüğüne misafir gelen ama bir ömür boyu kalmaya başlayan düzgün mü düzgün, dağınıklıktan nefret eden, takıntılı, hastalık hastası ve düzenleme tutkunu arkadaşıydı.

Filmde dağınığı gayet tabii ki Walter Mathau, düzgünü de Jack Lemmon oynadılar.

Nasıl da uyuyordu o roller onlara. Sanki gerçek yaşamda da böyle gibiydiler.

Büyük ihtimalle de öyleydiler ve zaten iyi de arkadaşlarmış.

Walter Mathau tip olarak insanda yardım etme hislerini yaratan bir insan. Jack Lemon da öyle.

Her zaman darbe yemişler gibi davranıyorlar. Hayatlarında hep üzüldükleri bir şey var da sanki belli etmemeye çalışıyorlarmış gibi davranıyorlar hep.

Hüznün çizgileri de var suratlarında ama gülerek, hep gülerek onu da kapamaya çalışıyorlarmış gibi de geliyor insana.

Hemen özdeşleyiveriyorsunuz kendinizi onlarla.

Çünkü sıradan insanı oynuyorlar hep. Tutkuları sıradan, beklentileri sıradan normal insanlar onlar yani.

O kadar da birbirlerine yakışıyorlar ki... Birlikte ihtiyarlıyorlar gibi bir izlenim de veriyorlardı hep.

Zaten ‘‘Grumpy Old Men’’ filminin de başarısı oradaydı galiba.

Onlar gerçek yaşamda ihtiyarladıklarında aynen o şekilde kavga edeceklerdi, aynen o şekilde birbirlerini sevecek ve döveceklerdi, filmi izlerken bunları hissetmemek imkánsızdı.

Onlara bakarken hep ‘‘Keşke benim de böyle bir arkadaşlığım olsa’’ diye düşünmüşümdür hep.

Hem bu kadar zıt, hem bu kadar yakın olmak, kardeş olmak ve her kardeş ilişkisinde olabilecek birbirine karşı anlık nefretleri de yaşamak, sonra bir şekilde tekrar barışmak ve rutine dönmek.

Ne kadar sıcak ve güven verici hisler bunlar.

Evet evet şimdi yazarken anlıyorum olan biteni aslında. Komedi izlerken neden hüzünlendiğimi de anlamaya başlıyorum.

Bu ikilinin her filmi insanda güven hissi yaratıyordu.

Başlarına ne gelirse gelsin, ne kadar olay olursa olsun sonunda ikisi birbirlerine destek çıkacaktı, kurtaracaklardı birbirlerini.

Bu duyguyu veriyordu halleri, tavırları, surat ifadeleri.

Suratları çok önemliydi. Ben hayatımda Walter Mathau kadar çirkin olup da bu kadar sevimli olabilen bir başka insan tanımadım, bilmedim.

O burun neydi Allah aşkına! Yanardağ gibi fırlıyordu suratının ortasından, ama o da güzeldi çünkü adam espriliydi, hayata gülüyor, güldürüyordu.

Tıpkı Jack Lemon gibiydi yani. Aslında o biraz daha yakışıklıydı ama bilmem farkında mısınız filmlerde hep Walter Mathau sevimliliğiyle kadınları tavlayıverirdi, onun elinden alıverirdi.

Gerçek yaşamda da böyleydi büyük olasılıkla. Öyle değildiyse de boşverin, ben şimdi öyle olduğuna inanmak istiyorum, ne sakıncası var ki!

Şimdi onlar yok artık. Anlaşmış gibi kısa aralıklarla yaşama veda ettiler.

Kim daha önce ölecek diye kavga da etmişlerdir Allah bilir...

Ve benim yaşamımda önemli bir boşluk bıraktılar gidişleriyle.

Güven hissini, yaşamadığım arkadaşlıkları, kardeşlikleri onlar sayesinde hissediyordum, o gece onu fark ettim.
Yazının Devamını Oku

Düşünmekten korkmamak

17 Ağustos 2001
Ciddi tartışmaların süresi en fazla iki gün oluyor Türkiye'de. Bu da had safhada ciddiyetsizliğin en belirgin göstergesi gayet tabii ki. Ben bu köşede bir süredir işlemeye çalıştığım temaları, belirli konuları daha da açarak sürdürmeye kararlıyım.

