26 Kasım 2005
Sabah yataktan kalktığınızdan itibaren attığınız her adımın, yaptığınız her hareketin, söylediğiniz her lafın, hatta bırakın yataktan kalkmayı, nasıl uyuduğunuzun bile şu hayatta bir manası var. ‘Var tabii’ diyeceksiniz.
Öyle değil.
Bu mana başka mana.
Sizin bilmediğiniz, sırf uzmanların bildiği, açıklamasını sırf onların yapabildiği.
En basit gördüğünüz şey... Misal direksiyon başında burnunuzu karıştırma huyunuz var diyelim.
Buna sıradan bir insan ‘İğğğ... Pis herif’ der geçer.
Fakat uzmanlar öyle demiyorlar işte!
Pisliğinizden yapmıyorsunuz siz bunu. Sosyo-psikolojikten tutun da sosyo-kültürele kadar bir sürü nedeni var.
Uzmanlar size bunu bir anlatırlar ki kendinizi tanımazsınız neticede. Sözcüklerin çoğu yabancı geleceğinden yaptığınızın iyi mi kötü mü olduğunu tam kestiremezsiniz gerçi ama önemli bir şey yapmış olduğunuz kanaatine varırsınız.
Bunun gibi bir sürü şey...
*
Mesela ‘dayak’... Dayak deyince genellikle erkeğin kadını dövmesi anlaşıldığından biz de oradan dahil olalım olaya bari.
Kadın neden dayak yer?..
Şimdi bunu kocasından şiddet görmüş kadına sorarsanız ‘İzinsiz anneme gittim’, ‘Yemeği yaktım’ gibi bir cevap verecektir elbet. Tıpkı kırmızı ışıkta geçtiği için kendisine ‘Nereye hanım!’ diye bağıran trafik polisine Fadime’nin verdiği ‘Görümcemgile’ cevabında olduğu gibi bu da yüzeysel bir nedendir.
Fakat bir de uzmanlara sorun bakalım!
DERİN neden nedir?
Sormanıza da gerek yok, onlar açıklıyorlar zaten.
‘Dayağın nedeni, erkeğin yetersizliğini kapatmak istemesidir.’
Fakat kadın kısmı tuhaftır.
‘Kocan yetersiz, onun için dövüyor seni’ deseniz katiyen kabul etmez.
Kocasına bayıldığından değil, konuya komşuya eksikli düşmek istemediğinden.
Arkasından ‘Kocası yetersizmiş’ demelerindense ‘Kocası çok kıskanıyor, annesine bile bırakmıyor’ demelerini tercih eder. Hatta bunu böbürlenme vesilesi bile yapar.
*
Yalnız Deniz Akkaya olayı ezberimizi bozdu tabii. Uzmanlar dahil hepimizin kafası karıştı. Fakat onlar uzman olduklarından çabuk toparlandılar neyse...
Ve üst gelir grubundaki kadınların ‘güç çatışması’ nedeniyle mağdur olduğunu bildirdiler.
Galiba bu ‘dövüşme’nin bilimsel olarak ifade edilmesi oluyor.
Morarmış gözünüzü soran arkadaşınıza ‘Akşam benimkiyle güç çatışması yaptık’ diyorsunuz...
Aslında ben dövüş yanlısıyım.
Vallahi.
Bir taraf ötekini yatırıp dövmesin ama karşılıklı dövüşülsün!
Belki atalardan gelen bir şey...
Güreş nedir?
Ata sporu.
Yağsızı yetmemiş yağlısı da var.
El sıkışmasını öğreneli ne kadar oldu?
Hálá birbiriyle elense çekerek selamlaşanlar var. Aynı şekilde şakalaşanlar, birbirlerine aynı şekilde sevgilerini ifade edenler...
Köpekleri, horozları, develeri dövüştürüp seyretmiyor muyuz?
Aydın diye bildiğimiz yazar-çizer takımının, içki sofrasındaki edebiyat tartışmalarını dövüşle neticelendirdiklerini okumadık mı anılarda?
Ben barda birbirini tokatlayan çok entelektüel duydum.
Bunlardan ziyade, bir dayak hadisesi olduğu zaman bu kadar çok tepki veren çıkabildiğine şaşıyorum bu memlekette. Sizi bilmem.
