10 Aralık 2005
Sizi bilmem, televizyondaki gözü yaşlı kadınlar beni artık etkilemiyor. Ayıpsa ayıp...
Göre göre taş kestim bir nevi.
Hani donmaya yakın artık üşümezmiş ya insan... Onun gibi belki de.
Bakıyorum ‘Yurttan Ağlamalar Kadınlar Topluluğu’ bugün hangi kanalda...
Çekirdek çitleyerek seyredeceğim neredeyse.
*
Bunun da modası var biliyorsunuz...
Kim belirliyorsa artık...
Bugünlerde Aliye’lerin modası var.
Aliye’ler toplaşıp kanal kanal geziyorlar.
Onlar ağlıyor, millet ağlıyor.
Siz hálá Deniz Akkaya’lara ağlıyorsanız demodesiniz!
Hele Gamze Özçelik’lerde kaldıysanız bitpazarlık oldunuz demektir!
Aldatılan kadınlar için ağlamak ise ‘Eskidendi, çok eskiden.’
Dediğim gibi, şimdi Aliye’ler zamanı.
*
Hadi aldatma neyse de şiddet, tecavüz, hele hele bir çocuğun annesinden koparılması ti’ye alınacak şeyler değil biliyorum.
Fakat sizce de televizyonlarda suyu çıkarılmadı mı bunların?
Kadınlar, yaşadıklarını tekrar tekrar en ince ayrıntısına kadar anlattıkça olayların sıradanlaştığının farkında değiller mi acaba? Etkisinin azaldığını?
Herhalde amaçları karşı taraf üzerinde toplumsal baskı yaratıp yaptığından utandırmaktır, lakin bunun gerçekleştiği oldu mu hiç çok merak ediyorum.
Tersine, Pınar Dilşeker’in eşi bir maraza daha çıkardı, karakolluk oldular, bildiğim kadarıyla.
Bu konuda da mı hukukta boşluk var?
İnsanların alacağını tahsil edebilmek için çetelerden medet umması gibi, televizyonlar olmasa bu kadınlar çocuklarına kavuşamayacaklar mı?
*
Tamam, erkek toplumuyuz...
Tamam, aile içi baskı, şiddet çok yaygın...
Fakat karşımıza çıkartılan olaylara bakıyorum da... Çoğu bireysel.
Yani ‘kadınların ortak sorunu’ diyemeyiz hepsine.
Üç beş kendini bilmezin, çocukları annelerine göstermiyor olması misal töre cinayetleri gibi hep beraber çare arayacağımız dert değil bana göre.
Bazı kadınların ‘ne pahasına olursa olsun bir koca ve bir çocuk’ merakının bir neticesi yaşananların çoğu.
Aliye’lerden biri ‘Daha nişanlıyken abimi dövmüştü, bile bile evlendim’ diyordu geçenlerde eşi hakkında.
Evlenmekle kalmamış, bir de çocuk yapmış.
İyi halt etmiş!
Ne diyeyim yani...
Flört, gezme tozma falan tamam da çocuk yaparken iki kere dönüp bakmak lazım adamlara.
Tabii kadınlara da.
Zira çocuğu silah olarak kullanmada kadınların eline kimse su dökemez aslında. Bundan mustarip erkekleri bir araya toplamaya kalksak televizyon stüdyolarına sığmayabilirler.
*
Diyeceğim, ben şikáyetçiyim.
Duygularımı istismar ede ede dumura uğratmaya kimsenin hakkı yok.
Bir kere çıkıp anlatmaya bir şey diyemem ama ondan sonrası hem kendilerine hem bize zarar. Bir tek televizyonlara yarıyor, o kadar.
MIŞ-MUŞ
Kadınlara özel cami yapılacakmış.
‘Fiskos köşesi’ olacak herhalde.
Şebnem Schaffer’ın bekáret belgesini yeni sevgilisi basına göstermiş.
‘Teslim tutanağı’ olarak! Ayrılırlarken son durumu gösteren yenisini isteriz.