Her gün konuları alıp işlemeye çalıştıkça, tepkileri anlayıp, yeni uzantılara gitmeye çalıştıkça ana perspektiften kopma oluyormuş gibi bir izlenim doğabilir.

Dolayısıyla bugün konuyu şöyle bir toparlayıp, özetleyip yeni açılımlara gidebilmek için bir zemin oluşturmanın doğru olacağını düşünüyorum.

Tekrarlar olacak ama bence gerekli bu.

* * *

1- Son altı yıldır istikrarlı bir şekilde, son iki yıldır ise hızla bu toplum ikiye ayrılmaktaydı. Bu ülkede tüm ekonomik büyük kriz öncesinde ülke sanki sadece nüfusun yüzde 10'undan ibaretmiş gibi örgütlenmişti. ‘‘Öteki Türkiye’’de yaşayan kesim sistemin ana çarkları tarafından yok sayılıyordu. Bu aslında intihar etmeyi aklına koymuş bir sistemdi, çünkü nüfusunun neredeyse yüzde 90'ını gözden çıkarmış gibi yaşamaya çalışan bir sistem kendi geleceğini de karartmaya mahkûmdu.

2- Hákim siyasi partiler, bu sistemi ne pahasına olursa olsun sürdürmek gibi mantıken anlaşılması çok güç bir hedef seçmişlerdi kendilerine. Bu tercihlerinin kendilerini de yiyip bitireceğini göremediler. 2001 yılında çıkan krizin geleceğinin işaretleri neredeyse 6 yıl önceden alınmaya başlandı, 2 yıl önce de kesin olarak görüldü. Her türlü veriyi, gizli bilgiyi görme imkánına sahip olan insanlar buna rağmen üretmeyi bırakmış, nüfusunun yüzde 90'ını gözden çıkarmış, başkasının parasını harcayan, üretmeden tüketen bir sistemin iflas edeceğini bile bile, göz göre göre gündelik çıkarlar için sistemi tükettiler ve böylece kendileri de tükendiler.

3- Ekonomik kriz bu nedenle siyasi krizle birlikte ortaya çıktı. Olağanüstü bir dönem içine girdi ülke. Olağanüstü dönemlerden çıkmak için olağanüstü, radikal, cesur adımlar gerekirken düşünce üretme iddiasında olan insanların büyük bölümü, siyasi krizi demokrasi, ekonomik krizi de piyasalar çözer deyip düşünme faaliyetinden yine kaçtılar.

4- Bu kez krizi çok daha tehlikeli yapan bir şey de toplumun en eğitimli, birikimli insanlarını vurmasıydı. Yüz binlerce okumuş, çabalamış, bir yerlere gelmiş insan işsiz kaldı. Büyük bir sosyal çalkantı yaşanıyor. Daha da fazla insan işsiz kalacak. Yılbaşına yaklaşıldığında bu insanlar ellerindeki birikimlerini de yemiş olacaklar ve asıl sosyal kriz o dönemde şiddetlenecek.

5- Türkiye'de bir dönem bitti. Bir tarihin sonuna gelindi. Türkiye gayet tabii ki yoluna devam edecek ancak oyunun kuralları yeniden yazılacak. Bu kuralların mantıki bir temelde toplumsal konsensüsü gözlemleyen bir şekilde yazılabilmesi için bir ara döneme ihtiyaç var. Türkiye'de seçim gündeme gelmeyecek çünkü seçim kararını alacak insanlar ilk seçimde kendilerinin yok olacaklarını biliyorlar. Ne var ki kendileri başta kaldıkça da siyasi istikrar, piyasa istikrarı bir türlü sağlanamıyor. ‘‘Öteki Türkiye’’nin bağrından yükselmesi kaçınılmaz olan AK Parti güzel bir çıkış yaptı ancak o da kriz içindeki bir ülkeyi buradan alıp liberal demokrat bir geleceğe taşıyabilecek nosyona henüz sahip değil. Bunu gerçekten istiyorlar mı o da henüz belli değil. Kendi içlerinde var olan eski-yeni çelişkisini nasıl çözecekleri de belli değil.

