İşte bir öneri: Yeşil Alsancak Stadı.
Yeşilden kasıt, doğayla barışık, çevreye saygılı, sürdürülebilir bir stat. “Yeşil” yerine “akıllı” da denebilir, ama yeşil işin ruhunu daha iyi yansıtıyor sanki. Bu, AVM projesine göre oldukça romantik bir öneri, ama o kadar ütopik değil.
Örneğin ABD’de bu şekilde yapılan baseball statları var. Bu statlar LEED sertifikası sahibi. Leed Sertifikası bir anlamda “sürdürülebilirliğin” tescili oluyor. Bu sertifikanın kriterlerini Amerikan Yeşil Yapı Konseyi belirliyor.
Son yıllarda sadece ABD’de değil dünyanın başka yerlerinde de “yeşil yapı” örneklerine sıkça rastlanıyor artık. TOKİ Sivas’ta böyle bir stat planlıyormuş galiba.
Doğa dostu olmaya çalışan, su kullanımından enerji tasarrufuna kadar pek çok konuya yenilikçi çözümler getiren projeler bunlar. Malzeme seçimi ona göre yapılıyor. Atık yönetimi ona göre planlanıyor. Ulaşım ona göre şekillendiriliyor. Teknoloji ekolojiyle işbirliği yapıyor kısacası.
Geçmişte Körfez’ini kirletmiş ve yeşilini feda etmiş bir kentin ortasındaki tarihi bir stadı AVM yerine “yeşil stat” yapmak çok daha anlamlı olur. Kendine gelişin bir sembolü olarak...
E, “Öncülerin Şehri” demek kolay, olmak zor...
REAL MADRİD DE BATAR MI?
Kürtaj, sezaryen kakofonisinin ortasında biraz sönük kaldı bu gizemli virüs. Oysa siber saldırıların kısa tarihinin kırılma noktalarından birini yaşıyoruz.
Casusluk amacıyla üretilmiş olabileceği söylendi. Anti virüs uzmanları bile şaşırdılar kaldılar. Hala inceliyorlar, bazı ipuçları elde etseler bile tam olarak çözmeleri aylar alabilirmiş. İşin içinde bir devlet ve onun istihbarat birimi olmadan böyle bir virüsün yazılamayacağı iddia edildi. ‘Böyle bir şey ancak işini çok iyi bilen kalabalık bir ekiple başarılabilir’ dendi.
Etkilenen bilgisayarlar da yakınımızdaydı aslında. Mısır, İran, İsrail, Sudan, Lübnan, Suriye gibi ülkelerde 300 civarında bilgisayara bulaşan virüs, dünya üzerinde de 1.000 ile 5.000 arasında bilgisayara girmiş olabilir diye tahmin ediliyor.
Bu virüs çok becerikli. Kendini belli etmiyor. Zarar vermeden çalışıyor. İsterse bilgisayar üzerindeki mikrofonu, kamerayı açıyor kullanıyor. Ekrandaki görüntünün fotoğrafını alıp uzak bir adrese gönderebiliyor. Kişisel şifreleri ele geçiriyor. Mesajlaşabiliyor. USB yoluyla yayılabiliyor.
Böyle güçlü bir silahı kullanan insanların hayatımızda yaratabilecekleri etkileri düşünmek bile ürkütücü. Ağa bağlı olsanız da öyle, olmasanız da.
Belki de “teknolojik canavarlar” savaşı başlıyor artık. Böyle “alevler” günün birinde yangın çıkarır mı göreceğiz. İronik olansa bizim böyle bir virüsü, böyle bir gündemle karşılıyor olmamız.
İLYAS BEY KÜLLİYESİ
Bu sefer hükümet kurulabilir mi? AB’ye verilen sözler tutulur mu? Yunanistan Euro’dan çıkmaya kalkar mı? Bu ara çok dillendiriliyor ve “Grexit” (Greek Exit) şeklinde kısaltılıyor.
AB böyle bir süreci nasıl yönetir? Portekiz, İspanya ve İtalya da aynı yolu tutarlar mı? Euro devalüe olur mu? “Grexit” Birliğin sonunu mu getirir?
Bunlar kolay cevap verilebilecek sorular değil. Muhtelif senaryolar havada uçuşuyor.
Yalnız kimse kusura bakmasın bugünün gelişi ta 2008’den belliydi! AB sorunları ısrarla görmezden geldi, sağlammış gibi durdu, radikal tedbirler almaktan kaçındı ve bugünlere gelindi.
