En çok Özdemir Asaf’ın Küçük Bebek’teki barını ölümünden birkaç yıl sonra bir giyim markasının mağazası olarak gördüğümde koymuştu. Ne yaşanmışlıklar vardı o mekanda oysa. Kimler gelir, kimler giderdi. Ne şarkılar, ne türküler, ne şiirler.
Asaf o zamanlar, bugün şair Osman Konuk ne kadar tanınıyorsa o kadar tanınırdı belki. Hep oradaydı. 70’lerin sonu. İstanbul’da kaç bar vardı ki zaten.
Az da olsa onunla aynı masada şiir konuşmuş olmayı çok değerli bildim hep. Üniversite yıllarımın en güzel anılarındandı o mekan.
Yakın çevremdekiler bilir, uzun zamandır bir senaryo yazmak isterim. Aklımda iki hikaye var. Zamansızlıktan, tembellikten ve sonuçtan emin olamamaktan diyelim, beceremedim.
Son günlerde içim yeniden kıpırdadı. Konu şöyle: Bir film setindeyiz. Işıkçı yardımcısı bir adam var. Settekiler tarafından çok ciddiye alınmayan bir adam. Çok eğitimli değil ama karizması var. Becerikli de. Figüranlarla arası iyi…
Gel zaman git zaman, bir sürü gelişme yaşanıyor ve yönetmen koltuğunu kapıyor bizimkisi. Başrol oyuncularını dışlıyor ve figüranların başrolde olduğu filmler çekiyor. Kimse çok öne çıkmıyor. Bir filmde 20 küçük hikaye yürüyor mesela. Neyse burası biraz teknik…
"Eğer kimseyi kızdıramıyorsanız, bir de yazmayı deneyin."
[KINGSLEY AMIS]
Murat Menteş’in Yeni Şafak’taki son yazısının girişi…
Gezi hareketinin başlamasından bu yana 80’e yakın gazeteci, köşe yazarı, TV çalışanı ya istifa etti, ya da işten çıkarıldı. Bu kıyımın hedefi ağırlıklı olarak muhalif seslerin tasfiyesiydi…
Bu ülkede çoğu iktidarın tutulmuş olduğu bir hastalık bu. Medya dizayn sendromu. Ancak bu sefer kantarın topuzu kaçmış değil, savrulup gitmiş durumda.
On beş gün kadar önce Muzaffer Tunçağ’la karşılaştık. Onun da acelesi vardı, benim de. Yine de kente dair üç beş laf edemeden duramadık.
Sevgili Tunçağ her karşılaştığımda uzun uzun sohbet etmek istediğim insanlardan. Her zaman sorumluluk sahibi olmuş bir kentli, örnek bir kent düşünürü.Konak Belediye Başkanı olarak masanın öbür tarafında daoturdu. O yüzden söyledikleri, tespitleri benim için önemli.
“Keşke son kısmı o şekilde yazmasaymışın” gibisinden bir şeyler söyleyince ilk anda neden bahsettiğini anlayamadım. Açıkladı: “Kabul ediyorum, kaldırım inşaatları sorunlu ancak bu aksaklıklar kentin bütünüyle nasıl yönetildiğinin işareti olmaz. Bu biraz zorlama bir yorum.”
Hatırladım tabii. Bir yazımda kaldırım inşaatlarının on yıllardır son derece düzensiz ve özensiz devam ettiğine dikkati çekmiştim. Kuleler dikilen bir ülkede kaldırımların teknik sorun olmaması gerektiğini savunmuştum.
Yeniden yapılacak olan kaldırım baştan sona kırılacağına kısım kısım ele alınsa yayalar için hayat o kadar zorlaşmaz demiştim. Bu hoyrat imalat anlayışını sorgulamıştım.
Bunun da kentin bütünüyle nasıl yönetildiğine dair bir gösterge olduğunu iddia etmiştim. “Aynen Kordon’un nasıl yönetildiği bir göstergeyse” diye de eklemiştim.