*
Şimdi bu kadar dövüşe meraklı bir toplum olacaksınız, fakat sevgililer dövüşmeyecek öyle mi?
Ki altyapının en hazır olduğu durumdur sevgililik durumu.
Dövüşüp dövüşüp, arkadan sevişen çok sevgili tanımışımdır.
Her çiftin bir cilveleşme biçimi vardır.
Dayakla dövüşü aynı kefeye koymayalım lütfen!
Ha, bir tarafın eli daha ağır olabilir... Denginizle şey edeceksiniz o zaman.
Hem, ‘kadınlar dövülmesin!’ ne demek?
Hayatımda kadınları bu kadar aciz duruma düşüren bir söz duymadım. Bunu diyeceğinize kendisine bir vurana iki tane patlatmasını öğütleyeceksiniz kadına.
Yani balık vermeyeceksiniz, balık tutmasını öğreteceksiniz! Uymadı gerçi ama neyse...
*
Evet, tabii ki dalga geçiyorum.
Ne yani... Bir cumartesi günü tayyörümü üstüme geçirip dayak konusunda ciddi, bilimsel bir yazı mı döşenseydim?
Dayağın iyi bir şey olmadığına inanmanız için illá bir de benden mi duymanız gerekiyor?
‘Ne kadar çok laf, o kadar az dayak’ diye mi düşünüyorsunuz?
Dayaklıksınız vallahi!
Ha, illá ciddi bir şey istiyorsanız...
Dayak atmak her insanın gönlünde yatan aslandır. Sorun kafesin sağlamlığı sorunudur.
MIŞ-MUŞ
Milli Eğitim Bakanı Çelik, ‘Öğretmen haftada iki gün çalışıyor’ demiş.
Bazen acaba insanoğluna konuşma yetisi hiç verilmese miydi diye düşünüyorum.
Serdar Ortaç Fashion TV modelleri tarafından öpücük yağmuruna tutulmuş.
Şu çocuğun da sahici mürüvvetini görsek bir...
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2005
AYAĞIMIN alışık olduğu bazı dükkánlara girmekten çekinir olduğumu fark ettim geçenlerde.<br><br>Düşündüm nedir diye... Civelek satış görevlileri yüzünden.
Hani karnında mekanizma olan oyuncak bebekler vardır... Düğmesine bastınız mı güler, konuşur, şarkı söyler; yetmez bir yerlerinde ışıklar yanar söner...
Kapıdan biri girmesin, bunların da düğmesine basılıyor adeta.
Herhalde her sabah tembih ediliyor kendilerine... ‘Geleni tepe sersemi edin, ne aldığını, ne verdiğini bilmesin!’
Nitekim öyle oluyor.
Hayır, aldığımdan verdiğimden vazgeçtim, bedenimi korumanın peşindeyim ben artık. Zaman zaman bacaklarımdan tutup havaya kaldıracaklarından falan korkuyorum. Öyle bir ‘Sizi gördüğüme çok sevindim’ hali her birinde.
***
Sırf giyim kuşam mevzuunda olsa iyi...
Eczaneye gidiyorum aynı şey.
‘Biliyor musunuz size vitamin çok yakışıyor’ diyecekler neredeyse.
Ürküyorum vallahi.
‘Denemek istediğiniz bir şey varsa denettirebilirim’ dedi geçenlerde nefesini ensemden hiç çekmeyen biri...
‘Evet var ama söylemeye çekiniyorum. Denettirir misiniz hakikaten?’ dedim.
Kendimce çeşitli tedbirler alıyorum.
‘Çok yakıştı’ dedikleri şeyi hemen üstümden çıkarıp atıyorum mesela.
Hayır etrafta benden başka müşteri olmasa yutacağım. Yani vücudundaki tüm yağları bütün haşmetiyle ortaya çıkaran bir şey giymiş kadına da ‘Çok yakıştı’ dediklerine şahit olmasam...
Zaten oralardaki aynalar da yutturmaya ayarlı biliyorsunuz. Onun için her seferinde ‘Çarşıdan aldım Çağla Şikel, eve geldim Pakize Suda’ oluyorum.
***
Fakat buna karşılık bazen ‘Bunun bi beden büyüğü yok mu?’ diye sormak için elimde malzeme bütün mağazayı gezip eleman aradığım da olmuyor değil.