Böylesine derin krizin siyasi zemindeki yansımaları da sert olacak elbet. Durun daha yeni başlıyoruz. Ne kargaşalara, ne hükümet bunalımlarına, ne siyasi dalgalanmalara gebe bu dünya...
Şimdiye kadar rakamlar konuşuldu. İşin insani boyutu henüz çok öne çıkmadı.
Bu iddialı ve can sıkıcı öngörünün sahibi Amerikalı usta fon yöneticisi Ray Dalio.
Şirketi Bridgewater 120 milyar dolarlık fon yönetiyor. Emtialar, hisse senetleri, tahviller, pariteler üzerine yatırım yapan bu fonların son dönem performansları oldukça etkileyici...
Ünlü iş dergisi Barron’s, Dalio ile yapılmış bir röportaj yayınladı geçenlerde. Özellikle bizim ihracatımız açısından önemli bir pazar olan Avrupa ile ilgili karamsar bakış açısı dikkatimi çekti.
Dalio, ABD konusunda daha iyimser. Gelişmekte olan ülkelerden Brezilya ve Çin’le ilgili de çok kaygılı değil. Röportajda, Türkiye üzerine görüş belirmemiş. Ama Avrupa öngörüsü bizim için başlı başına bir kaygı kaynağı.
Avrupa karamsarlığının temel nedeni AB’deki çok başlılık... Merkezi bir hükümet, merkezi bir hazine, merkezi bir vergi sisteminin olmamasını en büyük risk olarak görüyor.
Dalio’ya göre bu krizde borçluluk oranı düşürmek hayati önemde. Bu da ancak hem tasarruf tedbirleri alarak, hem borçları yeniden yapılandırarak, hem de para basarak mümkün. Bu politikaları da dengeli ve uyumlu bir biçimde hayata geçirmek gerekiyor.
“ABD bu süreci başarıyla sürdürürken, Avrupa Birliği hangi ülkenin ne yapacağına karar veremediği için borçluluk oranları azalmıyor” diyor Dalio.
Bu saptamalar WWF Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) Başkanı Uğur Bayar’ın İstanbul’daki Dünya Politik Forumunda yaptığı konuşmada yer aldı. Oturumun başlığı “Dünyanın Hafife Aldığı Sorun: Çevre” idi.
Aslında dünya, çevre sorunlarını sadece hafife almıyor, bazen bilerek ve isteyerek görmezden geliyor. Özellikle de ortada bir “gelişme meselesi” varsa “çevre ihlalleri” daha bir normalleştiriliyor. Gelişmiş ülkelerdeki hassasiyetler gelişmekte olanlarda daha gevşek biçimde dillendiriliyor. Buna karşılık zenginler gelişmekte olanlardan üç dört kat fazla tüketiyor!
Uğur Bayar konuşmasında insanın bir yılda tükettiğini doğanın ancak bir buçuk yılda yerine koyabildiğinin altını çizerek bir noktadan sonra bunun yerine konamayacağına dikkat çekti. 1900 yılda sadece 1 milyar kişi artan dünya nüfusuna 1900-2010 yılları arasında 5.4 milyar kişi eklenmesinin çevre açısından büyük risk oluşturduğunu belirtti.
Bir insanın tüketim alışkanlıkları doğrultusunda kaç metre kare su ve kara parçasına ihtiyaç duyduğu ekolojik ayak izi olarak tanımlanıyor. Ekolojik ayak izi bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye değişiyor. Türkiye yıllık
sera gazı artırımında dünyada en kötü ikinci ülke iken ekolojik ayak izi açısından ortalamalara yakın.
WWF web sitesindeki Türkiye’deki ekolojik ayak izi ile ilgili
Dünyanın her yerinde iyi para 6 milyon dolar. Neler neler yapılabilir. Sonuçta; 10 bin dolar maaş alan biri bile bu kadar parayı ancak 50 yılda kazanabilir.
Ama bugünkü hikayemiz kazanmaya dair değil, kaybetmek üzerine. Kaybedilen miktar 2 milyar dolar. Evet, bizim yılbaşı ikramiyesinin 90 katı kadar. O da şimdilik. Önümüzdeki günlerde kayba 1 milyar dolar daha eklenebilir.
Kaybeden Amerikan yatırım şirketi JP Morgan. Kayba sebep olan şahıs Bruno Iksil adındaki şirket çalışanı. Lakabı “Londra Balinası”... Piyasalarda yaptığı büyük miktarlı işlemler sayesinde edinmiş bu lakabı. Yoksa balinanın ne işi var Londra’da?