6- Türkiye'nin siyasi yapısında yepyeni düzenlemelere, yeni oluşumlara ihtiyaç var. Bu düzenlemenin ülkede siyasi bir istikrarsızlık ve ondan kaynaklanan bir yeni kriz yaratmasına neden olmadan, bir geçiş dönemi yaşamalıyız. Var olan siyasi kadrolara nefes aldıracak, onlara da Türkiye için proje üretmelerine fırsat tanıyacak, zorunlu siyasi reorganizasyon için siyasetçilere zaman tanıyacak bir ara dönem gerekiyor. Bu dönemde AK Parti de kendi programını, vizyonunu sağlamlaştırıp, kendi içindeki çelişkileri çözüp, programını insanlara anlatma fırsatını bulur. Bu geçiş döneminin, isimleri üzerinde konsensüs sağlanmış, hemen herkesin saygıyla yaklaşacağı insanlardan oluşan bir teknokratlar hükümetiyle gerçekleştirilmesinden başka çare yoktur.

7- Teknokratlar hükümeti bir yandan ülkenin seçim sistemini, yönetim biçimini siyasi partilerin de görüşlerini alarak kurarken bir yandan da Türkiye'nin yeniden büyümesi, kalkınması, üretmeye ve tüketmeye başlaması için mutlaka gereken kalkınma stratejisini, programını ve planını hazırlatmalı, liberal demokrasinin altyapısını kurmaya başlamalıdır.

8- Bu gelişmelerin olması için yeni bir kriz dalgasının gelmesi beklenmemelidir. İnisiyatifi siyasetçiler hemen ele almalı ve ülkeyi kısırdöngüden kurtaracak adımların atılabilmesi için bir süreliğine geri plana çekilmelidirler. Bu bence kaçınılmaz olan adımı gelişmeler iyice işin içinden çıkılmaz hale gelince zorunlu olarak yaparlarsa hem toplumsal yara alınır, hem de çözümler daha da sancılı olur.
Yazının Devamını Oku

Söyleme sahip çıkılsın

16 Ağustos 2001
Adalet ve Kalkınma Partisi, Anadolu'ya kendisinin sahip çıkacağını söylüyor, <B>‘‘taşralı zihniyet’’</B>te olduklarını reddediyor, <B>‘‘Türkiye biziz’’ </B>diyor. Dediklerine katılmasam da bunun son derece akıllı bir stratejik adım olduğunu kabul ediyorum. Bu parti son derece özgün bir konjonktürün yarattığı bir siyasal harekettir. Ülkemizin geldiği noktada yepyeni bir söyleme ihtiyaç vardı.

Eski sisteme ait olan tüm söylemler yıkılmış durumdadır. Ekonominin iflası, belirli bir tür siyaset yapma anlayışının iflasıyla paralel ortaya çıkmıştır. O belirli siyaset yapma anlayışının iflas etmesiyle de eski dönemde kurulmuş olan ortaklıklar, stratejik beraberlikler, çıkar işbirlikleri de çökmüştür.

Bunları devam ettirme isteği hálá daha olabilir ancak eskiyi sürdürecek ekonomik taban yıkıldığı için ne kadar gayret edilse de eski sistemin çarkları artık döndürülemeyecektir. İşte bu nedenle yeni bir söyleme ihtiyaç vardı ve AK Parti bu söylemi ele geçirmek için yola çıkmış durumda.

* * *

Dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama Recep Tayyip Erdoğan bu konuda son derece bilinçli.

Eski dönemi çok iyi analiz etmiş. İnsanların neleri beklediğini de iyi tespit etmiş.

İnsanlar şu anda memleketin tümüne sahip çıkacak, Türkiye'ye yeniden umut verecek, kalkınma ve büyümeyi tekrar ülkenin gündemine sokacak bir atılım bekliyorlar. Ve bunun önyargısız, meslekli, kendi iş dallarında başarılı yeni kadrolarla yapılmasını istiyorlar. Bu iki noktada neredeyse konsensüs sağlanmış durumda Türkiye'de.

Tayyip Erdoğan gibi Erdal İnönü de bu çözümlemeyi yapmış. Gelen haberler doğruysa kurmayı düşündüğü partide mesleğini kimlik edinmiş, bilgili, birikimli insanlardan başka kimse olmayacağını söylemiş.

AK Parti'nin kurucuları bu ihtiyaca cevap vermek için doğru bir taktik adımla seçilmiş.