Bu mevzuda da ikisinin ortası yok anlayacağınız.
AB’yle beraber buna da bir standart gelir bakarsınız. Donumuzun lastiğine kadar geleceğine göre.
Gerçi gelse bize ne... Tahminimce biz o senelerde çarşıdan bir tek altımıza sürgü alacak yaşta oluruz ki onu da kendimiz gidip alacak halimiz yok!
Demek görüp göreceğimiz elimizde mevcut olanlardır. Yani ya ‘arazi olanlar’ ya da daha siz kabinin içinde yarı çıplakken perdeden başını uzatıp cilveli cilveli ‘çok yakıştı’ diyenler.
MIŞ-MUŞ
Erdoğan ‘Marmara ihya, Doğu ihmal edildi’ demiş.
Bakın bu tespit daha önce hiç yapılmamıştı!
*
Şişmanlığın ölçüsü kilo değilmiş.
Şişmanlığın ölçüsü, soyunma kabininden kan ter içinde çıkıp, elinizdeki çok beğendiğiniz giysiyi satış görevlisine yeniden askıya asması için uzatmaktır.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2005
Son günlerde ‘saatli bomba’yla eş anlamlı oldu neredeyse. Çapa’daki o kötü hadisenin üzerine Kartal’da da bir hasta yakını, doktoru dövmüş, parmağını ısırarak kırmış.
Televizyonda bir tartışma programında da başka bir hasta yakını ki, kendisini bütün Türkiye, hatta Başbakanımız da çok iyi tanıyor, ağabeyinin doktor ihmali yüzünden hayatını kaybettiğini ima ediyordu.
İma ediyordu diyorum, direkt bir suçlamada bulunmadı zira. Hatta program boyunca bütün doktorlara bol bol ‘sonsuz saygılar’ sundu.
Ama biz yine de anladık şikáyetçi olduğunu. Zira aksi halde ihmalin tartışıldığı bir programda tek hasta yakını olarak niye gelsin otursun bir doktorun karşısına?
Bir de saygının sonsuz olduğu ısrarla vurgulanınca artık onun saygı değil de başka bir şey olduğunu biz de biliyoruz saygıyı sunan da...
Neyse uzatmayayım, hepimizin her an doktorlara ve hastanelere yolu düşebileceğinden can kulağıyla dinledim anlatılanları.
İfade edilen, hastanın acil servise getirildiğinde sapasağlam olduğu, uygulanan ilaç tedavisi neticesinde, gittikçe kötüleşerek hayatını kaybettiğiydi.
‘Peki sapasağlam birini neden acil servise götürdünüz?’ diye bir soru geliyor insanın aklına tabii.
Üstelik evveliyatı olan hastalığın, artık o aşamada o ilaçtan başka çaresi olmadığını da öğrendik programda.
***
Fakat her şeye rağmen anlıyorum hasta yakınlarının ruh durumunu. (Tabancaya sarılanları kastetmediğimi bilmem belirtmeme gerek var mı.)
Ben de babamı kaybettiğimde ‘Hep ölmek için mi yatılır buraya!’ diye avaz avaz bağırmıştım hastanede.
İnsanda mantık kalmıyor. Ölüm acı. Kondurulmuyor, kabullenilmiyor... Bir suçlu aranıyor.
Belki de uzun süren tedavilerde hasta yakınlarına psikolojik destek vermek lazım.
***
Bir de şu doktorları doğru bir yere oturtsak artık...
Doktorun karşısında el pençe divan duran, öpmek için elini yakalamaya çalışanlar ile dövmeye kalkanların, doktoru koyduğu yer aynı. İkisi de ‘mucizeler yaratan kahraman’ olarak görüyorlar. Biri mucize yarattı zannıyla eline sarılırken, öteki yaratabilecekken yaratmadı diye saldırıyor.
Oysa mesela bir televizyon tamircisi gibi görebilsek doktoru... Kötü bir örnek gibi gelebilir ama neticede insanı tamir etmek değil midir yapılan?
Ve her şey gibi insanın da artık tamir kabul etmediği, bir hurdaya çıkma zamanı yok mudur?
Ha, ‘Televizyonun canı cehenneme! Öteki tarafta insan hayatı söz konusu’ diyeceksiniz.
