Gerçek bir sutopu gönüllüsü olan kulüp üyemiz sevgili Hüseyin Egeli organizasyonun yükünü her yıl aynı kararlılıkla yüklenir. Yunanistan’dan takımlar davet edilir. Komşuyla karşılıklı anlayışın gelişmesi için içten bir çağrıdır her turnuva.
Bu yılki organizasyon geçen hafta sonu 13. Ulusal Egemenlik Sutopu Turnuvası adıyla Bornova Belediyesi’nin Işıkkent Havuzu’nda yapıldı. 12 yaş grubundaki sporcuların mücadele ettiği turnuvayı Atina’nın önemli takımı Glyfada kazandı. Enka ikinci oldu. Diğer Yunan takımı Chios üçüncü, ESTİ (Ege Su Sporları ve Tenis İhtisas) dördüncü. Galatasaray da beşinci oldu.
Bornova Belediye Başkanı Prof. Dr. Kamil Okyay Sındır yaptığı konuşmada gelecek yıllarda sutopuna da diğer spor dallarına destek vereceklerinin altını çizdi. Tabii bu niyet beyanı belediyenin web sitesinde hemen göze çarpan “sürdürülebilir bir yaşam için” sloganına çok uygun.
Spora 40 yaşından sonra kilo vermek için başlanması da iyi ama asıl hedef spor yaparak büyüyen nesiller yetiştirmek olmalı.
Liman bölgesinden yükselen homurtular
Turizmci değilim. Kruvaziyer turizminin inceliklerinden anlamam. Ancak gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim. Liman bölgesinin mevcut koşullarında kruvaziyer işi zor yürür. Karşılarken ayrı telaş, uğurlarken ayrı kargaşa... Turistlerin arada karşılaştıkları aksaklıkları boş geçiyorum.
Hemen ertesi gün Sevgili Deniz Sipahi’den cevap geldi. Deniz özetle “istemezükçülerle, şeytanın avukatlığını yapanları ayırt etmek gerekir” diyordu. “Şeytanın avukatlığını yapalım, ama istemezükçü olmayalım” diye de ilave ediyordu. Bu yaklaşıma saygı duyuyorum, ancak bir iki noktaya dikkat çekmek istiyorum.
İstemezükçü diye etiketlenen muhalifler homojen bir grup değil aslında. Her konuda, her zaman birlikte hareket etmiyorlar. Meslek odaları bilimsel duruşu yansıtıyor. STK’ların kaygıları daha farklı. Bireysel aktivistlerin sesi ise daha başka çıkıyor.
Kendime bakıyorum. Genelde itirazcı taraftayım. Şeytanın avukatlığı güdüsü diyelim. Keşke itiraz eden olmasa da şu proje yürüyüp gitse dediğim zamanlar da oluyor tabii.
Çoğu kentlinin de projelere “seçici gözle” baktığını sanıyorum. Kentin bugünkü siluetinden memnun olmayanların yeni önerileri ince eleyip sık dokuması çok doğal… Bu yapılaşma kimin eseri ki?
Her projeyi bu kentin kurtuluşuymuş sunanların inandırıcı olmadığını düşünüyorum. Keza her projeyi reddedenlerin de. Ama bazı itirazlara kamuoyu desteğinin sanılandan güçlü olduğunu tahmin ediyorum. Kamuoyu eskiye göre çok daha duyarlı çünkü.
Zaten çok sesliliği ve hukukun üstünlüğünü savunuyorsak en militan görünen itirazcıyı bile olgunlukla karşılamalıyız. Açılan davaların çoğu kazanılıyorsa yanlış nerededir?
“Şimdi bakıyorum Meral’in yarım yamalak yazılmış biyografisine. Aceleyle hazırlandığı öyle belli ki... ‘12 Eylül döneminde yaşadıklarını Beynelminel filmine yansıttı’ diyor biyografiler, kesip kesip yapıştırmış bütün siteler. TİP’in işyeri temsilciliğini yapmış, sonuna kadar her röportajında muhalif olduğunu hissettirmiş bir kadının, aşkını ve isyanını memleketiyle birlikte yaşadığı on yıllar öyle bir cümle ile... Neyse.”