Sebzede marka dönemi başlıyormuş.
Ayakkabılarımız olmasa da ıspanağımız aynıydı; şimdi tam kopacağız birbirimizden!
Erdoğan ‘üst kimlik’, ‘alt kimlik’ten sonra ‘Ortak kimliğimiz din’ demeye getirmiş.
Bu da ‘‘üst’üne tüy dikmek’ oluyor zahir.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2005
GÜNDE 20 defa yalan söylüyormuşuz.<br><br>Araştırma yapmışlar... Bu demektir ki doğru konuştuğumuz yok!
Ürktüm doğrusu önce...
Fakat sonra bu yalanların öyle eski Türk filmlerindeki gibi, kötü kadınlarla adamların ‘esas kız’ hakkında ‘esas oğlan’a söyledikleri ve kızın pavyona düşmesine kadar varan felaketler zincirine sebep olacak yalanlardan olmadığına kanaat getirdim.
Korkacak bir şey yok yani netice olarak.
Hatta aslında aksi felaket olabilir.
Mesela, zaten kitabın kapağını zor açan çocuğunuza ‘Ben de zamanında sınıfın en tembeliydim’ diye gerçeği söylemenin álemi var mı?
Çocuk bir daha oturur mu masanın başına?
Hem siz atalarımızın boş konuştuğunu duydunuz mu hiç?
Onlar değil midir, ‘Kan kusup ‘kızılcık şerbeti içtim’ diyeceksiniz’ diye akıl veren?
***
Yalan, bir bakıma nezaket kurallarının bir gereğidir de.
40 yaşında olduğunu söyleyen kadına, ‘Ben sizi daha fazla tahmin etmiştim, 50 falan...’ demek için bırakın dünyanın en kaba insanı olmayı, en cesuru da olmanız gerekir ayrıca.
Elbet ‘A, hiç göstermiyorsunuz’ diyeceksiniz.
Veya yüzüne bakılmayacak kadar çirkin birinin yanında yeri geldiğinde ‘Güzellik önemli değil’ diyeceksiniz elbet.
Bu yalan değil, nezaket oluyor.
Ben ki hiç yalan söylemem (19 hakkım daha var) oturup not aldım, bir 20 de avans kullandığım çıktı ortaya.
Mükerrer olanları saymıyorum hem...
Mesela, telefon üzerinden söylenmiş olanları...
‘Vallahi kaç kere aradım kapalıydı telefonun.’
Ya da...
‘Ben de şimdi seni arayacaktım’ gibi.
Sonra işte...
‘Size saygım sonsuz.’
‘Siz daha iyilerine layıksınız.’
‘Seni gördüğüme sevindim.’
‘Ben de seni severim.’
‘Seni iyi gördüm’ler falan var.
Ki ben dobralığı biraz abartmış biriyimdir. Normal insanları merak ediyorum doğrusu.
Doğru dürüst ilişkiler kurmak için bu tür yalanlara ihtiyaç var galiba. Hayır, keşke her ağızdan çıktığında doğruyu ifade eder olsa şu yukarıdaki sözler. Ama sonsuza kadar beklemek de var işin içinde. En iyisi ağzı alıştırmak. Bir gün bakmışsınız sahi olmuş. Nasıl olsa kimseye bir zararı da yok...
Bu açıdan ‘Yaşasın yalan!’ diyebiliriz.
MIŞ-MUŞ
Atatürk’ün hangi takımı tuttuğu tartışmaları alevlenmiş.
Atatürk’ün eti, sütü bitti mi sanmıştınız?
*
Melih Gökçek, içki yasağıyla ilgili ‘İçkinin kokusu rahatsız edici’ demiş.
Bakmışsınız yarın rakının gül suyu aromalısı çıkmış!
*
Hafta sonu Türkler için dinlenmek demekmiş.