Tabii. Zaten doktorların da bu bilinçle hareket ettiğine inanıyoruz. Hani arada tek tük de olsa, klasik deyişle ‘işi ticarete dökenler’ falan çıksa da onların bile ‘ticaretin devamı’ için mümkün olduğu kadar çok sayıda hasta iyileştirmeye ihtiyacı vardır. ‘Bugün sahte rakıdan voli vurayım, yarın kiremit tozundan kırmızı biber işine girerim’ zihniyetinde olacak hali yok doktorun.
Yani en kötü niyetlisi bile bizim kara kaşımız kara gözümüz için olmasa da başarmak zorunda hissediyordur kendisini.
Diyeceğim, müsterih olmalıyız.
MIŞ-MUŞ
Baykal yine genel başkan seçilmiş.
Demek AKP hükümeti yine yaşadı.
*
Kadında ve erkekte cinsel isteği artıran, burna sıkılan sprey şeklinde ilaç yoldaymış.
Sloganı da hazır... Sık.
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2005
KENDİNİZİ şımartın! Sık sık duyuyorum bu tavsiyeyi. Az önce bir gazetede yine gözüme çarptı. Fakat ne mümkün...Mensubu olduğum kuşak sebebiyle midir artık... Annemin çocuğu olmam yüzünden de olabilir.
‘Çok gülmek ağlamak getirir.’
Bu düsturla büyütüldük biz.
Ben bunu epey bir zaman atasözü zannettim. Ta ki iş icabı elimin altında sözlük silsilesi bulundurmaya başladığım günlere kadar. Sonra baktım hiçbir atasözleri sözlüğünde gülmenin sonunun ağlamak olduğuna dair bir şey yok.
Demek annem söylemişti ilk. Kayda geçiren falan çıkmayınca sözlüklere giremedi zahir.
* * *
‘Gülme’ dediysem sırf bildiğimiz gülme değil. Şu hayatta insana zevk, neşe, keyif, yaşama sevinci veren ne varsa giriyor ‘gülme’nin içine.
Onun için oldum olası ‘cemiyet hayatının önde gelen simaları’ için üzülmüşümdür bir yanımla.
Bakarım birisi Paris’e alışverişe gitmiş, oradan da dinlenmek için Londra’ya geçmiş; ya da her gün üstünde başka bir entari davet davet geziyor...
‘Ah!’ derim, ‘Başına gelecek var bunun!’
Gerçi hiçbirinin başına bir şey geldiğini duymadım çok şükür. Olsa yazar gazeteler. Bunların neredeyse defi hacetleri bile haberdir biliyorsunuz. Fakat işte senelerdir yanılıp durduğum halde onlar için üzülmekten, kendim içinse tedbir almaktan vazgeçmemişimdir.
Tedbir şöyle oluyor:
Mesela aynı gün içerisinde hem masaj yaptırıp hem hiç lüzumu olmadığı halde sırf hoşuma gittiği için abuk sabuk şeyler satın aldığım, hem çikolata yediğim, akşamına da eğlenceye koştuğum, bu arada da habire kahkahayla güldüğüm olmamıştır hiç.
Yok, yalan söylemiş olmayayım, birkaç defa yaptım. Fakat her seferinde, kader midir artık beni ağlatacak olan, ondan önce davranıp cezalandırmışımdır kendimi. Bir keresinde evdeki bütün dolap ve çekmeceleri ortaya döküp yeniden yerleştirmiştim. Bir keresinde de hiç unutmam, mezarlık ziyaretine gitmiştim. Dengeyi sağlamış oldum demek ki bir felaket gelmedi başıma.
* * *
Fakat bu titizliğime rağmen annemi tatmin etmem mümkün olmadı. Zira gün içerisinde keyif veren eylemlerde tasarrufa gitmiş olmamız annemi kesmedi, kesmez. Durumu yıllık olarak değerlendirir kendisi.
‘Sen daha geçen sene tatile çıkmamış mıydın!’ diye bizi uyarması bundandır.
Bazen AİHM’ye gideyim diyorum. Vallahi. Bilmiyorum gerçi her şey için zırt pırt kapısı çalınır mı ama...
‘Bu yaşta hálá kendimi salıvermeme mani olan var’ diyeceğim. Fakat karar falan takmaz annem. ‘Bi de ulemaya soralım’ diyebilir. Ulema dediği de kendisi tabii.
