12 Kasım 2005
Tıpkı borsada işlem gören hisse senetleri gibi...<br><br>Bir değer kazanıp bir kaybediyorlar. Yumurta bu hafta çıkışta mesela.
Geçen hafta yerlerdeydi. Kuş gribi yüzünden. Yiyene deli gözüyle bakılabilirdi.
Oysa bu hafta yemeyen enayidir! Zira kahvaltıda yumurta yiyenin yağlarından kurtulduğunu idrak etmiş bulunuyoruz.
Yiyeceğiz tabii mecburen.
Zaten sevmediğimiz şey değil. Bakmayın, bazen yine bilim adamları aramıza giriyorlar.
Artık aynı bilim adamları mıdır, bir faydalı bir zararlı olduğuna karar veren...
Yoksa bilim adamları ‘Yumurtacılar’ veya ‘Antiyumurtacılar’ olarak ikiye mi ayrılırlar...
Her neyse... Bu hafta faydasını yakalamışken bol bol yiyin. Haftaya yeniden bakarsınız duruma...
*
Yumurta çıkarken midye inişte!
Sperm sayısını azaltıyormuş.
Geçenlerde kahve çıkıştaydı. Brokoliyle hemen hemen aynı seviyeye yükselmişti. Son durumu nedir bilmiyorum, takip edemedim.
‘Bitter’ olanı da aynı şekilde.
Fakat dediğim gibi ‘Borsa’ bu! Yarın ne olacağı belli olmaz.
Tatlı mesela...
Bizzat şahit oldum. İniş çıkışına değil ama aynı dakikalarda iki ayrı işleme tabi tutulduğuna.
Elimdeki gazetede mutlaka yemeklerden hemen sonra, yani tok karnına yenmesi gerektiği yazarken TV’de bir beslenme uzmanı hiç olmazsa aç karnına tüketilmesini ve o öğünde artık başka hiçbir şey yenmemesini tavsiye ediyordu.
Aslında bırakın dağınık kalsın!
Zaten şimdi gazetede gözüme ilişti, uzun yaşamanın sırrı sakinlikmiş.
O da bizde yok.
Lakin üzülmeye de gerek yok.
Zira biliyoruz ki bu da yumurtayla kahve gibidir. Nitekim bir süre önce adrenalin denen salgının insanı dinç, diri, canlı tuttuğuna, bu durumun da ömrü uzattığına dair bilgiler edinmiştik.
E, sakin insanda adrenalin ne arar?
Fakat sormayacaksınız böyle sorular.
Bakacaksınız bilim adamları ne diyor...
Ömrünüzün bir kısalıp bir uzadığını göreceksiniz!
Birdenbire yatamıyoruz
Türkler, eşi aldatmada dünya birincisi çıkmışlar. Bir defa aldatsalar iyi. Yılda ortalama 14 partner değiştiriyorlarmış.
Herkes sevgilisine, eşine şöyle bir bakacaktır şimdi... ‘Benimkinin de payı var mıdır?’ diye.
Gerçi sürpriz olmadı hiçbirimiz için. Etrafa bakınca bir dünya birinciliğinin eli kulağında olduğu görünüyordu.
Katkısı olanlara teşekkür mü etmeli artık...
Zira önemli bir şey bizim için. Bir nevi Avrupalı sayılıyoruz bu durumda. Böyle kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmamasını Avrupalılık olarak belleyen çoktur. Alaturkalıktan kurtulmanın yolu olarak ilk iş önüne çıkanla yatmış çok kişi vardır.
İşte şimdi bu böyle teselli falan olunca... Referans olarak AB’ye sunanlar bile çıkabilir. Teşekkür etmeli demem bundan.
Fakat ortada tuhaf bir durum var.
Sevgili değiştirmede birinciyiz de seks yapmada 13.’yüz.
Demek bir sevgiliden ötekine giderken ömrümüz yolda geçiyor daha ziyade. Veya lokantada, kafede, çay bahçesinde, ikna etme turlarında...