On yılları işte öyle bir cümleyle etiketleyiveriyorlar... Devir öyle bir devir. Medya bayılıyor böyle şeylere. Büyük hikayeleri az sözcükle anlatma telaşı... Hız her şeyden önemli ya... Burada kalsa iyi yine...
Bir bakıyorsun bir saat sonra bir sürü siteye dağılmış o haber, o ifade, o metin. Twitter’da linç başlamış bile! Doğru mu yanlış mı, tamam mı eksik mi diye fazlaca düşünülmeden defalarca kopyalanmış yapıştırılmış. “Yahu bir dakika durun o öyle değil” deseniz dinleyen kim? İşin kötüsü internette yerini alan o yalanı, yanlışı geri almak mümkün değil. Orada öylece asılı kalıyor. Daha sonra arama yapanların da karşısına çıkıyor. İnternet ortamı bu yüzden hızla fasa fiso çöplüğü haline geliyor. Güvenilirlik hıza kurban!
Haftanın raporu
Haftanın sürprizi: Facebook’un, fotoğraf paylaşım uygulaması Instagram’ı 1 milyar dolara alması. Şöyle bir kıyaslama yapabilirsiniz: bu Bedel İMKB’deki Kipa ve Tuborg şirketlerinin piyasa değeri toplamından fazla! Değişen paradigma mı, şiştikçe şişen teknoloji balonu mu? Zamanla anlaşılacak. Bu arada şirketin 13 çalışanı da bu satıştan gelecek olan 100 milyon doları paylaşacaklar. Hepsi 20’li yaşlarında.
Seferihisar’dan Montreal’e
Geçenlerde çat kapı ofise geldi sevgili Tulga Kalaycı. Güzel sürpriz. On yıl önce Kanada’ya yerleşmişti. Gitmeden önce de yazılım işindeydi. Şimdilerde Panama ve Kosta Rika’ya iş yapıyorlarmış. Evinden çalışıyormuş. Elektronik ticaret sitelerine yazılım geliştiriyorlarmış.
Bin 500 dönüm üzerine kurulu bu çiftlik yine Söktaş’ın sahibi olduğu Moova’nın süt ihtiyacını karşılıyor. Malum, Moova’nın süt ve peynirleri yaklaşık beş aydır piyasada. Kendi yemi, kendi hayvanları, kendi dolum tesisi... Detayları www.moova.com.tr linkinde bulabilirsiniz.
Bu tür ziyaretler benim gibi işin içinden gelmeyenler için oldukça aydınlatıcı ve zihin açıcı oluyor. Çünkü, telaşlı tüketiciler olarak aldığımız, kullandığımız şeylerin arkasındaki organizasyonu, verilen emeği, gösterilen özeni yeterince fark etmiyoruz, edemiyoruz.
Örneğin; bir litre sütün çiftlikten çıkıp market rafına ulaşana kadarki hikayesi... Pek çok değişkeni, pek çok aktörü olan en küçük bir ihmali kaldırmayacak uzun ve karmaşık süreç... İşte, bu ziyarette sütün başlangıç hikayesini gördük. Yemden, sağıma kadar pek çok konuda bilgilendik. Sağmal büyükbaş hayvancılığın geldiği son nokta gerçekten etkileyici... Hem kalitede hem de verimlilikte çıtayı yüksek tutmak için gösterilen çaba takdire şayan. Bu bölge sadece üretim miktarında değil, üretim standartlarında da ülkeye liderlik edecek gibi duruyor.
Okul kitaplarıyla mı başlasak
Dönüp dolaşıyoruz yine aynı yere varıyoruz. Her şeyin başı eğitim! Tamam, o zaman nasıl bir eğitim? İşte, bu sorunun cevabını vermek o kadar kolay değil. “Nasıl bir gençlik yetiştirmek istiyoruz?” sorusu daha anlamlı belki...