Anlayacağınız sizden farklı olarak iki koldan ulemaya yakalanmış durumdayım.
MIŞ-MUŞ
ABD’de yılda 127 bin çocuk evlat ediniliyormuş.
E, bizde de o sayıya yaklaştık. Fakat dayak ve cinsel taciz konusunda.
Baykal, ‘Bu kış sıcak geçecek’ demiş.
Hayırdır, genel merkeze kömür sobası mı alındı?
Washington’da inşa edilen akıllı binanın ilk müşterileri 1, 3 ve 5 milyon dolara birer daire alan üç Türk olmuş.
Biz Türkler akla çok önem veririz!
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2005
Daha önce de birkaç defa yazdım, en sevdiğim köşe Güzin Abla’nınki.<br><br>Özellikle benim gibi kadın-erkek mevzuuna takmış olanlar için hakikaten çok besleyici. Hani yaşamakla öğrenemeyeceğiniz şeyler... Nihayetinde hepimiz dar birer çevrede dönüp duruyoruz. Güzin Abla’nın köşesi bir nevi yüzlerce denekli dev bir araştırmayı getiriyor önümüze.
Derlenip kitap haline getirilmeli bence. Hatta ilk yayımlanmaya başladığı günden bugüne kitap dizisi olmalı.
Topluma ayna tutan, belge niteliğinde bir eser olur vallahi. Erkek, kadın, ilişkiler, toplum, aile, ahlak anlayışı, vs. ne imiş ne olmuş...
*
Geçenlerde mesela kızlarımızın çok değiştiğine dair örnek olabilecek bir mektuba rastladım.
E, normaldir tabii... ‘Öksürdüm kızlığım bozulmuş mudur?’ diye soran kızların neredeyse torunlarının kızlığının bozulma vakti geldi. Zaman akıp gidiyor.
Şimdiki kızlar ‘Erkek arkadaşımla sevişmeyi biraz ileri götürdük, çarşaf bir miktar kanlandı, kızlığım bozulmuş mudur?’ diye soracak kadar bilinçliler çok şükür. Hiç olmazsa bu iş için bir adet erkek gerektiğini biliyorlar.
Yukarıda sözünü ettiğim mektubun sahibi genç kızımız ise iyice ileride. Kızlığının bozulduğunu kimseye sormadan anlamış. Fakat anlayamadığı bir husus var yine de.
Kızlığını kimin bozduğu hususu.
‘Kim bozmuştu?’ diye Güzin Abla’ya soruyor.
Sanki Güzin Abla yanındaydı. Güzin Abla tarikat şeyhi olsa anlayacağım. Girsin rüyasına, isim versin...
Fakat kızcağız da çaresiz tabii. Zira taksit taksit bozdurmuş kızlığını. Birazını birine, geri kalanını başkasına.
‘Acaba hangisi bozmuş sayılır?’ diye merak ediyor şimdi.
Ne cevap versin Güzin Abla?
‘İki çarşafı da getir bi bakayım’ mı desin?
*
Kız bunu neden öğrenmek istiyor, o da ayrı konu.
İleride torunlarına gençlik maceralarını anlatırken yanlış bilgi vermemek için değil herhalde.
Esas neden, ‘doğru kişinin başına ekşimek isteği’ olabilir.
Aslında kızların hiçbir yere gitmeyip yerinde saydığı görülüyor. Toplumun daha doğrusu... Toplum bu ‘kızlık’ meselesine takmış olmasa kızların niye umurunda olsun bekaretlerini kime ne zaman verdikleri.
Bakın sizin de dikkatinizi çekti mi, hiç olumlu bir fiille anılmıyor şu kızlıktan kadınlığa geçiş hadisesi.
‘Kızlığın bozulması’... Düzelen değil ‘bozulan’ bir şey var ortada.
‘Bekáretini vermek’, ‘Bekáretini kaybetmek’, ‘almak’, ‘kazanmak’ yok ‘vermek’, ‘kaybetmek’ var.
‘Kaybetmek’ varsa ‘suç’ da var demektir ortada.
Okuldan defterinizi kaybetmiş döndüğünüzde dayak yemişsinizdir büyük ihtimalle.