Nasıl mı kaybetmiş? Türev piyasalarda işlerin iyi gideceğini öngörerek 100 milyar dolarlık pozisyon almış. Büyük Amerikan şirketlerinin tahvillerine aşırı güvenmiş.
Üst yönetimin haberi var mıymış bu işlerden? Olmaması mümkün mü? Geleceği o kadar parlak görmeyen bazı büyük fonlar da Iksil’e karşı pozisyon almışlar. Üzerine oynayıp diz çökertmişler sonunda. Kısacası; balinayla filler kapışmış, balina kaybetmiş.
Fillerin başını Boaz Weinstein adlı 38 yaşındaki bir finansçı çekmiş. Her günkü para ve güç savaşlarından bir enstantane bu sadece.
Geçen gün Deniz Sipahi ile konuşuyorduk. “Aşka dair” yazılar gazetelerin yerel eklerinde de çok iyi dönüş alıyor. Kadın okuyucular öyle seviyor tamam. Anlaşılan erkekler de düşkün aşk üzerine olana.
Şu anda da gecenin bir yarısı, Simge Fıstıkoğlu Habertürk TV’de şair Ahmet Selçuk İlkan’la “aşk” üzerine konuşuyor.
“Belli ki, bu ara aşk iş yapıyor” gibi bir yorum fazla metalik kaçar şimdi. “Bu kadar mı açız aşka?” sorusu işin ruhuna daha uygun.
Dünyanın her yerinde bu iş böyle demek de fazla iddialı olur. Aşk her yerde aşk tabii... Ama orada medya aşkla bu kadar ilgili mi bilmiyorum.
İçeride iklim bu olunca “genetik dürtülerin süslenip püslenmesi neden bu kadar ilgi çekiyor ki?” gibi bir bilimsel yaklaşımın da anlamı kalmıyor. Aşkı öyle basite indirgemek okuyucuyu kızdırabilir bile.
Binlerce yıldır, on binlerce düşünür ve yazarın aşk üzerine dediklerine ilaveten hala söyleyeceklerimiz var. Ne güzel... Konu aşksa herkes kendine göre filozof.
Aşk, hayatlarımızın hep merkezinde olmasa bile merkeze çok yakın. Aşka inanmayanlar bile göz ucuyla aşkı kolluyorlar gibi.
Oysa kaos; çok daha geniş ve derin anlamları olan bir kavram. Kaos, pek çok insan için evrenin “doğal hali” zaten.
Günümüzde borsalardan meteorolojiye, iletişimden biyolojiye kadar pek çok alanda olan biteni izah etmek için “kaos kuramına” başvuruluyor. Epilepsi araştırmalarında bile kullanılıyor kuram. Artık gayet net görünen sistemlerde bile kaotik bir boyut olduğu kabul ediliyor.
Kuram şunları iddia ediyor: Düzen düzensizliği yaratır. Düzenin anlayamadığımız haline kaos deriz, ama kaos içinde de bir düzen vardır. Düzen düzensizlikten doğar. Yeni düzende uzlaşma değişimin ardından kısa sürer. Ulaşılan yeni düzen kendiliğinden kestirilemez bir yöne doğru gelişir.
Kestirilemezlik, kuramın ruhudur diyebiliriz. Yaygın olarak bilinen şekliyle buna “Kelebek Etkisi” deniyor. Basit olarak ifade edecek olursak, “Amazonlarda kanat çırpan bir kelebek ABD’de fırtınaya neden olabilir.”
Bu kuramı futbolumuza uyarlarsak... Giresunspor yöneticilerini dinleyerek başlayan bu süreç şimdiden sonra Ankara’da, İstanbul’da, İsviçre’nin Nyon kentinde ne şiddette fırtınalara yol açacak, ne büyüklükte bir hasar yaratacak hep birlikte göreceğiz.
Azıcık aykırılığı bile hazmedememek
Geçen gün hem Can Dündar hem Melis Alphan yazdı. Bu ülkede “farklı” bir iş yapmaya kalkarsanız bunun bedelini ödemeye hazır olmanız gerekir. Behzat Ç. ekranların en “sahici” dizilerinden. Küçük hikayeler büyük hikayeyle iç içe yürüyor. Bizi bize gösteriyor. Senaryo mesaj verme derdinde değil, ama dolu. Bazen muzip, bazen eleştirel, bazen felsefi. Dizi seyirciyi salak yerine koymuyor. Olayları tıkamıyor, akıtıyor. Saçma sapan işlerle uğraşmıyor. Seyirciye hatırlatıyor, işaret ediyor, sorgulatıyor. Sadık bir izleyici grubu tarafından da izleniyor.