Tabii ki bu partinin programı öyle çabuk hazırlanamaz. Bir kere onlara oy verecek seçmen kitlesinin önemli bir bölümünün katılmadığı bir yaşam tarzını, bir toplum projesini, bir Türkiye hayalini savunmak zorundalar.

Hem kendi ‘‘eski’’ inanışlarından taviz vermeyecekler, hem de tüm Türkiye'nin partisi olma iddiasında olduklarından ‘‘liberal’’ de olacaklar.

İmkansız değilse bile zor bir proje. Erdal İnönü'nün Deniz Baykal'a dediği gibi onlara hayatta başarılar dilerim.

* * *

Ancak onların temel bir sorunları var. Türkiye biziz diyorlar ama Türkiye tabii ki sadece onlar değil. Türkiye'de bugün bir arayış var. Son 10 yıldır, fakirleşmenin hızlanmasıyla birlikte ivmesi yükselen bir arayıştı bu.

İnsanlar umut arıyor ve bu nedenle de her seçimde oylar bir o partiden bir öteki partiye kayıp duruyor. Her defasında ise verilen oylar umutsuzluğu perçinliyor, hayal kırıklıkları dağ gibi büyüyor. Bugün yapılan kamuoyu yoklamalarında AK Parti'nin yarın seçim olsa tek başına iktidara gelir gibi gözükmesi hiç şaşırtıcı değildir, hatta normaldir.

Çünkü yıkılan eski sistemin küllerinden sadece o doğdu şimdiye kadar, alternatifi yok şu anda.

Ama tabii ki Türkiye onlardan ibaret değil, başka bir Türkiye daha var ve onlar da kendi hislerine tercüme olacak hareketlenmeyi bekliyorlar.

Bu ülkede dini duygularını özel yaşamında yaşamakla mutlu olan, dini tartışmaların kamu alanına taşınmasından rahatsızlık duyan, liberal, tam demokrat bir ülkeyi özleyen, kendisine hedef olarak Batı'yı koymuş olan, ülkemizi Batılı bir ülke yapmak için elini taşın altına koymaya hazır olan insanlar var. ‘‘Beriki Türkiye’’ de diyebilirsiniz isterseniz buna.

Onlar da ‘‘Türkiye biziz’’ diyorlar. Bu ses şimdi duyulmuyor gibi çünkü AK Parti dışındaki partilerin ses duyuracak filan takatları yok.

Ama ses kanalını arıyor ve mutlaka da bulacak.

* * *

AK Parti'nin sunuluşunda başsunucunun anlattığı bazı şeyler bu partinin kendi içindeki çelişkileri çözmeyi başarıp, kriz konjonktürünün yarattığı bir parti olmaktan kurtularak özlenen Türkiye'yi yaratabileceği konusunda tereddüt yarattı.

Tayyip Erdoğan kamuoyu araştırması yaptırdıklarını, halkın hayati önem verdiği meseleler sıralamasında ‘‘hak ve özgürlüklerin’’ birinci ve ikinci sırada yer almadığını söyledi.

Ekonomik sorunlar yer alıyormuş bir ve ikinci sırada. Ama AK Parti, sadece kendi seçmenini ilgilendiren hak ve özgürlükleri hep birinci plana koymuş olan, bunlar için gerekirse toplumun diğer kesimlerini karşısına almayı yeğleyen bir gelenekten doğdu. Ekonomi için fikirleri hem palavra düzeyinde kaldı. O geleneği de reddetmiyorlar ancak şimdi tanımları daha geniş, ‘‘herkesi kapsayacak’’ şekilde yaptıklarını idddia ediyorlar.

Ekonomik sorunlar çözüldüğünde, Türkiye tekrar büyüyen, üreten ve tüketen bir ülke olduğunda AK Parti'ye kaymış olan tercihlerin büyük bölümü kendi doğal mecrasını bulacaktır.

Bu partinin şu aralar boşluk bulduğu için ele geçirmeye çalıştığı söylemi sadece onların eline bırakmamak gerekiyor. Dediklerinde samimi olsalar bile kendi iç çelişkilerini çözüp, bu söylemin hakkını verip, özlenen liberal-demokrat Türkiye'yi yaratmaları imkánsızdır.

Söylem sahibini arıyor, bulduğu zaman da AK Parti ana muhalefet partisi olacak, dengeler kurulacak.
Yazının Devamını Oku

Ne yapmalı?