Mangal yellerken dinleniyorlar demek.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2005
BİZE de yaranılmıyor yani... Hepimizi ‘cennetlik’ yapmaya çalışıyorlar halbuki!
Ama hayır!
İlla ki günaha gireceğiz!
Buyurun o zaman!
Ona da imkán tanıyorlar.
Yalnız biraz yol yapmamız gerekiyor.
Adana’da yaşıyoruz misal!.. Osmaniye’ye kadar uzanacağız. Veya Denizli’deysek İzmir’e kadar.
Ve orada ziftleneceğiz!
Gazeteler liste yapmış... İçki yasağı olan illerle olmayanlar diye.
Tabii yasak deyince Suudi Arabistan’daki gibi değil. Yani henüz değil. Şimdilik belediye tesisleriyle kamu kurum ve kuruluşlarının sosyal tesislerinde var içki yasağı.
Fakat her yerde olsa keşke!
Yani içki ruhsatı almaya çalışan mekán sahipleri açısından söylüyorum.
Direkt ‘Yassah hemşerim’ dense, kıçını kırıp oturacak insanlar.
Fakat adeta sirk hayvanlarını eğitmek üzere belli bir mesafeden yiyeceğin habire koklatılması misali, ruhsat bir gösterilip bir çekiliyor.
Sabırla koruğun helva olduğuna inananlardansanız mesele yok!
Gidip gidip ruhsatı koklar gelirsiniz.
Yoksa öyle bir sabrınız, mekánınızı derhal muhallebiciye çevirmeniz iyi olur.
Eskiden içki satacak yerin cami ve okula belli bir uzaklıkta olması şartı vardı. Hálá var da... İlaveten yazılı olmayan şartlar da var galiba. Mesela, abartmış olmayayım ama bir gün bir görevli tarafından ‘Olmaz! Bizim Hacı Mustafa’nın evine çok yakın senin lokanta’ diye geri çevrilebilirsiniz.
***
Merak eden varsa, ben, masada Tayyip Erdoğan gibi ‘şerefe’ diye su bardağı kaldıranlardanım.
Ama aynı sebepten değil. Benimkisi tamamen tıbbi. Bünyem kaldırmıyor. Ancak şarkı söylemek ya da konuşma yapmak üzere bir topluluğun karşısına çıkacaksam gerginliğimi gidersin diye ilaç niyetine alıyorum.
Yerine başka bir şey koyabilsem ondan da vazgeçeceğim. Mesela ameliyata almadan önce hastaya yapılan bir iğne vardır... Hani o anda dünya batsa insana ‘Ne güzel batıyor!’ dedirten...
Uzatmayayım, kendim için bir şey istiyorsam namerdim!
İçkinin sadece sağlığa zararının tartışıldığı bir ülkede yaşayalım istiyorum, o kadar.
MIŞ-MUŞ
2006’da toplam 5 ay tatil varmış.
Kalkınmamız 2007’ye kaldı!
*
Hülya Avşar, ‘Evliyken daha rahattım’ demiş.
Yıl 2005, yer İstanbul, kişi Hülya Avşar... Lakin zihniyet hálá ‘Dul kadının ön eteği arka eteğine düşmandır’ zihniyeti.
*
Melih Gökçek, ‘AK Partili belediyelerde rüküşlük oluyor’ demiş.
Rüküşlüğün mana kapsamı genişledi demek... İçkiyi yasaklamaktan, heykele tükürmeye kadar gidiyor.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2005
Türkiye çalkalandı adeta. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın eşi, bir yolculuk sırasında mola yerinde, aralarında eşinin de bulunduğu erkeklerle oturmayıp ayrı bir masada yemek yedi diye. Ben bu olaydan ziyade kendimize şaşıyorum.
Ne bekliyorduk kuzum?
Yedi sülalesi kahverengi gözlü kocadan mavi gözlü çocuk doğurmayı mı?
Kimse bizi kandırmadı ki!
Kimliğini saklamadı ki!
Çağdaş-laik görüntüler umuyorduk öyle mi?