E, ne de olsa atamadık üstümüzden. Bir tutucu yanımız var hálá. Öyle birdenbire yatamıyoruz. Üç-beş mum ışıklı mekán gezmemiz gerekiyor. Bu arada atı alan diğer ülkeler Üsküdar’ı geçmiş oluyorlar.
Ne bileyim... Böyledir herhalde.
MIŞ-MUŞ
Kadınlarda mizah yeteneğinin daha fazla olduğu ortaya çıkmış.
Gazetelere şöyle bir göz atınca anlaşılıyor zaten; ekonomi ya da siyaset yazan hemcinslerim bile yeteneklerini saklayamaz oldular!
AB’den ‘Reformlar yavaşladı’ mesajı gelmiş.
Kusura bakmasınlar Fransa’daki olağanüstü hal yasasını seyre daldık da...
Arınç, ‘Türban çağdaştır’ demiş.
Bu biraz ‘Kendin pişir kendin ye’ gibi oldu. Önce ‘çağın koşulları’ yarat, sonra türban ‘çağdaş’ olsun otomatikman!
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2005
23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim, 10 Kasım...<br><br>Ve neredeyse her gün bir vesileyle Atatürk’ü anmaktayız. Ne yaparlar, nasıl kutlarlar bilmiyorum ama misal Ebeler Günü’nde ya da Emekliler Günü’nde iş dönüp dolaşıp Atatürk’ü anmaya geliyordur mutlaka.
Gerçi rastlamadım ama takvimde ‘SSK ve Bağ-Kur primlerinin son günü’ yazdığını görünce bir meydana koşup şiir okuyan bile vardır.
Kötü mü?
Asla!
Çok faydalı üstelik.
Atatürk’ü unutmak ya da yok saymak isteyenlere karşı gayet isabetli bir durum. Ben bunu göz doktorlarının, kendilerine gelecek hastaların tabii ki gözü bozuk olacağından, tabelalarını büyük tutmalarına, ilaveten ‘Göz doktoru’nu iri puntolarla yazmalarına benzetiyorum.
***
Gelelim Atatürk’ü seven, değerini anlamış, unutturmaya çalışsalar bile unutmayacak kesime ki konuya girişimin nedeni benim de dahil olduğum bu grup zaten.
Şimdi, acaba diyorum bu gruptakilerden Atatürk hakkında bildiklerini káğıda dökmeleri istense, kaç kişiden okuyana Atatürk’ü anlatabilecek öz bir yazı çıkar?
Tabii ki Atatürk’ü özel olarak merak etmiş kişilerden ya da tarihçilerden falan bahsetmiyorum; benim dediğim sade vatandaş. Sade vatandaş ama doğduğu günden itibaren Atatürk’le çevrelenmiş takdir edersiniz ki...
Tahminim, onca yüklemeye karşılık sonuç fos çıkacaktır.
Elleri kalem tutmadığından, ağızları laf yapmadığından değil. Çok çalışmaktan!
Sınava öyle hazırlanır, öyle çok çalışırsınız ki hepsini birbirine karıştırırsınız sonunda... Ambale olursunuz hani... Onun gibi bir şey.
Beyin de bir tuhaf organ.
Tamam, bir eleme yapsın kaydederken ama bunu yaparken lüzumluları atıp lüzumsuzları saklamasın!
Eminim yukarıda sözünü ettiğim Atatürk’ü káğıda dökme mevzuunda çoğu kişi, leblebi sevdiğini, iyi giyindiğini, Latife Hanım’la evlenip boşandığını, Selanik’te doğup İstanbul’da öldüğünü falan yazacaktır sadece. İlkeleri falan hak getire!
***
‘Netice olarak ne demek istiyorsun?’ diye soracaksınız.
Demek istiyorum ki, keşke bizi malzemeyle beraber karışım kabının içine koyup döndüreceklerine, hap haline getirdikten sonra verselerdi bünyemize Atatürk’ü. İşe yarayacak dozda...