Muzaffer Hocam esas sorunun bu işleri yapan müteahhitlerin niteliklerinde olduğunu söyledi. Bunun bir türlü çözülemediğini anlattı. Ben de Büyükşehir şartnameyi ona göre yapsa, bütün bunları dikte etse dedim. Sevgili Tunçağda bana gerçek hayatta işlerin öyle yürümediğini kibarca hatırlattı. Siz de haklısınız dedim.
Geçen hafta acı bir haftaydı. Pazartesi akşamı hem liseden hem de üniversiteden arkadaşımız Tezer Gökçeoğlu’nu kaybettik. Amansız hastalık dediklerinden… Kötüye gidiyordu. Hazırlık mıydık? Hayır. Koltukta kalakaldım haberi aldığımda.
Ana, baba acısı yaşamış, başka ölümler görmüş olmak fark etmiyor. Son 25 yılda az görüşmüş olmak da işe yaramıyor. Önceki 11 yıl öyle ağır basıyor ki. Anılar canlanıyor. O uzun, derin sohbetler yeniden dönmeye başlıyor. En son geçen yılki Sirena muhabbetinde söyledikleri… Gidip gidip geliyorsunuz.
Sızı bir hafifliyor, bir ağırlaşıyor sonrasında. Cenazesine gidememiş olmak da koyuyor bir yandan. İnternette TKP 1920’nin yayınladığı taziye mesajına rastlıyorsunuz. Bir arkadaşınız “Roll” müzik dergisinde beş yıl önce çıkmış söyleşisini ve yazısını yolluyor bu arada. Tezer’in muzip yüzünü yeniden görür gibi oluyorsunuz.
Sonra mecburen hayata dönüyorsunuz. Televizyonda Başbakan yine kükrüyor: ”İstanbul, Ankara gibi şehirlerimizin seramikleri, durakları, reklam panoları, kamu araçları, gereçleri, vatandaşımızın araçları yakılıp, yıkılırken acaba bunlarda gerçek manada insani, vatandaşlık duygusu var mı? Bunlarda bir milliyetperverlik, vatanseverlik duygusu olabilir mi? Elinde molotoflarla saldıran, şiddet eğilimiyle saldıranlara acaba biz insan nazarıyla bakabilir miyiz? Bunların talebi, arzusu nedir? Bunlardan siz bir şey anlayabildiniz mi? Ne istediler bunlar acaba, talepleri neydi?”
Bütün bu olanlardan sonra, insani açıdan, ölen beş, yaralanan binlerce kişi dışında başka “şeyleri” vurgularken hakikaten yüreğiyle mi konuşuyor Sayın Başbakan? Bu bir iftar konuşması üstelik!
Ah Tezer ah diyorum. Yıllarca daha iyi bir dünya, daha iyi bir memleket için ne mücadeleler verdin. Onun için mi çekip gittin şimdi böyle apar topar?
TORUNA MEKTUP
Feryal Bekdik Urla’da komşumuz. Oğlu Barış’ın eşi Lea, Danimarkalı… Onlar Kopenhag’da yaşıyorlar. Feryal geçenlerde Facebook sayfasında torununa yazdığı bir mektubu paylaştı.
“Sevgili Torunum Aslan Björn
Geçen hafta Kopenhag’da Rosenborg Kalesi’nin önündeki Kralın Bahçesi’nde oynarken ne mutluyduk. Çimlerde koşup oynuyor, köpek seviyor, sağa sola sataşıp sosyalleşmeye çalışıyordun.
Annen üzerinde oynadığımız bu bahçede daha önce kışla olduğunu, kışlanın yıkılarak buranın park haline getirildiğini söyledi. İçim cız etti yavrum.
Senin ait olduğun diğer ülkede yaşıtların AVM’lerin soğuk zemininde emeklemeye, her türlü elektrik ve radyasyon yükü altında sağa sola koşmaya ve sosyalleşmeye çalışıyor.