Ha, siz oy verirken, huyunu suyunu pek de beğenmediği adamla ‘Nasıl olsa değiştiririm ben onu’ diye evlenen kadınlar gibi mi düşündünüz?
Kimse değişmez!
Lahananın fasulyeye dönüştüğü nerede görülmüş?
*
Sonra bu fotoğraf başka olup biten şeylerin yanında pek de öyle büyütülecek bir şey değil.
Yani ‘memleketin bu iktidar yüzünden geldiği nokta açısından’ demek istiyorum.
Bu durum zaten ezelden beri var olan bir durum. Türkiye’nin erkek toplumu olmasıyla ilgili.
Yani AKP’den önce de böyleydi, kimbilir daha ne kadar böyle olacak.
Kadının yeri hep aynı. Başının açık ya da kapalı olması o yeri pek değiştirmiyor.
Öyle bakan eşlerinin erkeklerle aynı masada yemek yemesiyle falan da düzelecek gibi değil. Daha önceki hükümetler zamanında beraber oturuyorlar diye Türkiye’de kadının yeri pek mi farklıydı?
Beraber oturup yemek yemeleriyle zevahir kurtulmuş oluyor ancak.
*
Kendimizi bir tuttuğumuz İngiltere’de Fransa’da, sırf erkeklerin doluştuğu, içeri bir vesileyle yolu düşen kadının bakışlarla neredeyse tecavüze uğradığı kahveler var mıdır mesela?
Kenar mahallelerden bahsetmiyorum. İstanbul’un göbeğinde var bunlardan.
Hadi bunları geçelim. Pek sosyetik mekánlara gelelim. İşadamlarının bolca bulunduğu birtakım yerlere... Bir erkeğin yanında karısını göremezsiniz. Ha, kadın vardır masada, o ayrı. Ama eşler evdedir.
*
Ev toplantılarında bile kadınlarla erkekler ayrı oturur, bilmez misiniz?
Öyle haremlik selámlık olmasa da...
Ve kadınların tercihidir bu.
Erkeklerin sohbeti mahalle sınırlarını aşar zira. Memleketin olmasa tuttukları takımın ahvalinden konuşurlar hiç olmazsa. Bu da kadın kısmını açmaz. Onlar dedikodu yapacaklardır, onun için ayrılıverirler bir köşeye.
Bakan’ın eşi Semiha Yıldırım da ‘Ayrı oturmak benim tercihimdi’ dedi nitekim.
Doğrudur.
Altında hiç öyle derin manalar aramayın.
‘Aman çekemem şimdi bunların memleket meselelerini!’ demiş, gidip yandaki masaya oturmuştur.
Uzun lafın kısası...
Bu iktidarla denk düşüyoruz aslında.
O fotoğraf pek de yabancı değil bize.
Siz gazetelerde gördüğünüz gibi bellemeyin ‘kadın’ı. Gazetelerde hep uç noktada olanlar yer alıyor; Güler Sabancı’lar, Türkán Saylan’lar...
Onlar çoğunluğu temsil etmiyorlar maalesef. Ama bir gün olur inşallah!
*
Esas mesele...
Fotoğrafı çekilmeyen başka bir sürü şey olup bitiyor. Fakat birkaç kişinin dışında yazıp çizen yok.
Demek aymamız için illa fotoğraf gerekiyor.
Görmeyince ‘görmüyoruz.’
MIŞ-MUŞ
Rahmi Koç ‘Sakıp Sabancı’yı çok özlüyorum’ demiş.
Allah kavuşturmasın!
Aşkın ömrü bir yılmış.Ooo... Bazıları için geçmek bilmez!
Baykal ‘Zenci ‘alt kimlik’, peki sarışın ne oluyor?’ demiş.
Alt-üst böreği.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ‘Kamuda alkol satılmaz’ demiş.
Kamuda alkol satılmaz!
Kamuda türban takılmaz!