Bir taraftan küresel dünyaya ayak uydurmaya çalışıyoruz. Diğer yanda teknoloji baş döndürücü bir hızla dünyayı değiştirmeye devam ediyor. Nüfus genç. Okul sayımız yeterli olmadığı için gencecik insanları sınavlarla hırpalıyoruz. Okuyan şanslılar için okul sonrası çok mu parlak peki? Maalesef hayır...
“Bir emanetim var, uğramak istiyorum” dedi. “Memnuniyetle” dedim. Edebiyat insanlarıyla on dakikalık sohbet bile ruha iyi geliyor. Hele o günkü gibi sinir bozucu bir günün bitiminde...
Bekir Bey, elinde ayda bir çıkardığı Batı Haber gazetesinin son beş sayısı ve sevgili Halim Yazıcı’nın iki şiir kitabıyla girdi kapıdan. Biri “Küçük Bir Harf”, diğeri geçen yıl Dil Derneği Ömer Asım Arsoy Ödülü’nü kazanmış olan “Küçük Taşlar İklimi”. İzmir Life dergisinde bu kitapla ilgili bir yazı yazmıştım. Kitapları o yazıya teşekkür mahiyetinde göndermiş Halim Bey. Büyük incelik.
Malum, sevgili Yazıcı, Büyükşehir operasyonu sırasında tutuklanan bürokratlardan... Nasıl da geçiyor zaman... Beş ay olmuş... Sevgili Yurdakul da ertesi gün ziyaretine gidecekmiş. Teşekkürlerimi ve selamlarımı yolladım.
Mahkeme süreci devam ettiği için fazla yapılacak bir yorum yok ancak Hüseyin Yurttaş’ın tespitine katılmamak mümkün değil. “Hayatında tek bir dize bile çalmamış biridir Halim Yazıcı...”
Şimdi en büyük umut sayın Yazıcı’nın tahliye olup 14-22 Nisan tarihleri arasında 17’ncisi düzenlenecek olan İzmir Kitap Fuarı’na katılması. Tüm dostları bu olasılığın gerçekleşmesini bekliyor.
Haftanın raporu
Haftanın tiviti: “Twitter’da günün linç menüsü nedir bugün?” Bülent Timurlenk. Hakikaten öyle ama. Twitter’da bazen öyle linçler gerçekleşiyor ki insan ürküyor. Bu ne öfke, bu ne nefret, bu nasıl bir acımasızlıktır diye...
Maalesef katılamadım ama daha sonra Alsancak Güzelleştirme Derneği Başkanı Dilek Olcay’dan toplantı notlarını temin ettim.
Oradan da öğrendim ki, uzun süredir üzerinde çalışılan İzmir Körfezi kıyı düzeni makro projesi yakında tamamlanacakmış. Sevindirici bir haber... Şimdiye kadar pek kıymeti bilinmeyen kıyıların bundan böyle planlı biçimde ele alınacak olması önemli.
Toplantı notlarında gördüğüm kadarıyla Kordon’un bu halinden şikayetler var. Özellikle sevgili Alp Kahyaoğlu’nun tespitini aynen benimsiyorum: Kordon vahşice kullanılıyor, disipline edilmesi şart...
Kordon bu kentin sembol alanlarından... Kentlinin ilgi gösterdiği, daha çok eğlence odaklı popüler bir bölge... Cazibe merkezi sayılır. Bu yüzden de düzenleyici kurum belediye ile Kordon’daki mekan sahipleri arasında zaman zaman gerilim yaşandığını biliyoruz.
Normaldir. Kordon’un bir ekonomisi var. Çıkarlar çatışabilir. Yalnız Kordon’daki hayat bu iki taraftan ibaret değil. Kordon’da oturanlar var bir de. Yüz küsur apartmandaki bin küsur dairede yaşayanlar... Buna ilaveten Kordon’daki hareketten etkilenen arka caddeler de var. Onların da diyecek bir şeyleri vardır mutlaka.