Onun için bütün kızlar ‘Erkek arkadaşımın ısrarıyla seviştik; ben hiç istemedim, o zorladı’ diyorlar mektuplarında.
Suçlu ben değilim, o!
Sevişmek suç yani.
Ama bir yandan da doğaya karşı gelinemiyor. Bütün kızlar sevişiyorlar. Ama işte kızlığının yarısını bir yatakta, yarısını öteki yatakta bırakarak. Yarım yamalak yani. Bir suçlu arayarak.
Bizim kuşak için ‘Ağız Tadıyla Sevişemedik’ demiştim bir zamanlar... Değişen bir şey yok galiba.
*
Aman yanlış anlamayın!
‘Kızlar yataktan çıkmasın’ demiyorum.
Demiyorum ama onlar zaten çıkmıyorlar. Dediğim gibi yarım yamalak da olsa... Yasak arzu doğuruyor zira.
Ne zaman artık bu konu ‘Sevişmek suç değildir’ demek için bile anılmaz olacak, o zaman kızlar da her açıdan ‘sağlığa’ kavuşacaklar.
Bakalım... Takip edeceğiz Güzin Abla’dan.
MIŞ-MUŞ
Badem zihni genç tutuyormuş.
Ne o, ceviz emekliye mi ayrıldı?
İnsanın daha mutlu olabilmesi için gerekli 10 adım belirlenmiş.
Sıra o adımları atabilecek insanı bulmada.
Berrak Tüzünataç, kendisi hakkında ‘Sevgilisinden yediği dayak sırasında elmacık kemiği kırıldı’ diyen Deniz Akkaya için ‘Beni kıskanıyor’ demiş.
‘Erkek dayağı’ndan bile ‘kadın çekişmesi’ çıkardık ya... Bravo biz kadınlara!
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2005
ÖMÜR biter kadınların birbiriyle savaşı bitmez. Hülya Avşar’ınki de bitmemiş nitekim.
Antalya’daki otel macerasının horlama kısmına girmeyeceğim; ben eski karı-kocanın aynı odada kalmalarıyla ilgiliyim daha çok. Bunun üstünde pek durulmadı nedense.
Aslında konu sevgili arkadaşlarım da değil. Onlar sadece bir örnek. Konu, dünya kurulduğu gün başlamış ve o gün bugündür sürmekte olan ‘1. Dünya Kadınlar Savaşı’. Hülya Avşar hepimiz gibi bir savaşçı sadece. Fakat şöhreti nedeniyle onun kahramanlıkları da, yenilgileri de ortada.
Bu arada bir süre önce bu köşede Hülya için etmiş olduğum lafları da geri almalıyım. ‘Aldatılan kadının alışılmış tepkilerinden hiçbirini vermedi, hiç olmazsa saçının rengini değiştirseydi’ gibi bir şeyler söylemiştim hatırlarsanız.
Meğer durum öyle değilmiş.
Kavgalar, öteki kadını tehdit etmeler, aniden kendine bakar olmalar falan sıradan kadınların işiymiş. Akıllı kadın daha üst düzeyde tepkiler verirmiş meğer.
Biz, boşanarak noktayı koydu zannediyorduk di mi?
Meğer virgülmüş o koyduğu şey.
Diyeceğim şu:
Antalya’daki o otel odasında, sırf minik Zehra’nın gönlü olsun diye mi beraber kalındığını düşünüyorsunuz?
Ben, orada bir kadın savaşçının düşmana karşı gerçekleştirdiği önemli bir saldırının kokusunu alıyorum.
Zafer kazanılmış mıdır neticede, onu bilmiyoruz yalnız. Karşı taraftan hiç ses çıkmadığından... Bir ayrılma söz konusu olsaydı duyardık herhalde. Fakat nihai bir başarıdan söz edilemese bile, bir çatırdamaya sebep olunmuştur mutlaka.
Yani her şeyin hemen oracıkta gelişiverdiğine inanmak zor. Kimbilir kaç aşamalı bir savaş stratejisi vardı önceden hazırlanmış olan...
Bakalım bundan sonraki hamle ne olacak. Şu anda bir geri çekilme var gibi duruyor. Ama yeni taktikler üzerinde çalışmalar yapılıyordur büyük ihtimalle.
***
Netice olarak iyi ki dünyada kadın cinsi var. Ortalık şenleniyor sayemizde.
