Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü son sınıf öğrencilerine soralım:
On yıldır iktidardasınız. Ekonominiz dış şoklara rağmen fena büyümemiş. Dayanıklılık göstermiş. Notunuz yatırım yapılabilir seviyeye yükselmiş.
O kadar yıl geçmiş çok da yıpranmamışsınız. Son seçimlerde ezip geçmişsiniz. Askeri vesayeti önemli ölçüde geriletmişsiniz.
Hukuki iklim vatandaşa güven vermiyor ama size anlayış gösteriyorlar yine de. Şimdi de ülkenin uzun yıllardır altını oyan en temel sorununu çözmek için yola çıkmışsınız.
Dış politikada notunuz zayıf, hal ve gidiş kötü ama bu konuda bile vatandaş toleranslı. En azından öyle görünüyor. Ekonomi dışı konularda size kızanlar, ekonomi sayesinde yine size oy vermeye bile niyetliler.
Bir sabah kalkıyorsunuz. Danışmanlarınız size diyorlar ki: “Ne zamandır alarmdaydık ya, günü geldi Sayın Başbakanım, düğmeye bastılar!”.
Ne yaparsınız?
Gençlere yeterince şans tanınmadığı, Türkiye’deki yapılanmanın genç dostu olmadığını defalarca yazmış biriyim. Ülkenin en değerli özel sektör şirketlerini yönetenlerin nedense kamusal alanda kendilerine o kadar yer bulamadığını sürekli vurguladım.
Gezi hareketini biraz da bu düşüncelerle gençlerin yaşam alanlarını genişletmek için ayağa kalktıkları ve kendilerin hatırlattıkları bir çığlık olarak algıladım. Tabii komploları fark edemeyecek kadar saf ve romantiğiz.
Palavrayı bırakalım… Devlet bu ülkede pek çok şeye yaptığı gibi gençlere de temkinli bakıyor. Devlet bu ülkede kendimi bildim bileli hep asık suratlı, hep otoriter havalarda, hep hoyrat. Dili hep sivri… Bu arada başı da dertten kurtulmuyor ama.
12 Eylül’e giden süreçten başlayalım, 90’ların faili meçhullerini ekleyelim, arkadan gelen terörde nefeslenip son dönemdeki otoriter demokrasinin hukuk ihlallerine kadar gelelim. Vatandaşı için atıp tutan ama vatandaşına huzurlu bir ortam bile sağlayamayan bir devlet yapılanması.
Bir düşünelim. Örneğin İstanbul’da 40 yaşlarında bir Vali, ya da Futbol Federasyonun başında bir genç, ya da EXPO 2020 için İcra Komitesi olarak genç bir ekip çalışsa durum bugünkünden daha mı kötü olurdu? Cevap veriyorum: Hayır!
Genç budalası değiliz, yaş ana belirleyici olamaz elbet ancak Gezi’de gördük ki bu devleti yine bu gençler iyileştirecek, düzeltecek. Dijital yerliler, yani yirmi beş yaş altındakiler, en fazla on yıl içinde ülkede daha fazla sorumluluk alacak. Kilit noktalara gelecek. Bu kez devlet de bu dalgaya direnemeyecek ve değişecek.
Ruhen barışçı bir hareketti…
Maalesef ölenler, yaralanalar oldu…
Kendi dilini, mizahını geliştirdi…
BU süreci cumadan çarşambaya çok yakından izledim. Facebook ve Twitter’da hiç olmadığım kadar faaldim. Televizyon hep açıktı. Haber kanalları arasında gittim geldim.
Sayın Başbakan’ın yaptığı birbirinin hemen hemen aynı üç konuşmayı da dehşetle takip ettim. Ülke TV, Kanal 24, Tvnet başta olmak üzere “İktidara yakın olanlar ne diyor” diye merak ettim, onlara baktım. Habertürk’te Sadullah Ergin, Yalçın Akdoğan röportajlarına denk geldim.
Bütün bunların sonucunda vardığım sonuçlar:
• Bu, öznesi özgürlük olan genç ve ilerlemeci bir hareket. Eğer bir parti kurarlarsa gelecek seçimde oyum Gezi Parkı Hareketi’ne. Onlar siyasete soyunmasalar da bugünlerden bir siyasi hareket doğacaktır diye ümit ediyorum.
• Sivil itaatsizlik biraz daha özgüven kazanırsa gerektiğinde ekonomik bir güç olarak kendini gösterebilir. O zaman şaşırtıcı sonuçlar da alabilir. Bakınız NTV yayınlarından dolayı Garanti Bankası’na karşı gelişen tavra.
• Sayın Başbakan’ın ve yakın kurmaylarının dili aynı. Stratejinin bir parçası olarak “anlamamazlıktan” geliyorlar. Kafalarından ne geçiyor onu çözebilmiş değilim, ama zamanla kokusu çıkmaya başlar. Sosyolojiden bu kadar bihaber olamazlar.
Ne yalan söyleyeyim daha önceleri küçümsüyordum. Facebook’a kıyasla Twitter’ı kendime daha yakın hissediyor ve daha bir ciddiye alıyordum.
Ancak son üç dört aydır Facebook’un kurucularından Mark Zuckerberg’e sık sık içimden teşekkür ediyorum.