15 Ağustos 2001
<B>İKİ </B>farklı türde egoizm vardır.<br><br>Bir tanesi <B>Ayn Rand'</B>ın felsefesini yaptığı, kendine önem veren, kendisini ön planda tutan bireylerin, mesleklerindeki güçleriyle toplumu da ileriye taşıdıkları egoizmdir. Bir diğeri ise tamamen yıkıcı, insanın kendi çıkarı doğrultusunda hemen her şeyi ayaklar altına alabildiği, yok edebildiği egoizmdir.

Türkiye'nin bugün geldiği noktadan şöyle bir geriye baktığımızda ikinci türdeki egoizmin bu ülkedeki insanların adeta bir yaşam felsefesi haline gelmiş olduğu görülebilir.

Hepimizin bildiğini sandığım yakın tarihin detaylarına girmeyeceğim. Bu iş Turgut Özal ile başladı gayet tabii ki.

O, toplumu sarsıp kanallarını açarken, bu açılışın denetleyicisi rolünü oynayacak mekanizmaları kurmadı.

Böylece açılışla birlikte Türkiye bir ara hızla merkez ülkelerle düzgün bir eşit ilişki kurmaya doğru yol alır gibi olduysa da, sonra birden çöküş başladı.

Bütün ekonomik veriler bugün Türkiye'nin bir üçüncü dünya ülkesi konumunda olduğunu gösteriyor. Nüfusun yüzde beşinin merkez ülkelerdeki küçük burjuvalar gibi yaşıyor olması burunlarının dibindeki bu gerçeği görmelerini de engelliyor ama maalesef gerçek böyle.

Bu noktaya gelmemizde ise sistemin içine dahil olan bütün oyuncuların yarın hiç olmayacakmış gibi davranıp, o gün ne kadar kendimize alırsak kárdır düşüncesiyle hareket etmeleridir.

Öyle bir çılgınlık yaşandı ki özellikle son 10 yılda, bugün geriye bakınca insan dehşet içinde kalıyor.

Ben mesleki açıdan üzerime düşeni kısmen yapmaya çalıştığımı düşünüyorum. ‘‘Öteki Türkiye’’ adı altındaki tartışmalara bundan 19 ay önce başladık.

Büyük bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunu Güngör Uras, Osman Ulagay ve ben durmadan söylemişiz o dönemde, yazıları tekrar okuyunca net olarak gözüküyor bu.

Ancak denilen lafların sağlıklı bir tartışma ortamında süreç başlatması da imkánsızdı, bugün bunun da nedenini anlamış durumdayım.

Gelecek yokmuş gibi davranıp, aslında bu varsayımları nedeniyle geleceği yıkan bireylerin belirleyici olduğu bir toplumda ‘geleceği kurtaralım’ çağrılarının bir şaka olarak algılanması gayet de doğaldı o zamanlar.

***

Şimdi istenilen oldu, gelecekten yiyerek yaşanan o yıllar sonuca vardı ve bir noktaya geldik. ‘‘Şaka’’ ciddi oldu.

Tarihimizin önemli bir dönüm noktasındayız.

Yakın geçmişte ne yaptık, bundan sonra ne yapmamalıyız ve bunu yapmamamız için ne gibi adımları atacağız bunları düşünmek gerek. Hepimizin görevi bu.

Demokrasi siyasi tıkanmayı çözer, piyasa ekonomisi krizi çözer deyip sonra yana çekilmek ve beklemek toplumsal intihara büyük bir katkıdır, başka bir şey değil.

Ben Türkiye'de bütün bir sistemin vurgun yemiş halde olduğunu düşünüyorum.

Çok insanla konuşuyorum, onları dinliyorum, okuyorum yazdıklarını, bu insanlar Türkiye'ye çok şey vermeye çalışmış, büyük sorumlulukları olan, tüm hayatları bu ülkenin iyi olmasına bağlanmış insanlar.

Onlar da aynı fikirde.

Sağlıkta, eğitimde, ekonomide, hukukta yenilmiş olan vurgunu herkes biliyor, yaşıyor, dümdüz olmuş bu sistem bunu görüyor ve korkuyor.

