Okan Bayülgen, Yeditepe Üniversitesi’ne (yaklaşık 6 ay önce) konuşmacı olarak davet edilmiş. Salon bir hayli dolu. Sürpriz değil. Gençlerin önem verdiği, izlemek istediği insanlardan Bayülgen. Hatta rol model... Konuşmanın bir yerinde bir sigara yakıyor.
Öğrenci bir kız da dayanamayıp kalkıyor ve Okan Bey’in yanına giderek sigara içmemesini rica ediyor. Bayülgen’in cevabı şu:
“Bu faşizm yaptığın bana şu anda...”
Sonrasında tartışma uzayıp gidiyor. Bayülgen bana ne sizin koyduğunuz saçma kurallardan demeye getirip, konuyu berbat bir laf kalabalığına vuruyor. Hani sanırsınız sigara gayet faydalı bir şey de, içme özgürlüğü de bir o kadar kutsal, insanlar bundan uzak tutuluyor!
Mekan kapalı bir mekan. Üniversite toplantı salonu... Dinleyiciler gençler. Kurallar belli.
Hadi kuralları bırakalım. Zararları bilimsel olarak binlerce kez kanıtlanmış ve başkalarına da zarar veren bir maddeden söz ediyoruz. Neden olduğu hastalıklar defalarca belgelenmiş. Bir sürü tazminat davası içiciler ve pasif içiciler lehine sonuçlanmış. Ülke gençliğinin rol modellerinden biri, ayaküstü bütün bunları yok sayıyor, umursamıyor.
Ölümcül bir hata değil ama hayli sakat bir meydan okuma! Elle tutulacak yeri yok.
Bugün söz Orhan Beşikçi’nin: 2013 yılında 60 yaşıma gireceğim, 12 Mart, 12 Eylül dönemlerinin en cafcaflı günlerini yaşadım, itiraf ediyorum kimseyle bedenen kavga etmedim, ne dövdüm ne de dövüldüm... Artık bunun hükmü kalmadı, çünkü ben geçen Cumartesi akşamı kendi sokağımda darp edildim...
Bu yıl “Yaşam Ödülü”ne değer görülen evimin bulunduğu daracık sokağa yıllardır ağır tonajlı araçları sokmaya çalışanlara yaptığım ikazın karşılığı saldırı oldu... Korumacıların başına bu tür olaylar her an gelebilir... Arkamızda inancımızdan başka maalesef kimseler yok... Tabii ki saldırılar filan beni caydıramaz... Ertesi gün gidip Konak Belediye Başkanlığı’na yıllar önce verdiğim dilekçemin benzerini verdim...
“Konak Belediyesi Başkanlık Makamına - İzmir
Basmane’de; İzmir Büyükşehir Belediyesi’nce “Tarihe Saygı Yerel Koruma Ödülü”ne değer görülen tescilli eski İzmir evinde oturmaktayım. Evimin bulunduğu sokak, dar olduğu için ağır tonajlı yüksek kasalı araçlar, geçiş sırasında tarihi yapılara zarar vermektedir. Aynı sokakta, no... adresinde kâğıt imalatı yapan işyeri, kâğıt bobini yüklü ağır tonajlı araçları sokağa sokarak, trafiği engellemekte, sokakta bulunan, Kumrulu Mescit gibi benzeri tarihi yapılar bu geçişlerden zarar görmektedir... Adı geçen işyerinin ruhsatının bulunup bulunmadığını, ağır tonajlı araçların sokağa girmesini engellemek için İzmir Büyükşehir Belediyesiyle iş birliği yaparak yasaklamanızı, konuyla ilgili gerekli tedbirleri almanızı saygıyla rica ediyorum...”
Orhan Beşikçi
[28/11/2012]
Bakalım neler olacak, göreceğiz...
Geçen akşam bir aile toplantısında “ne olacak bu işler” sorusuyla başlayan ekonomi sohbetinde iki farklı görüş ortaya çıktı.
Makro açıdan bakıldığında faizler tarihi düşüklerindeydi. Döviz dengeli seyrediyordu. Borsa kırdığı rekorlar sonrası nefeslenmekteydi.
Fon yöneticilerinin Türkiye algısı olumlu görünüyordu. Moody’s not arttırmamış olsa bile yabancıların Türkiye ilgisi pek çok sektörde hissediliyordu. Dünyanın derin sorunlarla boğuştuğu bir ortamda daha iyisi can sağlığıydı.
