Paylaş
En çok Özdemir Asaf’ın Küçük Bebek’teki barını ölümünden birkaç yıl sonra bir giyim markasının mağazası olarak gördüğümde koymuştu. Ne yaşanmışlıklar vardı o mekanda oysa. Kimler gelir, kimler giderdi. Ne şarkılar, ne türküler, ne şiirler.
Asaf o zamanlar, bugün şair Osman Konuk ne kadar tanınıyorsa o kadar tanınırdı belki. Hep oradaydı. 70’lerin sonu. İstanbul’da kaç bar vardı ki zaten.
Az da olsa onunla aynı masada şiir konuşmuş olmayı çok değerli bildim hep. Üniversite yıllarımın en güzel anılarındandı o mekan.
Yeni dekorasyon gereği o duvarlara yazılı şiirleri boyayan boyacı muhtemelen neyi boyadığını bilmiyordu. İçi sızladı mı bilemem. O akrebi yelkovanı olmayan, sadece saniyesi dönen duvar saatine ne oldu acaba? Bir sonraki kiracılar oradan koskoca Özdemir Asaf’ın geçtiğinin farkında mıydı?
Bizim kaotik yaşayan kentlerimizde ticaretin gereği, böyle çok mekan kaybolup gitti. Zengin, renkli hafızaları iki üç günde sıfırlanıverdi yeni kazançlar hatırına. Hayat devam etti.
Geçen gün Alaçatı’da içim cız etti benzer şekilde. Rahmetli Leyla Figen’in bundan on beş yıl kadar önce bugünkü Alaçatı’nın A’sını yarattığı bir bina vardı. Yüksek tavanlı, eski bir depodan bozma, ruhu olan bir mekandı.
Sonradan sevgili Melih Tekşen orayı yıllarca Agrilia Restoran olarak çalıştırdı ve prensip olarak dışarı masa koymadı. Ben orayı “kutsal yazı mekanım” bellemiştim. Yüksek tavanın yazıyı beslediğini fark etmiştim. Gerçekten.
Sonra kiralar fahiş düzeylere fırlayınca Melih başka yere taşıdı Agrilia’yı.
Şimdi ise orada bildiğin ana akım bir restoran açılmış. Patronu Leyla Figen’in ismini duymuş mudur acaba diye düşündüm? İnşallah. O mekanın hafızası umurunda mıdır? Bilmem. Romantizm zamanı değil şimdi, ödenmesi gereken kira var!
Alaçatı büyürken çok anıyı derdest etti. Dönüp bakmadı bile. Büyürken böyle şeyler detay kalıyor. Bu gelişmek değil ama.
****
Mühendisliğin hiç mi kabahati yok?
Tamam, diyelim ki normalde birkaç günde yağacak yağmur, birkaç saatte yağdı. Günlerden 17 Ağustos’tu, yaz günü kimse böyle bir yağış beklemiyordu. Meteorolojinin uyarıları da ciddiye alınmadı ya da yetersiz kaldı.
Peki, bu yaşananlarda, trafiğin kilitlenmesinde, caddelerin diz boyu suya gömülmesinde “su tahliye alt yapısının” hiç mi kabahati yok?
Mühendislik hesapları dört dörtlük yapılmış, uygulama mükemmel yürümüş de biz mi gamlı baykuşluk ediyoruz? Yapmayın Allah aşkına.
Bir alt geçit için risk oluşturan nedir diye soracak olursak, su basması ya bir ya da ikinci sırada yer alır. Su basıyorsa da eksik mühendislik vardır.
Tam da bunu diyorum işte bilmem kaçıncı kez. Kordon nasıl yönetiliyorsa, başka yerlerde öyle yönetiliyordur.
Yerel idare herhalde “biz böyle aşırı yağış riskini maliyet nedeniyle hesaplara katmadık, öyle günlerde bazı olumsuzluklara katlanacağız” diyemez. O halde “mühendislik anlayışını” A’dan Z’ye gözden geçirmesinde fayda var.
****
Y jenerasyonuna kendini okutabilmek
Ayşe Arman’ın Can Dündar’ın oğlu Ege Dündar’la yaptığı söyleşi çok dikkat çekiciydi. Y jenerasyonunun hayata bakışıyla ilgili ipuçları açısından.
Özellikle de “gazete okuma” mevzuunda söylediklerini önemsedim. Sonra da iki tanıdığım gençle konuştum bu gazete konusunu.
Onlar Ege’den büyük. Ama onlar da teknoloji, yani sosyal medya üzerinden haber aldıkları için gazetelere ilgi duymuyorlar. Bakarlarsa dijital olarak bakıyorlar.
Onların ilgisini çekmek de kolay değil. Çabuk sıkılıyorlar.
Gezi hareketiyle birlikte bir paradigma değişikliği yaşanır mı bilemiyorum. Gençler kitaplara, dergilere, gazetelere daha çok yanaşır, daha çok ilgi gösterirler mi?
Mevcut şartlarda bu kolay olmayabilir. Gazetelerin de onlara yaklaşması lazım. Özellikle de dil ve teknolojik alt yapı olarak. Belki de gazetelerin kendilerini yeniden tanımlamaları gerekecek.
Bu bana bir fırsat olarak görünüyor. Köşe yazarından genel yayın yönetmenine soru şu olmalı: Biz bu gençlere kendimizi nasıl okutabiliriz? Şimdi okutamayan bir daha hiç okutamaz.
Paylaş