Bugün Türkiye'de hiçbir partinin herhangi bir mikro meseleyi dahi nasıl çözebileceğine dair bir fikri yok. Bırakın Türkiye gibi potansiyeli çok büyük olan bir ülkenin dev sorunlarıyla boğuşmayı, en basit meselelerin üstüne gitmeye bile halleri kalmamış durumda.

Bu nedenle bugün her vatandaş ‘‘Ne yapmalı’’ sorusunu sormalı, sordurtmalı ve yıllardır tembel durmaya alışmış beyinlere de cevaplar üretmeleri için baskı yapmalıdır.

Yine geleceğimiz sanki yokmuş gibi davranmaya mı devam edeceğiz?

Her şey kendiliğinden düzelir deyip, bekleyecek miyiz?

Yoksa eğer bir sistemin tamamen çökmüş olduğunu, bir dönemin artık biz istesek de istemesek de sona erdiğini kabul ediyorsak o zaman hemen bugünden, daha geç olmadan geleceğimizi tekrar kurmak için çalışmaya başlayıp, ülke için düşünce mi üreteceğiz?

Büyük tarihçi İlber Ortaylı geçenlerde bir televizyon programında Osmanlı'nın ve Cumhuriyet Türkiyesi'nin aslında son derece üretken bir sisteme sahip olduğunu, ‘‘üretmeme’’ politikasının 1980'den sonra gündeme geldiğini söylüyordu.

Bu tespit çok önemlidir. Türkiye tekrar büyümeli, üretmeli, tüketmeli. gelir dağılımını radikal bir hızla düzeltmeli.

Bu sağlandığı takdirde Ak Parti gibi bir demokratik hareket de hızla küçülecek ve hak ettiği konuma yani ana muhalefet konumuna yerleşerek ülkeye yapabileceklerini orada gösterecektir. O zaman dengeler yerine oturacaktır.

Ulusal Kalkınma Stratejisi, kapsamlı bir plan ve program yapılmazsa eğer gidilebilecek tek yön geriyedir.

20 yıl önce yapılmış yanlışları yine tekrarlarsak, denetim mekanizmalarını kurmazsak hem siyasette hem de ekonomide kaos kalıcı olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Yerel çıkarlardan kurtulmalıyız

14 Ağustos 2001
<B>ANLAYANLAR </B>anladı, anlamayanlar için bir defa daha tekrar edeyim. ‘‘Taşralı zihniyet’’ kavramının, bir mekánla alakası yoktur. Dolayısıyla İstanbul dışında doğmuş olanların bu kavramı her duydukları an dövünmeye başlamalarına, acılar çekmelerine, ‘‘Vay bizi küçük görüyorlar’’ diye arabesk hüzünler ve öfkeler yaşamaya başlamalarına gerek yoktur.

Bu bir zaman kaybıdır, lüzumsuzdur ve yanlıştır.

Böyle şeyler bizim insanımıza özgü olan acı çekmekten keyif çıkarma alışkanlığını tatmin etmekten başka da bir işe yaramaz.

‘‘Taşralı zihniyet’’ Batı'da esasen sınıfsal bir kavramdır, Türkiye'de ise sınıflar üstü bir kavramdır çünkü her sınıfta bu zihniyeti taşıyan insan bolca vardır.

Bunun anlaşılması önemlidir, çünkü modern bir Türkiye'ye ulaşma çabasının önündeki en büyük engellerden bir tanesi taşralı zihniyetin bu toplum üzerindeki mutlak hákimiyetidir.

Onun için bu kavramdan yola çıkarak rasyonel tartışma zeminini yok etmeye çalışanlara, hedef şaşırtmaya uğraşanlara lütfen kanmayın.

***

Taşralı zihniyet yereldir, küçük çıkarlar peşindedir, ülkeden çok kendi küçük dünyasının çıkarlarını düşünür.

Cehaleti yeniden üreten bir oyun alanı vardır taşralı zihniyetin.

Türkiye'deki her partiye hákim olan popülist anlayışın en sevdiği oyun alanı budur çünkü ‘‘yalan vaatler’’ o alan içinde hep kabul görür, hiç sorgulanmaz.

Taşralı zihniyet kendi küçük dünyasına kapanıp kaldığı için ‘‘makro’’ hiçbir şeyi sorgulayamaz, hep ‘‘mikro’’da kalır.