O zaman ilkokul 1. sınıf okuma fişi misali ‘Atatürk yurdu kurtardı’ klişe cümlesinden daha ciddi, manalı cümleler kurabilirdi sokaktaki vatandaş da.
Ve belki Atatürk’ü daha az müdafaa mecburiyetinde kalırdık birtakım kişilere karşı.
MIŞ-MUŞ
Hülya Avşar ile Kaya Çilingiroğlu bayram tatilinde aynı odada kalmışlar.
Gün oldu devran döndü, Hülya ile Feraye yer değiştirdi.
***
Kadınların daha iyi sürücü olmalarının nedeni östrojen hormonuymuş.
Demek arabanın arkasından bakınca direksiyondaki kadının menopozda olup olmadığı anlaşılacak!
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2005
BAŞBAKANIMIZDAN şikáyet edene ‘Halimize şükredelim’ diyorum.<br><br>Ya Cumhurbaşkanımız da misal Mayyip Erdoğan olsaydı?.. Ağzıyla burnuyla, huyuyla suyuyla tıpatıp Tayyip Erdoğan’ın aynısı?..
Polonya’da öyleymiş. Cumhurbaşkanıyla iktidar partisinin genel başkanı ikiz kardeşmiş.
Her zaman halinize şükredeceksiniz!
Her durumun mutlaka daha beteri vardır şu hayatta!
***
Tabii tersinden de söz edilebilir. Yani Sezer’in iktidardaki ikizinden.
Artık hangi halde memleket tadından yenmez olurdu bilmiyorum, ona siz karar verin.
Ben sadece yaşanacaklar hakkında tahminde bulunmak suretiyle size yardımcı olabilirim.
Misal biri iktidarda, biri Çankaya’da, ikiz Sezer’imizin olması halinde...
Cumhuriyet Bayramı resepsiyonları yine ‘eş’siz gerçekleşirdi gibime geliyor.
Yalnız bu sefer ‘türban’ durumundan değil, ‘elti’ durumundan.
Bilirsiniz ‘Elti gemisi yürümez’ derler. Daha birbirini çekebilen iki eltiyi tarih yazmamıştır. E, bizimkilerin ‘anlaşabilen ilk elti’ olma ihtimali yüzde kaçtır?
Bence sıfır.
Zira biri ‘first lady’ öteki ‘third lady’. Buyurun kafadan nispet ve kıskançlık sebebi!
Polonya’daki ikizlere halk ‘İkiz Ördekler’ diyormuş.
‘Eş’siz İkizler’ nasıl?
Ya da Cumhurbaşkanımızın malum mütevazılığından hareketle ‘Migros İkizleri’ de olabilir.
***
‘Çift sarılı yumurta’ misali ‘Çift Erdoğan’lı Türkiye’de neler olabileceğine gelince...
‘Veto’ sözcüğü sözlüklerden çıkar, Çankaya ‘Tasdik Müdürlüğü’ne dönerdi. (Demirel’in kulakları çınlasın! Cumhurbaşkanlığı boyunca aksini ispat için elinde Anayasa, habire cumhurbaşkanının yetkilerini anlatmıştı.)
Başka başka...
Haftalık olağan görüşmeler halı sahada yapılırdı herhalde.
‘En büyük resepsiyon’ 29 Mayıs’a kaydırılır, fakat bu sefer ‘eş’li olurdu. Ancak eşler kutlamayı Köşk’ün ‘harem’ bölümünde kına gecesi şeklinde yaparlardı.
Başka ne olabilirdi diye düşünüyorum...
Ha, olan başbakanın hazır giyimci refikine olurdu. Zira 4 yerine 8 çocuğu ABD’de okutmak durumunda kalırdı.
İkizleri aramızda nasıl anardık?
Mesela ‘Dubai İkizleri’?
MIŞ-MUŞ
Bakan Nimet Çubukçu, ‘Her yurtta çocuk muhbirim var’ demiş.
Çocuktan al haberi!