Erkeklere kalsa... Pek kuru, pek tatsızlar. En mücadelecisi tabancayı çekip vuruyor karşı tarafı. Yaratıcılık sıfır yani.
Zekáları mı yetmiyordur nedir...
Ben entrika çeviren erkek olarak en son Dallas dizisinde JR’ı görmüştüm. Halbuki övünmek gibi olmasın ama bizim en sıradanımız bile JR’ı cebinden çıkarır.
MIŞ-MUŞ
Adalet Bakanı Çiçek, Van Üniversitesi Genel Sekreter Yardımcısı’nın cezaevinde çamaşır asması için verilen iple intihar etmesiyle ilgili ‘İp olmasa çarşaf var’ demiş.
*
İyi ki ‘Zaten intiharı kafasına koymuştu, hiç olmazsa bu hususta zorluk çıkarmadık’ demedi.
İlaç satışları düşüyormuş.
Erdoğan ‘Sayemizde vatandaşın sağlığı düzeldi’ şeklinde yorumlar şimdi bunu.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2005
ANLAŞILDI.<br><br>‘Güzel Yazı Kursu’na gitmem şart oldu. Gerçi bilmiyorum var mı böyle bir kurs... ‘Güzel Konuşma’yı duydum ama...
Cumartesi günü yine baktım, bu sefer ‘tescilli’ sözcüğü ‘teselli’ olmuş.
Demek yazıyı dizen arkadaş uzun uzun inceledi ‘teselli’de karar kıldı.
Bu yine iyi.
Bazı sözcükler hiç yok.
Bakıp bakıp bir şeye benzetemeyince yok saymayı tercih etti demek.
Aslında benim yazılar için kadroya bir eczacı alsa gazete... Onlar reçetelerden alışkındırlar...
Hayır ‘iki sözcük’ deyip geçmeyin, yazının manasını değiştirmeye yetiyor. Ya da konunun havada kalmasına.
‘Bu devirde yazını güzelleştirmeye çalışacağına bilgisayar kullan, sen de rahata kavuş, gazetedekiler de!’ diyeceksiniz.
Haklısınız.
Haklısınız da ben tam tersine, teknolojide daha da gerilere gitmeye niyetliyim.
Cep telefonuyla vedalaşmayı düşünüyorum mesela. Hakikaten faydasından çok zararı dokunmaya başladı zira.
Tamam, özel numaraları cevaplamıyorum.
Fakat her seferinde numarası görünmeyen kaç kişi varsa yakınlarımdan, hepsini bir bir arıyorum.
Ve elbet kural bozulmuyor, (kural, aradığın şey her ne ise en son baktığın yerde bulmak) en son aradığım kişide tutturuyorum arayanı.
Böyle her seferinde yirmi kişiyi arayınca her ay bir ev peşinatı kadar fatura ödüyorum haliyle.
Hani telefonu atıp bir helikopter kiralasam, konuşacağım kişiye bir uçup gidip diyeceğimi deyip dönsem daha ucuza gelecek.
* * *
Fakat bankacılık işlemleri için teknolojiyle barışmam şart galiba.
Böyle yok farz etmekle olmayacak.
Aksi halde memurun birinin ‘Ne geldin hanım!’ diye bağırması yakındır. Öyle bakıyorlar insanın yüzüne.
Böyle bir muameleyle karşılaşırsam ne derim diye düşünüyorum bir süredir. Lakin şöyle etkili bir şey bulamadım.
‘Sizi düşündüğümden... Bu internetten şeyttirme çok ileri giderse sizin sayınızda da bir azaltılma durumu ortaya çıkabilir, ondan korkuyorum’ desem inanırlar mı acaba?
Ya da...
‘Tamamen nostaljik. Tıpkı sosyetenin bazı partilerde ortalıkta macuncuyla şerbetçi dolaştırması gibi’ desem...
‘İyi de her Allah’ın günü nostalji olmaz’ demezler mi?
Veya...
‘Bizim bilgisayar arıza yaptı da...’ desem.
‘Arızanın nerede olduğu belli’ imasıyla suratıma bakmalarından çekiniyorum.
Bakalım... Bulacağım elbet bir şey.