Beş genç insanın hayatı sonlandı Gezi sürecinde. En küçüğü 18, en büyüğü 26 yaşındaydı. Bu ölümlere sebebiyet verenler hala aramızda dolaşıyorlar. Yakalanıp adil biçimde cezalandırılacaklarına dair bir inanç da yok.
Yaralı sayısı ile tahminler muhtelif. Biz insaflı davranıp 10 bin diyelim.
Kim ne derse desin bu iktidar için çok hazin bir tablodur. Süreci doğru yönetememiş olmanın en somut delilidir. İlle bir bilanço çıkartmak istiyorsanız bilanço budur.
Önümüzde barış süreci gibi iddialı bir hedef var. Gezi, ara sınav niteliğindeydi aslında. Ama ne acıdır ki muktedirin dili hala daha insani boyutu kavramaktan uzak. Israrla çatışmacı.
Olayların üzerinden bir buçuk ay geçti. Bu konuda binlerce makale yazıldı. Onlarca araştırma yapıldı. Süreç pek çok zeminde enine boyuna tartışıldı. Ne acıdır ki bu ülkede on yıllardır şiddeti meşrulaştırmaya çalışan devletin pek değişmediği görüldü.
Başbakan ve kurmayları bu şiddete kılıf üretmeyi tercih ettiler. Gerekçeleri vardı. Hem de ne gerekçeler. Yine ne acıdır ki Nabi Avcı, Ali Babacan, Binali Yıldırım gibi bu partinin makulleri öne çıkıp yatıştırıcı olmaktan kaçındılar.
Soru basit: 130 bin adet gaz bombası atılmamış olsaydı ülke bugün daha kötü bir durumda mı olacaktı? İktidar daha mı sağlam kalacaktı?
Evet, sert gidilmeseydi daha kötü olurdu diyenler var. Şahsen o görüşte değilim. Tabiri caizse, bu ülkede biz bu filmi çok gördük!
Sayın Başbakan Gezi direnişi sırasında yaptığı konuşmalarda kendisinin de çevreci olduğunu defalarca vurguladı. Sayıyı abartarak, dikilen ağaçlardan falan bahsetti. Özellikle Büyükşehir Belediye Başkanlığı sırasındaki çevreci icraatlarını anlattı.
Şahsi inancım Başbakanın çevreci kaygıları olduğu, buna bağlı olarak zaman zaman alevlenen tavırlar gösterdiği ancak bunu iktidarın bütününe öncelikli bir ilke olarak yansıtamadığı şeklinde. Ruhen korumacı olsa da “hayatın gerçeklerine” yenik düşebiliyor. Ekonomik olarak büyüyeceğiz ya. Üç beş ağaç feda edilebiliyor.
Kendisinin bir ara sembolik olarak önemli bir tavrı vardı mesela. Tarihin en büyük çevre ihlallerinden biri olarak İstanbul’un bağrına saplanan Gökkafes’e girmiyordu Sayın Başbakan. Oraya pişkince yerleşip iş yapan Ritz’deki davetlere katılmıyordu. Bu prensibini hala koruyor mu bilmiyorum.
Yalnız şu aralar ülkeye baktığınızda Karadeniz’den Akdeniz’e, Van’dan İzmir’e kadar pek çok noktada çevre çatışmaları yaşanıyor. Yerlilerle yatırımcılar arasında kıyasıya bir mücadeledir gidiyor. Genelde kaybeden de çevre oluyor. Bütün bunların Başbakan kendi çevreci duruşuna rağmen olduğunu sanmıyorum. Başbakanın doğa severliği birazcık hissedilebilse bu çatışmaların çoğundan çevre galip çıkardı.
Yalnız Sayın Başbakanın tatil için Urla’nın Hacılar Koyunu seçmiş olması ne yalan söyleyeyim beni ümitlendirdi. Yedi yıldızlı bir Antalya Otelini ya da 50 metre bir mega yachtı değil, Urla’da yaşayan biri olarak benim bile görmediğim bu doğa harikası koyu tercih etmesi önemli. Böyle koyların, tahrip edilmemiş doğanın nimetlerinin gayet farkında yani.