*
Erdoğan’a göre Fransa’daki olayları türban yasağı fitillemiş.
Birilerine mektup mu gönderiyordur, nedir...
*
Boğaz’a ‘tüp tünel’ yapılacakmış.
‘Sessiz ve derinden’ gitmeyi sevenler için!
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2005
BUNU da magazinleştirdik ya sonunda... Yapılan ‘Şehit er, şehit olmadan önce telefonda ailesine ne dedi? Azz sonra!’ kıvamında değil ama buna yakın. İlk gün sırf babasıyla konuştuğunu zannediyorduk. ‘Anneme söyle üzülmesin’ dediğini... Ertesi gün annesiyle de konuştuğunu öğrendik. Bakalım yarın ne çıkacak?
Epey gider bu.
Fakat basın doğru yolda tabii. ‘Malzeme malzemedir’ diye düşünülüyorsa bundan etkilisi bulunamazdı. Zira ağlaya ağlaya gözümüzde yaş kalmadı. Ağlamam durunca geri dönüp tekrar okuyor, tekrar ağlıyorum.
Rahatsız olduğum taraf ne biliyor musunuz?..
Binlerce şehit verildi. Ama ben bu derece yıprandığımı hatırlamıyorum. Böyle tanıdığım, sevdiğim, yakınımdan birini kaybetmiş gibi olduğumu...
Yani bu çocukların ölüp gitmeleri yetmiyor da ölürayak fazladan bir şeyler mi yapmaları gerekiyor bizi kendimize getirmek için?
İşte son nefeste cepten ana-babayı aramak gibi.
Ancak o zaman mı farkına varacağız olanların?
O zaman mı ‘insan’ olacağız?
Bu hale mi geldik?
Ölmüşüz o zaman biz.
* * *
Gazetelerden bir başka haber...
Necmettin Erbakan bayram namazı çıkışında cemaatle bayramlaşmış. Bu esnada eşi Nermin Erbakan’ı kaybetmenin acısını üzerinden atamadığı gözlenmiş.
Vay be!
Üzerinden atamamış demek!
Oysa 23 Ekim’de vefat etti Nermin Erbakan. Yani koskoca(!) 12 gün geçti aradan.
38 yılı beraber geçirdiğiniz eşinizin ölümünün üzerinden 12 gün geçtiğinde acısını çoktan atlatmış olmanız gerekiyor öyle mi?
Beklenen bu demek!
Aksi haber olduğuna göre...
Bir kez daha vay be!
İnşallah bu, öylesine, düşünülmeden dile getirilmiş bir ifadedir. Birçok haberde karşımıza çıkan klişe cümleler gibi...
‘Karın yurdu teslim alması.’
‘Yağmurun trafiği felç etmesi’ gibi mesela...
Aksi halde hakikaten ölmüşüz biz.
MIŞ-MUŞ
İmam hatip lisesinden hocası, Erdoğan’ın gıdısını okşayıp ‘Geleceğinin parlak olduğu o günlerden belliydi’ demiş.
Hoca bi zahmet Türkiye’nin geleceğine de bir baksa...
Yuvalarda görev yapabilecek çocuk gelişim uzmanları boşta geziyormuş.
E, ellerini korkak alıştırmasalardı onlar da!
Sarmısağın faydaları kitapla anlatılacakmış.
Zararını ise etrafınızda kimse kalmayınca pratikte görmüş olacaksınız.
İngiltere’de kadın editör, kocasını dövmüş.
Bizim erkek kısmı toptan AB’ye karşı çıkabilir şimdi!
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2005
Geçenlerde bir milletvekili eşi, yuvadan uçmakta olan kocasının ardından ‘Eşimi 25 yaşındaki danışmanı baştan çıkardı’ şeklinde bir açıklama yaptı hatırlarsanız... Benim de bu vesileyle bu kokuşmuş mevzu yeniden aklıma düştü.
Önce birkaç soru...
Erkek, düğmesine basılmayı bekleyen robot mudur?