‘1. Kamu Savaşı’
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2005
TÜRKİYE’de kızların hayatı dört bölümden oluşur. (Tabii ki büyük şehirlerde.)<br><br>İlki, ortaokul çağlarına kadar süren ‘ana kucağı’ dönemi. Normaldir.
O yaşlarda ana kuzusu olmayacak da ne olacak insan...
İkincisi, arkadaşlara neredeyse tapılan dönem ki ana-baba adeta düşman ilan edilir bu dönemde.
Arkadaşlarla beraber dış dünya keşfedilir.
Dış dünya dediysem, ‘Amerika’nın dış politikası’ değil elbet...
Erkekler, cinsellik falan...
‘Falan’ fazla aslında. Sırf erkeklerle cinsellik diyelim.
Kadın kısmının çenesinin ilk düşüşü de bu döneme rastlar.
Anlatılır, anlatılır, anlatılır...
Konuşulur, konuşulur, konuşulur...
Ne telefonlar yeter, ne buluşmalar.
24 saat az gelir.
Zeká seviyesine göre kiminde üniversite yıllarına kadar, kiminde daha uzun sürer bu dönem.
Sonra ‘iki arada bir derede’ dönemi başlar.
Her yanı ‘kalk gidelim’ der kızların...
Ama ne yana?
Kocaya? İşe? Eve? Sokağa?
Herkes kendine göre bir şeylerin dibine vurur.
Bir tarafta çok yaşamışlık hissi, bir tarafta hálá süren hayaller...
Bıkkınlık, kararsızlık, belirsizlik...
Bir yanda koskoca bir dünya, öteki yanda... Yine bir dünya. Ama küçük, tanıdık, güvenli.
Bunalımla bu dönemde tanışılır.
* * *
Son ve en uzun süren döneme gelinir.
Bu dönemde kızlar eve döner.
Annelerin kucağına...
Annelerin kopyası olarak.
Bütün öğrenilenler, diplomalar, hayaller bir kenara bırakılarak...
Yanlarında babalarına benzeyen bir koca...
Kucaklarında annelerine sorarak büyütmeye çalıştıkları bir çocuk...
Sofralarında annelerinden öğrendikleri yemekler... Ha, annelerinin margarini olmayabilir içinde, o ayrı.
Ve hepsinden önemlisi...
Dillerinde annelerininkine benzeyen söylemler.
İster bir Anadolu şehrinde bir eğitim fakültesini bitirmiş olsunlar, ister İstanbul’un en şöhretli üniversitesini...
Fark etmez.
Kızların hepsinin birer de görünmez diploması vardır. Üzerinde ‘Anne Üniversitesi’ yazan.
* * *
Böyle sürüp gider.
Bunun dışına çıkanlar vardır elbet.
Ama yetmez.
Bu memleketi, kadınların göstermelik değil, sahiden var oldukları bir ülke yapmaya yetmez.
MIŞ-MUŞ
Deniz Seki, ‘Bir erkeği çok sevmeyeceksin’ demiş.
Bunların ayar düğmesi var herhalde.
Erdoğan, ‘Ordu en büyük güvencemiz’ demiş.
Sizin de mi?!
Parayla seks 10 yılda 2’ye katlanmış.
Kadın kısmı ya paranın değerini anladı ya da kendi değerini!
Karadeniz’de artık çocuklara Temel ismi konmuyormuş.
E, o kadar ‘Temel fıkrası’ndan sonra hálá konsaydı bu da ‘Temel fıkrası’ olurdu.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2005
BİR aşk haberi aldığımda seviniyorum doğrusu. Aşksız ilişkiler sardığından dört bir yanımızı... ‘İkisini nasıl ayırıyorsun?’ diyeceksiniz.
Haklısınız; herkes büyük aşk yaşadığı iddiasıyla çıkıyor ortaya.
Altıncı hissimi devreye sokuyorum. Sonra, tarafların geçmişini düşünüyorum; yanılma ihtimallerini hesaba katıyorum falan...