Yerel idare tabii ki bölgede ikamet edenlerin çıkarlarını korumaya özen gösteriyor. Ancak Kordon’un bu kadar hoyratça kullanılması sadece oturanları değil, bu caddeye önem veren her kentliyi rahatsız ediyor olmalı. Çöp ve gürültü kirliliği eşliğinde bir har gürdür gidiyor. Kordon daha iyisini hak ediyor.
Bu cümleme kaş kaldıran varsa hafta sonu bir gece çıksın şöyle bir geçsin bakalım Kordon’dan...
BU HAFTA İZ BIRAKANLAR
Endekslerin endeksi sayılan S&P 500, o günlerde 666 seviyesini görmüştü. Bugün ise 1.400’e geri gelmiş durumda. Üç yılda ikiye katladı yani.
Akla şu soru geliyor tabii hemen: Kriz atlatıldı mı?
Bu sorunun cevabı konusunda hemen herkes mutabık: Hayır atlatılmadı.
O zaman nasıl oluyor da piyasalar böyle kriz öncesi seviyelerine yakın seyrediyor? Bunun da cevabı net: Merkez bankalarının sıfır faiz politikası ve piyasalara verdikleri likidite.
Esas soruysa, “buradan nereye gideriz?” Görünen o ki, 2012 korku senaryoları şimdilik geçerli değil.
Sıfır faiz politikası 2014’e kadar devam edeceğe benzer. Yani dünyadaki para bolluğu bir yıl daha sürecek diyelim. O zaman oyuna devam! Enflasyon canavarı hortlamazsa... Ya da gelişmiş bir ülke temerrüde düşmezse... İşler bildiğiniz gibi sürer.
Bu gevşek para iklimi İzmir’e yansır mı, ya da nasıl yansır? Gelişmekte olan bir ülkenin dinamik bir kenti olarak son dönemlerde artan yabancı ilgisi devam edebilir. Hatta daha da artabilir.
Geniş anlamda “daimi olma yeteneği” olarak tanımlanıyor. Sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir çevre, sürdürülebilir kent yaygın biçimde kullanılan tanımlamalar.
İki hafta önce İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde bizim gibi sürdürülebilirliğe meraklı insanlar için önemli bir toplantı vardı. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın hazırladığı “2011 İnsani Gelişme Raporu”, üniversitenin konferans salonunda açıklandı.
Raporun başlığı oldukça iddialıydı: Sürdürülebilirlik ve Eşitlik/Herkes İçin Daha İyi Bir Gelecek... Küresel kriz sürecinde böyle raporlar önemli birer uyarı olmaktan öteye geçemese de anlamlı.
Rapor, dünya ülkelerini insani gelişmişlik endeksine göre sıralıyor. Endeks üç ana göstergeye göre hesaplanıyor. Kişi başına gelir, beklenen yaşam süresi, alınan eğitimin uzunluğu. Detayları www.undp.org sitesinde bulmak mümkün.
Hemen belirtelim, Türkiye, insani gelişmişlerin bulunduğu birinci grupta yok. En tepede Norveç, Avustralya ve Hollanda var. Biz ikinci grubun da sonlarında yer alıyoruz. 187 ülke arasında 92’nci sıradayız.
Daha da kötüsü, kişi başına gelir hariç, yani sadece eğitim ve yaşam süresi dikkate alındığında, daha da aşağılara iniyoruz. İşi ekonomimiz kurtarıyor yani. Eğitim, ekonominin geleceği açısından da hayati önemde. Gün gelir tıkanabiliriz.
Hani eğitimin yıllarıyla oynayarak, orasını burasını çekiştirerek sorunları gidereceğini zannedenlere önemle duyurulur! Tek çare: Sürdürülebilir eğitim...
Tasarım kenti