Duyguları, beğenileri, bıkkınlıkları, arayışları falan yok mudur?
O saate kadar ne güzel bir köşede oturmaktayken kadının biri gelir, düğmeye basar ve erkek baştan çıkar, öyle mi?
Demek kadınların kocalarını 24 saat göz hapsinde tutmalarının nedeni bu!
Biri gelip düğmeye basmasın!
Düğmesizi yapılsa bari bunların... Sırf uzaktan kumandalısı... O zaman kadının işi bayağı kolaylaşır. Koskoca robotun peşinden koşmak başka, el kadar kumandaya sahip çıkmak başka. Koy cebine olsun bitsin!
*
Bakın şunu kabul ediyorum:
Hakikaten ‘avcı’ kadınlar var.
Hem de özellikle evli erkekleri tercih eden...
Mutlaka birilerini baştan çıkarmak için yola çıkan...
Adeta canlı bomba olarak geziyorlar ortada.
Ama bir de hiç bu taraklarda bezi olmayan lakin kaderin cilvesi mi demeli, evli erkekle yolu kesişen kadınlar var. Bu ilişkilerde orta yerde ‘aşk’ oluyor mutlaka.
Neyse... İkinci kadının kimliği kişiliği değil şimdi konumuz. Konumuz evli kadınların, karşıdaki kadın kim olursa olsun durumu ‘Bir fahişe geldi kocamı ayarttı’ şeklinde yorumlamaları.
Ben koca olsam sırf bu yüzden eşime hakaret davası açarım. ‘Bana ‘Nereye çekseler oraya giden, ruhsuz, akılsız biri’ demek istiyor’ diye.
*
Aslında bal gibi biliyor kadınlar kocalarının isteye isteye gittiğini... Fakat ne yapacaksınız ki bu gerçek hiç işlerine gelmiyor. Çünkü o zaman usulca kenara çekilmek gerekiyor. Hayata başka yoldan devam etmek... E, zor tabii...
En önemlisi, kadın bu gerçeği kabul ettiği zaman yenilmiş hissediyor kendisini. Zira bu, başka kadının ona tercih edilmiş olması demek ki hakikaten zor kabullenilir bir durum olsa gerek.
Adamın duyguları yok sayılmakla onur kurtarılmış oluyor bir nevi.
Neticede evlilik yıkılsa bile koca ‘robot’ olduğu için gitmiş oluyor. Yoksa karısını sevmediğinden, beğenmediğinden değil. Evlilik yürümediği için de değil.
Bunun bir iyi tarafı, erkek bir gün geri dönerse yüz yüze bakmak daha kolay oluyor. Yani öyle tahmin ediyorum. Durum ‘Kaka kadın’ın planlarının tutmaması’ şeklinde özetlenerek olay geçiştiriliyor.
*
Şahsıma ‘Sen evli olsan ne yapardın?’ diye bir soru tevcih etmiyor değilim zaman zaman. Her seferinde evlenmediğime ve bu sayede rahat rahat ahkám kesebildiğime şükrediyorum.
Son olarak, şu mübarek bayram gününde, kadınların, ayartılmış ve ayartılacak kocalarını ellerinin tersiyle iterek yollarına devam edecek maddi ve manevi güce erişmelerini diliyorum.
Amin.
MIŞ-MUŞ
CHP’den ayrılan bağımsız milletvekili Eskiyapan ‘Millet aşkına’ AK Parti’ye geçmiş.
Çok şükür memleketimiz kendisi için bir şey isterse namert olacak adamlarla dolu!
İstanbul’a 17 yeni ilçe daha geliyormuş.
Korkarım bir gün gelecek Edirne’yle Ardahan’ın ilçeleri de İstanbul’a bağlanacak.
Bayram Viagra talebinipatlatmış.
E, normaldir; ramazanda bile iftariyelik olarak sofraya koyacaktık neredeyse.
Erkek çocuk doğurmak annenin bağışıklık sisteminde sıkıntılara neden oluyormuş.