Mesela İclál Aydın’la Tuna Kiremitçi’nin ilişkisini duyunca mesai yaptım biraz. Ve dedim ki bu ikisine ‘aşk’ yakışır. Başka türlüsü olmaz.
Zaten Kiremitçi’nin yazdıkları olmasa yüzü bas bas bağırıyor.
‘Ben duygusal adamım, áşık olurum!’ diye.
Ki dedikleri de var. Bir zamanlar kendisiyle yapılan bir röportajı okuduktan sonra ‘Vay be böyle seven erkekler de var demek!’ diye düşünmüştüm.
Gerçi ne dediğini şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama düşündüğüm buydu.
Fakat aşk dediğiniz kızamık değil, insanın başına bir kere gelecek diye bir şey yok!
İyi ki de böyle. İnsanı bulutların üstüne çıkaran daha kuvvetli bir duygu yok şu hayatta. Keşke ha bire áşık olabilsek.
Hele sevgili İclál’in deyimiyle ‘iki edebiyatçı’ arasında olunca daha da bir hoş oluyordur herhalde.
Diyaloglar açısından en azından.
Bakın İclál’in ilişkilerini itiraf etmesi bile bir başka.
‘O karısından ayrılmış ben de kocasından ayrılmış edebiyatçılardık.’
Şimdi iki muhasebecinin aşkı olsaydı bu, ‘İkimiz de boşanmıştık’ der geçerdi iki taraftan biri.
Halbuki edebiyatçı olunca...
‘O karısından ayrılmış ben de kocasından ayrılmış edebiyatçılardık.’
Zannedersiniz bir ilişkiye değil de beraber bir romana başlıyorlar, bu da romanın ilk cümlesidir!
Zamane edebiyatçıları çok yaratıcı.
Vallahi.
Mesela Çetin Altan da eşinin ölümünden sonra bir yazarla, Solmaz Kámuran’la hayatını birleştirdi ama ‘Biz iki edebiyatçı’ demeyi akıl edemedi.
***
Bu aşkın sıradan insanların aşkına benzeyen bir tek tarafı var, o da ‘sözcü’lüğü her zamanki gibi kadının üstlenmesi. Bir de ipler genelde olduğu gibi yine kadının elinde.
Kiremitçi’nin kitap ilanında giydiği kıyafetleri ve gözlükleri bile İclál seçmiş.
Aslan İclál!
Bir nevi ayağına basmış oluyor damadın.
Bakın bir de nereden anladım bu aşkın sahiciliğini...
İclál’in ‘İkimizin de gamzeleri var, ne güzel değil mi?’ demesinden.
Yıllar önce, yeğenim 3-4 yaşlarındayken anaokulundaki arkadaşına áşık olduğunu söylediğinde ‘Nesini sevdin?’ diye sormuştuk da ‘İkimizin de botları kırmızı’ demişti, hiç unutmam.
‘Eeee?’ diyeceksiniz.
Tuna Kiremitçi diyordu ki geçenlerde... ‘Áşık olunca yeniden çocuklaştığımı hissediyorum.’
Ben de İclál’in çocuklaştığını hissediyorum işte, daha ne olsun?
Son olarak...
Vallahi benim bir suçum yok!
Çok aranmış kızımız. Çanak tutmuş adeta, dayanamadım. Neyse, onun hoşgörüsü de fazladır bugünlerde...
MIŞ-MUŞ
Film için yapılan zikir provasını polis basmış.
Allah Allah! Öğretmen falan sandılar herhalde içeridekileri!
*
Yeni kurulacak üniversite sayısı 25’e çıkarılıyormuş.
İstedikleri kadar artırsınlar ana-babaların üretim kapasitesini karşılayamazlar.
*
Erdoğan ‘İçki ruhsatı alamayan bize gelsin’ demiş.
Kimdir bu zındıklar diye yakından bakacak zahir!