MIŞ-MUŞ
Başbakan Erdoğan’ın yetiştiği Kasımpaşa’da ‘Zarafet ve Görgü Kuralları Okulu’ açılıyormuş.
Neden ihtiyaç hasıl oldu dersiniz?
Aliyev, ‘Bizde devrim olmaz’ demiş.
Biz tiryakisiydik, bıraktık.
Erdoğan ‘Köşk ile atışmam’ demiş.
‘Direkt girişirim’ dermiş...
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2005
PARMAĞINIZLA yoklayıp taze mi diye bakarken bir de ‘Helal mi?’ diye soracaksınız bundan böyle. Gerçi her şeyin üstünde ‘Helal’ damgası olacak ama benim dediğim daha ziyade salatalık, patlıcan gibi şeyler... Takdir edersiniz ki adamın her sabah iki kasa salatalığı TSE’ye götürüp damgalatacak hali yok.
‘Salatalığın nesi haram olacak, içinden domuz eti çıkacak değil ya’ diyeceksiniz.
Ben öyle düşünmüyorum.
Dolmalık bibere ağır çeksin diye su enjekte eden, zeytini ayakkabı boyasıyla karartan, salatalığa da bir şeyler ediyordur mutlaka.
Diriliğini muhafaza etsin diye her gece misal votkalı suya yatırmadıkları ne malum?
Ne bileyim, olur mu olur.
‘Helal mi?’ diye soralım demem bundan.
Ha doğru cevap alır mıyız, o da ayrı mesele.
Fakat o kadar da umudum kesik değil yurdum insanından. ‘Sana gelmez yenge bunlar!’ diyecek bir vicdan sahibi manavın çıkacağına inanıyorum.
‘Bugüne kadar aklın neredeydi, bir tek gün merak ettin mi salatalığın helal olup olmadığını?’ diyebilirsiniz.
Evet ama o zaman her şeyde belirsizlik vardı. Şimdi bisküvi ‘öyle’, salatalık ‘böyle’ olmaz. Bir işi yaptınız mı tam yapacaksınız. Ben mahsulü tarladan kaldıranların abdestli olup olmadığını bile öğrenmekten yanayım.
* * *
Zaten Tintin yüzünden meleklerden oldum, bari bunu sıkı tutayım diyorum.
Duymuşsunuzdur... Köpek olan eve melek girmiyormuş. Hatta Azrail bile.
Önce Azrail’in girmemesi iyi bir şeymiş gibi geldi bana. Fakat Prof. Çeker’e iyice kulak verince Azrail’in köpeği görünce çekip gitmediğini, işini eve girmeden dışarıdan hallettiğini öğrendim. Ben benden gittikten sonra ha burnumun dibinden müdahale edilmiş, ha bahçeden...
Uzutmayayım, o gün bugündür Tintin’le aramıza bir soğukluk girdi. Gerçi o farkında değil, yine karşımda oturup gözüme bakıyor. Fakat ben dün akşam dayanamayıp ‘Meleksavar’ diye bağırdım. İyi bir şey olmadığını anladı, kalktı koltuğun altına girdi.
* * *
Meclis’e bir önerge vereyim diyorum. Bilmiyorum dışarıdan veriliyor mu ama... Bu hükümetin sittin sene başımızda kalması için bir yol bulunmasını isteyeceğim. Hayır, o káfirimsi günlere geri dönmek istemiyorum, onun için.
Kurumlar bile görevini tam olarak yapmıyormuş, gördük işte! TSE’nin şimdi aklına geldi mesela.
Bir de merak ettiğim bir husus var, onu dile getireyim diyorum.
Acaba kursaklara habire haram lokma girmesi durumu ne olacak?
İçinde iki damla alkol bulunan gıdayı ağza sürmemek suretiyle durum dengelenmiş olacak mı acaba?
Bu konuda da bir fetva veren çıksa da anlasak.
MIŞ-MUŞ
‘Avrupa’nın en zengin 50 işadamı’ listesinde iki Türk varmış.
Tahterevallideyiz adeta... Bir uçta o ikisi, bir uçta milletin geri kalanı.
Kadın, makyaj ve giyime ömrünün 2 yılını harcıyormuş.
Vallahi şoke oldum! Bunun doğrusu ‘Makyaj ve giyimden geriye kala kala 2 yıl kalıyor’ olmasın?
Yazının Devamını Oku