“Kar yok be Reşat” diyerek lafa girdi bir dostumuz. “Üst taraf iyi olabilir ama alt taraf yangın yeri” diyerek pek çok sektörde nakit sıkıntısı çekildiğine dikkat çekti. “Genelde Kasım berbat geçti, hemen düzeleceği de yok gibi” dedi. Örnekler de verdi.
Sohbet bu çizgide devam etti. Bir mutabakata varamadık. Makro seviyedeki iyimserlik henüz mikro seviyede pek hissedilmiyordu.
GEÇENLERDE sevdiğim bir arkadaşım bir yazı yollamış. İktidarda 10’uncu yılını dolduran Ak Parti’nin icraatlarıyla ilgili. Yazı kısaca ülkenin bu on yılda daha iyiye gitmediğini savunuyor. “On yıl önceye göre siz ne durumdasınız?” dedikten sonra “ne olur hesaplaşın bugün” diyor.
Tabii on yıl önce ülke, tarihinin en derin krizinden çıkma çabasındaydı. Yazıda bu vurgu var, ama biraz hafif geçilmiş.
Arkadaşıma bir mesaj atma ihtiyacı hissettim. “On yıl önce berbat durumdaydık, on yıl kıyası sağlam bir kıyas olmayabilir” dedim.
“En azından ekonomi o güne göre daha iyi. Evet, iyilikler dünyadaki para bolluğundan... Doğrudur, Ak Parti yapısal reformlarda kaytardı. Ama dünya böyleyken bizde çarklar dönüyor. Büyük piyasa oyuncularının algısı olumlu... Zaten daha bir buçuk yıl önce 21 milyon küsur oy almış bir parti bu” diye de devam ettim.
Arkadaşımdan şakayla karışık bir cevap geldi: “Seni bilmesem gizli Ak Partili olmuş diyeceğim.” Bu da benim bam telim işte!
Saygıyla anıyoruz...
CHP Lideri Kılıçdaroğlu; "İzmir sadece Türkiye'nin değil, dünyanın imrendiği bir kent. İzmir'i İzmir yapan İzmir'de yaşayanlardır ve belediyelerdir” diye başlamış ve “bütün arzum Türkiye'nin de İzmir gibi olmasıdır" diye bitirmiş. Ak Parti İzmir milletvekili Hamza Dağ da cevap vermiş:
"Kılıçdaroğlu neyin özlemi içerisinde, nasıl bir şehir hayali ve ufku var, bizler anlayamadık?” diye sormuş ve sonunda can alıcı cümleyi kurmuş:
“Türkiye İzmir gibi olsa… Bugün Türkiye hala içine kapanmış, dış dünyadan bihaber, dünyadaki yenilikleri takip edemeyen, bitmeyen proje çöplüğü haline gelen bir ülke olmaktan öteye geçemezdi"! İşte Sayın milletvekilinin İzmir mülahazası.
ABD’de artık çalışmayan binlerce rüzgar tribüninden bazıları…
Birkaç yıldır Karaburun’un Yaylaköyü ve Sarpıncıkta devam eden bir mücadele var. Rüzgar enerji santralı (RES) projesine direnç gösterenlerle proje sahibi şirket arasında. İşte mağdur köylülerden Mustafa Şenbahar www.yurtsuz.net ‘ e verdiği röportajda şöyle feryat ediyor:
“RES enerjisi masum bir enerji değil. Çevreyi tahrip ediyor. RES’i savunanlar Yaylaköyü’ne gelirlerse bu çevre ve doğa tahribatını görebilirler. Gelip baksınlar. Şirketler çevreci geçinen bilim insanlarının bilgi ve birikimlerini kullanarak RES’lere yandaş topluyorlar. Bu bilim insanları RES mağdurlarını dinleyip rapor yazmıyorlar, öneri getirmiyorlar. Bakanlıklar bizi yok sayıyor, fikrimizi almıyor, bu bilim insanları da bizimle görüşüp fikrimizi almadan RES savunuculuğu yapıyor. RES’lerin HES’lerden bir farkı yok. Doğayı tahrip ediyor. Tarım arazileri, otlak ve meralar yok ediliyor. RES’lerin üretim sürecinde yarattığı manyetik alanların vereceği zararlar ise hiç dikkate alınmıyor. Bu bilim insanların bunları da araştırıp kamuoyuyla paylaşması gerekir.”