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2005
VAR mı başlığa itirazı olan? Tamam, kış biraz daha sürecek, sonra ilkbahar var falan ama yaz da önümüzde netice olarak. Yemin etsek başımız ağrımaz.
Böyle ara sıra kendime gaz veriyorum. Yazı kıştan daha çok sevdiğimden...
Artık hakikaten önümüz yaz olduğundan mıdır, yoksa bu sabah sağ tarafımdan kalktığımdan mıdır... Belki de gazı fazla kaçırdım. Her neyse... Önümüzün mecazi anlamda da yaz olduğuna dair birtakım ipuçları bulup çıkarayım diyorum.
Mesela...
Picasso sergisini gezebilmek için, İstanbulluların çoluk çocuk Sakıp Sabancı Müzesi’nin önünde kuyruk oluşturduklarını ve içeriye girebilmek için saatlerce beklediklerini duyunca ‘Önümüz yaz’ diye düşünmeden edemiyor insan.
Bugüne kadar ‘kuyruk’ neydi bizim için?
Bir zamanlar tüp kuyruğu, yağ kuyruğu...
Her daim maç kuyruğu, SSK hastanelerinde hasta kuyruğu, bankaların önünde maaş kuyruğu, ramazan pidesi kuyruğu.
Buradan resim sergisi kuyruğuna atlamak az şey değil takdir edersiniz ki...
***
Başbakan Yardımcısı Şener’in şu ifadesi mesela:
‘Toplumda iki farklı yaşama biçimi var. Şarap veya içki nedir? Bir kesimin hayatının bir parçası; bir kesimin de hiç yaklaşmadığı bir nesne. Türkiye’nin bu meseleyi aşması, farklılıklarını sevmesi lazım. Türkiye’ye yapılabilecek en büyük iyiliğin bu olduğuna inanıyorum.’
Bu da ‘Önümüz yaz’ dedirtiyor.
Fakat diyeceksiniz ki, ‘Türkiye’nin böyle bir sorunu yoktu; belediyelerin getirdiği içki yasağı falan derken meseleyi kendileri yarattılar.’
Haklısınız.
Fakat hemen şunu hatırlatayım: Allah, sevindireceği kuluna, eşeğini önce kaybettirir sonra buldururmuş.
Netice olarak sevindik işte!
***
Ece Temelkuran anlatıyor Milliyet’te.
Yüksekova’nın bir köyünde, İzmir’de okumuş bir öğretmenin dediklerini...
‘Ben dönmek isteyenlerden değilim. Müthiş seviyorum burayı (...) O kadar kıymetli ki bu çocuklar. Öyle derinden bir dil kurduk ki onlarla. Bazen biri geliyor, durup dururken öyle bir sarılıyor ki... İnsan nasıl gitmek ister buralardan? Daha güzel ne olabilir dünyada?’
Yine ‘Önümüz yaz’ işte!
***
Cımbızla da olsa bulup çıkardım bir şeyler. Ara sıra yapmak lazım.
MIŞ-MUŞ
Michael Jackson, Müslüman olmaya karar vermiş.
Böylece değiştirmediği bir şeyi kalmıyor.
*
Erdoğan, Samsun’da yaptığı konuşmada yine ‘alt kimlik’i savunmuş.
‘Memleket nere?’ out
‘Alt kimlik ne?’ in.
*
Ecevit dinçleşmiş.
Başbakanlık dönemindeki o yatmaları, işten kaytarmak içinmiş demek!
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2005
ATLADIĞIM bir sürü şey oluyor...<br><br>Bunu da atlamışım nitekim. Manukyan’ın önemini.
Neyse ki şu film hadisesi çıktı da ortaya...
Aslında kuraldır; sağlığında kimsenin kıymeti tam olarak bilinmiyor. Fakat şu son günlerde okuduklarımdan anlıyorum ki Manukyan konusunda kurala uyan bir ben varmışım.
Biliniyormuş değeri. Hatta o günlerde hayatını anlatan bir film çekilmesi gündeme gelmiş ki ‘Beni Nurseli İdiz oynasın’ demiş Manukyan.