Nedeni basit: Üyesi olduğum Facebook yazı grupları…
O gruplar sayesinde tanınmamış ama müthiş yazan insanlar tanıdım. O insanların harika hikayelerini okudum. Keyifli sohbetlerine katıldım. Abarttığımı sanmayın. Buyurun gelin, görün.
Her şey Sevgili Nuray Önoğlu’nun kurmuş olduğu ve 7 bin küsur üyesi olan “Okunası Kitaplar” grubundan çıktı aslında.
Nuray, “Hem Okudum Hemi de Yazdım” diye kitaplardan başka şeyler de konuşan, tartışan, yazışan bir grup daha kurdu.
O grubun içinden de Apartman ve Akrostiş Postiş diye iki grup çıktı.
Japonya yaklaşık 15 yıldır deflasyonla yani düşen fiyatlarla mücadele etmeye çalışıyor. Bize uzak olsa bile dünyanın üç numaralı ekonomisinde olan biten herkes için önemli.
Bir zamanların mucizesi nasıl böyle “sorunlu ülke” durumuna geldi, orası tartışmalı ve karmaşık.
Son on yılda ne mucizelerin ne hallere düştüğünü gördük zaten. Biz Japonya’da bugün neler olduğuna bir bakalım.
Bundan sekiz ay kadar önce Japonya Merkez Bankası kimine göre çılgınca, kimine göre kaçınılmaz bir karar alarak deflasyonu yenmek için enflasyon yaratmaya karar verdi. %2 enflasyon hedeflendi.
Bunun için de para muslukları açıldı tabii. Japon yeni hızla değer kaybetti. Süreçte Türk lirası yene karşı %20 kadar değer kazandı. 20 yılda dörtte birine düşen Japon Borsası %50’den fazla yükseldi. Bütün bunlar makro dengeleri henüz çok değiştirmiş olmasa da gelişmeler hem pratikte hem de akademik olarak önemli.
Örneğin biz Japonya’dan 4 milyar dolara yakın ithalat yapıyoruz. Ağırlıklı olarak otomotiv, makine aksamı ve yan ürünleri. İhracatımızsa 350 milyon dolara yakın.
Basit bir soru geliyor insanın aklına: İthal Japon arabaları ucuzlayacak mı? Soruyu biraz daha geliştirelim: Kısa vadede olmasa bile bir gün fiyatlar düşmeyecek mi?
İçinizden bir şey yazmak gelmez bazen. Kendinizi yenik hissedersiniz.
Yıllar boyu “bu bozuk dille nereye kadar?” mealinde onlarca yazı yazmışsınızdır. Ara ara ümitlenmişsinizdir de. Sonra bir gün bir bakarsınız “nefret dili” yine karşınızdadır… Ve o dilin sahipleri hala farkında değildir ne konuştuklarının. Onların normali odur!
Her seferinde daha büyük tükürükler saçarak gelirler. Eskisinden daha küstahtırlar, eskisinden daha cüretkâr… Onca yazıyı suya yazmış gibi hissedersiniz kendinizi.
Çatışma kültürüne karşı uzlaşma anlayışını savunmuşsunuzdur. Bazen romantik bile bulmuşlardır sizi. Bazen arafta… Bir bakarsınız hakim ses çatışmacıların sesi oluverir memleketin her köşesinde. Futbolda onlar, medyada onlar, siyasette onlar, yolda onlar, internette onlar… Alkışlanırlar da üstelik! Yazdıklarınıza esasen yer yoktur bu gök kubbede.
Sonra genç bir çocuk bıçaklanır. Şaşırırlar bunlar! Bir kadın öldürülür. Şoke olurlar! Bombalar patlar. Bedel medel gevelerler, son olacak derler. Uzun uzun tartışırlar ama hemen belli ederler ki şimdiye kadarki acılardan hiç bir şey öğrenmemişler, anlamamışlardır!
Bugün böyle bir havadayım. Yazmak lazım ama ıkınıyorum, sıkınıyorum işte. Şair Aslı Serin’in Çamur Etkinliği şiirinden bir alıntıyla rahatlıyorum biraz:
MARDİN – MÜNİH hattı dizisi 86 yılında TRT’de oynamıştı. Bir Türk genci ile bir Alman kadının evlilik hikayesinden çıkma biraz da didaktik bir yapımdı. Epey ilgi görmüştü.
Şimdilerde, yaklaşık 30 yıl sonra, üzerine diziler çevrilebilecek daha sahici başka bir hat oluşuyor sanki. İzmir – Diyarbakır hattı. Biraz zorlayarak, biraz ittirerek, ama olsun... İzmir’le Diyarbakır ortak bir dil geliştirsin isteniyor. Az kelime üzerinde mutabık kalınabilse bile.
Sevgili dostum Ahmet Büke bugün hattın Diyarbakır tarafından bildiriyor:
“Diyarbakır’a geçtiğimiz hafta sonu imza ve söyleşi için gittim. Sevdiğim, birbirimizi arayıp sorduğumuz Diyarbakırlı arkadaşlarımda 2 gün misafir oldum. Bu süre zarfında hem edebiyattan hem de memleketten uzun uzun konuşma fırsatımız oldu.
Elbette barış süreci Diyarbakır’ın birincil meselesi. Herkes heyecanlı. Türkiye’ye hem ekonomik hem de toplumsal anlamda entegre olmak için bu süreci destekliyorlar.