Benzeri bir kıyamet de Ayvalık’ta kopmak üzere. Orada da Cunda’ya hem de ormanlık alana RES kurmak isteyenler var. Yıllardır koparılamayan izinler Eylül ayında verildi deniyor. Tam bilgi almak da mümkün değil.
Görünen o ki “temiz” oldukları için sempatiyle bakılan rüzgar ve güneş enerjisi projeleri aşırı hırslı girişimcilerin elinde “pisleşmeye” başladı. Doğa dostu olması beklenirken çevreyi tehdit eder hale gelmeye başladı.
Anlaşılan alan sıkıntısını aşmak isteyen şartları zorluyor, olmadık bölgelere girip doğayı tahrip etmeyi göze alabiliyor. Enerji sürdürülebilir olsun diye böylesi çevre ihlallerine göz yummak zorunda değiliz herhalde?
Bazı filmleri böyle köşe yazılarına sığdırmak mümkün değil. Ne yazsanız, nasıl yazsanız yazı eksik kalıyor. Yaşamadan olmuyor o film. “Uzun Hikaye” öyle bir film işte.
Son yıllarda dizi sektörü patladı. Çekilen film sayısında da artış var. Setler çalışıyor. Rekabet keskin. Bütün diziler iyi değil elbet. Filmlerde de hayal kırıklıkları yaşanıyor. Ama genelde bir standart yakalandı. Arada bir de “çok iyi işler” çıkıyor. “Uzun Hikaye” çok iyilerden. İz bırakacaklardan. Bu da “Bir Zamanlar Anadolu’da” gibi bizim memleketin hikayesi...
Küçük yerde bile “iktidarın” ne kadar zalim, muhalifliğin nasıl zor zanaat olduğunu... Kayıtsız şartsız sevmenin ne demek olduğunu... Her şeye rağmen kafayı dik tutabilmenin ne kadar önemli olduğunu yüzümüze vurmadan, içimizi okşayarak öyle güzel hatırlatıyor ki... Sinemadan çıktıktan sonra da filmde kalıyorsunuz.
Arife günü saat 16.00 seansı için salon tenha sayılırdı. Ama ağızdan ağza hızla yayılacaktır bu filmin sıcaklığı. Özellikle de Türk yapımı eserlere dudak bükenler için iyi bir başlangıç olabilir bu film. Türk filmi izleme konusunda tereddütü olan eşinizi, dostunuzu hiç çekinmeden davet edin. Bir önyargının yıkılışına vesile olun.
Başta eserin sahibi Mustafa Kutlu ve senarist Yiğit Güralp olmak üzere “filme emek verenlerin hak ettikleri karşılığı bulması” dileğiyle diyelim...
Kent kimliği, kentlilik bilinci
“Bu öğrenciler de çok oluyor ama... Ege Üniversitesi’nin Bornova kampusünde bir kısım öğrenci ‘müşteri değil öğrenciyiz’ pankartları taşıyıp yemek fiyatlarını protesto etmişler. Yemekhane boykotları ülke geneline yayılma eğilimi gösteriyor zaten. Kimsenin huzuru bozmaya hakkı yok ama! Herkes kendi işini yapmalı değil mi? Öğrenci uslu uslu okuluna gitmeli, bulduklarına şükretmeli. Siyasetçi siyasetini, emniyet müdürü müdürlüğünü yapmalı. Ne gerek var böyle şeylere... Yahu bu gençlerin Türkiye’nin kredi notunun yükseleceğinden de haberi yok herhalde!” şeklinde akar gider bu ülkede kimilerinin iç sesleri. Tutuklu onca öğrenciye “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” kıvamında bakarlar. Bunları da ulu orta konuşmaz, ancak ortam uygun olduğunda dile getirirler.
Bu ülkede gençlik neredeyse kırk yıldır itilip kakılmakta. “Gençlik dostu” iktidar hangisiydi söyleyin. Orta yaşa gelmiş olanların gençlik hikâyeleri hüzünlü. Gençliğini yeni devirmiş olanların hikâyeleri boğucu.
Ey yetkili, ey işini bilen siyasetçi “nüfusun yarısı” ya da “geleceğimiz” klişeleri de sıktı artık. Gençliği daha dikkatli dinlemek, gençliğin daha çok konuşmasını sağlamak, gençliğe başka hayatlar sunmak senin sorumluluğunda.
Alışkanlığın olmadığı için iddialı hedefler koyamayabilirsin. İçinden gelmediği için idealist de davranamayabilirsin. Ama dön de bir bak ne demek istiyor bu gençler...
Bu güzellige de kıyabilirler...