Biz kadın kısmı olarak bir şey demiyoruz vallahi, bilim söylüyor.
Oto fareleri İstanbul Emniyeti’nin parkında duran araçları soymuş.
Tuz koktu!
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2005
ARTIK tek bir dolap ya da çekmece yetmiyor. Duvarlara raflar yaptırayım, dizeyim diyorum hepsini... Bakarsınız Oda’ya da başvururum... Nöbet günü falan yazsınlar bana. İlaçlardan bahsediyorum. Artan ilaçlardan.
Resmen kuşatılmış vaziyetteyim.
Ağrı kesiciler... Bağırsakta çözüleni, suda eriyeni, mide deleni...
Vitaminler... Kimden ne duyduysam aldığım, sonra yine birinden bir şey duyup içmekten vazgeçtiğim...
Jeller, pomatlar, merhemler...
Antibiyotikler, antibiyotikler, antibiyotikler...
Gaz gidericiler, spazm çözücüler, adale gevşeticiler, asit gidericiler, sinir yatıştırıcılar...
Koyun bunların yanına kuru, ıslak mendilleri... Makyaj malzemelerini... Şampuanları, kremleri... Ojeyi, asetonu... Kolonyayı... Cımbızı, törpüyü... Diş ipini, ağız spreyini... Pamuğu... Terliği, gözlüğü vs.’yi... Hakikaten evde gizli bir eczane var.
***
Bazen albüm bakar gibi bakıyorum...
‘Şu, geçen seneki karda düşüp ayağımı burktuğum günlerden kalma...’
‘Bu kaşındığım günlerden...’
‘A, evvelki sene bademciklerimden üç gün konuşamamıştım hani!’
Bazen de temizliğe oturuyorum...
Durduğum yerde pastil emdiğim çok olmuştur böyle zamanlarda... Bakmışımdır son kullanma tarihine 15 gün kalmış; anaların atılmasın diye çocuğunun tabağını sıyırdığı gibi emmişimdir kalan pastilleri...
Elimde bir ay ömrü kalmış geniş spektrumlu antibiyotik var mesela bugünlerde. Yok o kadar da bilinçsiz değilim, yutmayacağım fakat bir yerlerim iltihaplansın diye beklemiyor da değilim.
Hayır, milli servet boşa gitsin istemiyorum, onun için...
Fakat tık yok. Şimdi tam son kullanma tarihi geçer, bakarsınız idrar yollarımda bir yanma... İnadına.
***
Yukarıdaki satırları ‘Ne olacak bu artan ilaçlar meselesi? Hükümetimiz uyuyor mu? Taneyle satılsa olmaz mı şunlar?’ şeklinde bağlamak üzere tasarlamıştım. Fakat kısmette başka türlü bağlamak varmış.
Bakın şöyle:
Haftanın birkaç günü ‘Davetsiz Misafir’in çekimleri için Beykoz’a gidiyorum. Geçen gün bir pano ilişti gözüme.
‘İlaç Fazlanız İlaç Olsun’ yazıyordu panoda.
Yani tesadüfün güzeli olursa bu kadar olur.
Beykoz Belediyesi’yle Göksu Rotary beraber olmuşlar fazla ilaçlarınızı alıp ihtiyacı olanlara dağıtıyorlar. Bunun için 0.216 413 76 00’a telefon etmeniz yeterli.
Ne iyi di mi?
Bilmem, bana iyi geldi.
Fakat bu münferit bir çözüm tabii. Hem de geçicidir herhalde. Yani yazıyı yine ‘Taneyle satılsa olmaz mı şu ilaçlar?’ diye bağlayabilirim.
MIŞ-MUŞ
100 yaşına, kuvvetli aile bağları, iman ve az yemekle varılabilirmiş.
100 yaşına güle oynaya, yiye içe de varılıyor; ailecek toplanıp yoğurt yiyerek dini sohbetler yapmak suretiyle ömür sürmenin mükafaatı daha çok olmalı.
*
Kişi yalan söylediğinde mide istemsiz olarak kasılıyor ve kişiyi ele veriyormuş.