Fakat rol Hülya Avşar’a verildi. İsabet oldu diyeceğim.
Zira Hülya Avşar zaten Manukyan’a benziyormuş. Kendi ifadesi bu.
Demek ortada ‘biçilmiş kaftan’ durumu var.
Gerçi ben nelerinin benzediğini tam anlayamadım. Halbuki kızcağız uzun uzun izah ediyor. Fakat işte bu gayrete rağmen...
‘Çok çalışkandı, ben de çok çalışkanım’ diyor mesela.
Bilmiyorum, iki insanın birbirine benziyor olmasını sağlar mı bu?
Hani ‘aynı güneşte çamaşır kurutmak’ gibi bir şey bana sorarsanız.
Fakat sırf bu değil tabii... Başka benzerlikleri de sayıyor...
‘O da benim gibi hiç vergi kaçırmıyordu.’
Bu açıdan bakınca İbrahim Tatlıses de kaç defa vergi rekortmeni oldu. Bilmiyorum... Yarın çıkıp ‘Manukyan’la çok benziyoruz’ diyebilir o da.
Hatta belki bundan sonra en yüksek vergi ödeyenler listesini ‘Manukyan’a benzeyenler’ başlığı altında verirler.
Fakat şu benzerlik için bir şey diyemeyeceğim. Yazının başında da belirttiğim gibi hakikaten atlamışım zira bu hususu.
‘İnsanların hayata farklı bir pencereden bakmalarında rol oynama’ hususunu...
‘O zaman atladın da şimdi anladın mı?’ diyeceksiniz...
Utanarak cevap veriyorum, hayır!
Hálá ne pencereyi ne rolü kavrayabilmiş değilim. E, vermeyince Mabud, neylesin Mahmut?
Ama Hülya Avşar’ın, olaylara başka bir pencereden baktığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Yani ben bile farkındayım bunun.
Misal, ‘Erkeğin çaktırmadan çapkınlık yapmasında bir sakınca olmadığı’ penceresinden daha önce kimse bakmamıştı.
Dalga filan geçmiyorum.
Daha önce duymuş muydunuz kimseden?
Çünkü kimsede o cesaret yok. Hülya Avşar’ın en çok bu yanını seviyorum. Topluma örnek olmalıyım endişesiyle aslında inanmadığı fikirleri savunmaya kalkmıyor. Ne düşünüyorsa cesurca ifade ediyor.
Bir yandan da sürüden ayrılmak suretiyle dikkati çekmek istiyor da olabilir tabii.
Neyse... Hiç olmazsa dedikleriyle yaptıkları birbirini tutuyor.
Yalnız ben sevgili arkadaşımın ara sıra bildiğimiz doğrama ve camdan müteşekkil pencereden de bakmasını arzu ediyorum doğrusu. Biraz hava almasını...
Nazi subayına döndü vallahi.
Disiplin, disiplin... Nereye kadar?
Gerçi bizim için bir sakıncası yok. O halinden memnun olduktan sonra...
Benimki sadece insanın lezzetli bir şey yerken yanındakine ‘Şunun ucundan alsana azıcık’ demesi gibi bir şey.
MIŞ-MUŞ
İstanbul Emniyet Müdürü Cerrah, ‘Tabanca sesi huzur verir’ demiş.
Eczacıların grip salgınına sevinmesi gibi o da silah sesi duyunca ‘İş çıktı’ diye seviniyor zahir.
Adalet Bakanı, ‘Mahkûmları besleyemiyoruz’ demiş.
Bay Netekim, ‘Asmayalım da besleyelim mi?’ derken ileriyi görmüş demek!
Deniz Akkaya, bir kadının adım adım güzelleşmesini konu alan çekimler için makyajla çirkinleştirilmiş.
Kendisinin gerçek ‘adım adım’larından yok muymuş arşivde?
Yazının Devamını Oku