Bütün bunlar demokrasinin doğal bir sonucudur, bunlar her ülkede vardır, hep olacaktır ve yerel çıkarların savunucuları da hep siyasetin içinde olacaklardır.

Ancak var olan demokrasi sadece bu sistemden oluştuğu zaman, bunun dışında bir açılım alanı olmadığı zaman felaketler başlar.

Çünkü gerçek demokrasi, gerçek bir piyasa ekonomisi, gerçek bir sosyal devlet bu açılım alanının var olmadığı bir ülkede katiyen var olamaz.

Sorunu tespit edelim ki bu açılım alanını nasıl yaratabiliriz onu düşünmeye çalışalım.

Yoksa sorunu tespit etme çabasının daha başlarında ‘‘Küçük gördükleri halkı siyasi sistem dışına çıkarmaya çalışıyorlar’’ diye tavırlar alınırsa küçük dünyaların kısırdöngüsü hiç kırılamaz ve Türkiye de hep ikinci ligdeki, üçüncü lige düşmeme çabasıyla vakit harcayan bir ülke olarak kalır.

***

Gelin bir konuda yalan söylemeyin. Türkiye gibi halkın büyük bölümü fakir ve cahil bıraktırılmış, dünyadan kopuk, doğal olarak sadece yerel çıkarlarıyla ilgili, yeniliğe kapalı ve yenilikten korkar durumda olan bir ülkede, aynı zamanda hákim siyasetçiler de bütün kariyerlerini bu hákim taşralı zihniyeti sürdürmek üzerine kurmuşlarsa sadece bu sistem içinde kalınarak çıkış yolunu bulmak mümkün değildir.

Demokrasi her şeyi halleder, merak etmeyin demek sorunu baştan savmaktır.

Halkın eğitim düzeyi yükselsin, para da kazansın diye bekleyecek de halimiz yok, çünkü Türkiye'nin buna vakti yok. Ayrıca var olan hiçbir partinin bu mutlaka yapılması gereken işi yapmaya niyetleri yok, böyle bir program ve vizyon da ortaya koymadılar.

Eşit oy hakkına dayalı bu sistem sadece bir kısırdöngü üretmektedir ve Türkiye'yi de kısırdöngüye mahkûm etmektedir.

Bu sistemin kapalı kanallarını açmak için adımlar atmak gerekiyor.

***

Türk siyasetini taşralı zihniyetin tahakkümünden kurtarma yolundaki en parlak fikirlerden bir tanesi Turgut Özal'dan gelmişti.

Özal, ‘‘Türkiye milletvekilliği’’ diye bir kavram ortaya atmıştı. Belirli bir bölgeden seçilmeyecek, dolayısıyla yerel seçmeni olmayacak, dolayısıyla da ülke için büyük düşünmeye vakti olacak bir parlamenter grubu düşlüyordu Özal.

Yanlış hatırlamıyorsam 100 adet olması gerektiğini de düşünüyordu bu Türkiye milletvekillerinin.

Türkiye milletvekili olabilmek için aranacak şartlar da normal milletvekili olacaklar için aranan şartlardan farklı olacaktı. Mutlaka yüksek eğitimli, bilgili, birikimli, meslekli, en az bir yabancı dili çok iyi bilen insanlar arasından seçilecekti bunlar.

Bir tür teknokratlar hükümetinin Meclis'e yönelik yansımasıydı yani önerilen.

Özal bunu bir fikir cimnastiği olsun diye değil, çok önemli bir açmazı çözmek için ortaya atmıştı. Tabii kısırdöngünün mekanizmalarından yararlananlar bu fikirden korktular ve onu hayata geçirtmediler.

O gün var olan açmaz bugün krize dönüşmüştür. Türkiye'de bugün büyük bir sistem krizi yaşanıyor.

Yeni bir şey yapılmadığı takdirde kimse sistemsel krizden çıkılabileceğini düşünmüyor ama yeni bir şey söylenince de eskiyi tekrarlamakta bir mahzur görmüyorlar.

Yerelin dışına çıkıp, sadece Türkiye'yi düşünecek zihniyeti bu ülkeye hákim kılmaktan başka bir alternatif yok. Bu kendiliğinden oluşmaz, o nedenle bu sisteme bilinçli, inançlı ve kararlı bir sivil müdahale yapılması ve kanalların açılması zorunludur.
Yazının Devamını Oku