Bundan böyle ‘Yemin etsem başım ağrımaz’ yerine ‘Yemin etsem midem kasılmaz’ diyeceksiniz.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2005
HANİ sağlığında kimsenin kıymetini bilmediğimizden yakınıyoruz ya her zaman... Özellikle kaybettiğimiz sanatçıların, devlet büyüklerinin, birtakım ünlü kişilerin ardından methiyeler düzerken geç kaldığımıza hayıflanıyoruz hani... Herhalde buradan hareketle Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Seyfi Saltoğlu’nun arkadaşları, şeytanın bacağını kırıp, vekili sağlığında taltif etmek amacıyla adını bir sokağa vermişler.
İnsanın, adının sokaklara verilecek kadar çok sevilip sayıldığını görmesi hoş tabii. Layık görenler açısından da takdire şayan bir davranış.
Saltoğlu 22 yıl hizmet etmiş belediyeye. İyi, güzel. Ancak kafamı kurcalayan şey, gerekli yüz binlerce sokağı nerede bulacağımız hususu. Çünkü Saltoğlu gibi yıllarca çeşitli kurumlarda hizmet vermiş yüz binlerce memur var.
Fakat Saltoğlu’nun 22 yıllık olağan hizmetinin dışında bir özelliği de varsa onu bilmiyoruz tabii. Yani bir nevi ‘gizli cevher’ olma durumu söz konusuysa...
Benim çok ilgimi çeker sokak isimleri... Ve sokakların, isimleriyle bütünleştiğini düşünürüm. Asla değişmemesi gerektiğini...
Nesneler gibi... ‘Masa’ya ‘terlik’ diyebilir misiniz bundan böyle?
Hatta insanlar gibi... Ben birdenbire Ayten olsam mesela... Yadırgamaz mısınız?
Hayır, çok aşağılayıcı falan bir isim olur da, sokak sakinlerinin onuruna dokunan... Değiştirilmesi doğal olabilir o zaman. Fakat sen kalk ‘Sakız Hanım’ı, ‘Günışığı’nı, ‘Gündönümü’nü beğenme!
‘Zaten abuk sabuk şeylerdi’ diyor Saltoğlu... ‘Yok Kediseven Sokak, yok Buluşmalar Sokak, yok Öykü Sokak!’
Aslında söylenecek bir şey yok.
Dilimizin en anlamlı kelimeleriyle en etkili cümlelerini kursanız, karşı tarafı ‘Kediseven’in bir sokak ismi olarak pek de güzel olduğuna ikna edemezsiniz.
Anlatmakla olmaz. Bunu anlamak ancak kendiliğinden olabilir ve bunun için çok uzun bir süreç gerekir. Ana rahmine düşmeden önce başlayan belki de...
Fakat beyefendi de aynı sebepten aksini bize anlatamayabilir, o da var.
Peki, ‘abuk sabuk’ sayılmaması için bir sokak isminin, nedir aranan, onu anlasak bari.
Mana öteki mana mıdır?
Herhalde.
Zira bir başkan vekilinin soyadının sokağa verilmesi ‘mana’lı hakikaten.
Son alarak, kimsenin adıyla, kişiliğiyle bir alıp veremediğim yok. Yerleşmiş sokak isimlerinin savunucusuyum sadece. Benim adımı koymak için değiştirmeye kalksalar, ona da karşı çıkarım.
MIŞ-MUŞ
Hande Ataizi, ‘Göğüslerim Safinaz’ınki gibiydi’ demiş.
Fakat o göğüslerle yine de Safinaz’ın aşk hayatı Hande’den iyi; iki erkek mütemadiyen birbirini yiyor biliyorsunuz.
Erdoğan, ‘Cumhuriyete sloganla değil icraatlarımızla sahip çıkıyoruz’ demiş.
Fazla sahiplenmek de iyi değil, insan sonunda kendi malı zannedebilir.
Güney, kışa direniyormuş.
Biz de direniyoruz, lakin takan kim!
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2005
MALATYA’daki çocuk yuvasında yaşananlar hepimizi üzdü, öfkelendirdi, şaşırttı.<br><br>Demek karşıdan bakınca ne gönül dayanıyor, ne akıl alıyor... Öyledir zaten...
O haltı karıştıran kadınlar bile kendilerini seyredince ‘Linç etmeli bunları!’ diye bağırmış olabilirler.
İnsan icraat esnasında farkında olmuyor ne yaptığının... Karşımızdakinde ayıpladığımız, kızdığımız ne varsa hepsi bizde de mevcut oysa.
Çocuğunun kafasına günde on kere terlik fırlatan kadınlar da çok kızmışlardır mutlaka Malatya’daki hemcinslerine... Beddualar etmişlerdir.
O malum görüntüleri televizyondan izlerken o sırada gürültü yapıp dikkatini dağıtan çocuğuna bir terlik daha fırlatan olmuştur.
Hamam tası bulsalar... Fakat terlik hemen el altında tabii...
* * *
Ben doğrusu şaşırmadım duyunca...
Çocukdövengillerden olduğumuzu biliyordum. Kendi çocuğuna kıyabilen, başka çocuklara neler yapmaz... Kadınlardan biri, ‘Ben evde çocuğuma da aynı şeyi yapıyorum’ demiş nitekim.
Kadının ‘adam etme’ yöntemi bu! Bunu görmüş, bunu duymuş, bunu öğrenmiş. O da bizim infiale kapılmamıza şaşıyordur Allah bilir!
Ağzı laf yapan biri olsa, ‘Peki öyleyse ne demeye ‘Kızını dövmeyen dizini döver’ demiş atalarımız?’ diye sorabilir de.
Devamını da getirebilir...
‘Dayak cennetten çıkmadır.’
‘Eti senin kemiği benim.’
‘Ananın bastığı yavru incinmez.’
Bunların hepsinin hesabını sorabilir bizden.
Ha bir de vurulan yerde gül bitme durumu var. Kim vurunca oluyordu o iş? Baba? Ana? Koca? Öğretmen? Her neyse hatırlayamadım şimdi... Neticeye bakın zaten...
* * *
‘Ne demek istiyorsun, haklı mı yani bu kadınlar? Masum mu?’ diyeceksiniz. Asla!
Enseyi kararttım sadece, onu anlatmak istiyorum. Hatta çoktandır kara zaten. Bu kaçıncı çocuk yuvası vakasıdır sorarım size?
Gazeteci ablalarına, ağabeylerine olan biteni anlatan çocuklar var ya... Birkaç ay geçip de ortalık durulunca, dilim varmıyor ama o çocuklara bunun bedelinin ödetileceğinden korkuyorum. Yeni dayaklarla...
Yöneticiler değişsin istediği kadar... Çocuklar başka yurtlara dağıtılsın... Olacağı budur diye korkuyorum. Yalnız onlara değil, yurtlardaki bütün çocuklara...
Senede birkaç defa patlak veren olaylardan anladığımız kadarıyla oralarda Naciye anneler sayıyla değil... Rahatlarının kaçmasının acısını fırsat buldukları an çıkartabilirler.
* * *
Fakat işte orası öyledir de dışarısı nasıldır? Tıpkısının aynısı!
Ancak yıllar, yıllar, yıllar geçecek de... Değil. Dayağın cennetten çıkma olduğunu, bu sözün varlığını bile hatırlayan tek kişi kalmayacak da...
MIŞ-MUŞ
Ömür süresi baba mirasıymış.
Derhal bir ‘Babalar ölmesin!’ kampanyası...
Erdoğan, ‘Yurtlarda kız-erkek beraber olmaz’ demiş.
Fırsattan istifade!
Önümüzdeki günlerde yaşanabilecek felaketlerin nedeni yaklaşan Mars’mış.
Neyse bu sefer de bir günah keçisi bulduk.
Yazının Devamını Oku