29 Ekim 2005
Attilá İlhan’ın ardından hemen herkes aynı şeyi söyledi:<br><br>‘Gençliğimizde sevgililerimize onun dizeleriyle seslenirdik.’ Sahi... Bir zamanlar sevgiliye şiirler yazılır, o yetenek yoksa Attilá İlhan’lar imdada yetişirdi.
Gerçi benim en delikanlı çağımda bile başıma gelmedi ama ben istisnayım. Bu devirde tam tersine... İlişkisine şiir karıştıranlar istisna galiba.
Şimdi gençler şarkı sözleriyle ilgili daha ziyade. Yani şiirleriniz dile düşsün istiyorsanız, önce siz bestecilerin peşine düşeceksiniz.
Ve aklınızda bulunsun, ‘Sevgilinin adını mıh gibi aklında tutmalar’ falan olmayacak içinde. Örnek olsun diye iki dize karalardım şimdi şurada ama mazeretim var, kabiliyetsizim. Onun yerine temayı vereyim, siz şiirleştirin.
Misal ‘mıh gibi aklında tutma’ yerine ‘Hoca yaaa, benim geçen yaz Bodrum’da arakladığım esmer kızın adını hatırlıyor musun?’ var artık.
Devamı şöyle:
‘Bu aralar boştayım da biraz takılayım diyorum.’
Bu, ‘Ben sana mecburum’a tekabül ediyor. Fakat kimsenin hakkını yemiş olmayayım; felsefi yanı ağır basan ürünler de çıkmıyor değil.
Mesela ‘Asabiyetten tırlatıyorum / Aklımı baştan fırlatıyorum / Seni öpmenin felsefesini anlat’ gibi şeyler.
Son yıllarda şiir yazmıyormuş Attilá İlhan...
Artık kimsenin şiire ihtiyaç duymadığını görmüştür.
Bekaretin tekrar moda olduğunu yazıyordu geçen gün gazete... Bakarsınız aşk da moda olur ardından. Şiire yeniden ihtiyaç duyulur. ‘İnsan’dan umut kesilmez.
Çocuk çocuktur!
AB bu işlere bakmıyor değil mi?..
Kendi kendimize düzeleceğimiz de yok...
Halbuki her şeyin temelinde bu sorun yatıyor olabilir.
Ana-baba-evlat ilişkisinden bahsediyorum. Hadi babalar bir derece de analar asla Avrupalı olamayacaklar belli. Analık hali buna mani zira diyeceğim ama Hollandalı, Fransız, Alman anneler ana değil midir diye de bir soru geliyor akla. Türkiye’de çocuğunun büyüdüğünü kabul eden bir anneye rastladınız mı bilmiyorum. Ben rastlamadım.
Dahası çocuğunun kafasının içinde bir beyin taşıdığına inanan anne de yok.
Onlara sorarsanız çocukları kaç yaşında olursa olsun müdahaleye muhtaçtır!
Tamam, beşikten mezara kadar annenin sıcaklığına ihtiyaç duyulduğu doğrudur da bu sıcaklık her an ensede nefes hissetmek şeklinde olmamalıdır. Diyorum.
Şebnem Scheffer’in annesini gördük... Bir tek yatağa ayrı girmişler anlaşılan. Fakat keşke üçü beraber uyusalarmış; kızın kirli mi temiz mi kaldığı hususu tam netlik kazanmadı zira. Anne bizi iyice bir aydınlatırdı hiç olmazsa.
Tövbe tövbe...
Ama dediğim gibi, bütün annelerde var bu potansiyel. Bazılarına çocukları için vermiyor sadece. En son ‘Ben Aliye’yim’ diye ortaya çıkan Pınar Dilşeker’le ayrıldığı kocasının, 1,5 yaşındaki oğullarını paylaşamamaları hikayesinin altından da bir anne çıktı. Damat, ortalığı kaynanasının karıştırdığını iddia ediyor.
Anneler ellerinde önce mama, sonra reçelli ekmek, sonra portakal suyu, en son da akılla koşuyorlar çocuklarının peşinden demek!
Neyse ki biz üç kardeş paçayı kurtardık. Yok, annemin istisna olmasından değil. Bizi dondurmuş olmasından.
Üçümüzü de üç yaşında dondurdu annem. İşin mama kısmında kaldık anlayacağınız. İlaveten çarpılırız diye prizleri elletmiyor falan...
Geldik gidiyoruz, erkek mevzuuna girmedi henüz. Bu da bir şans tabii bizim için.
MIŞ-MUŞ
Baykal, sahne yasağının kaldırılması için para istediği iddiasında bulunan Bülent Ersoy’a 300 bin YTL’lik tazminat davası açmış.
Eninde sonunda Bülent Ersoy’dan Baykal’a bir para akışı olacak yani.
Abdullah Gül ‘Türkiye’de herkes gibi rektörler de hesap verir’ demiş.
Ve bu hesap verme işine de hep ‘birileri’ karar verir.
Yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde aşırı sağ ‘tehdit’ olmaktan çıkarılmış.
E, normaldir; zaten neticeye varmışsanız artık kimi tehdit edeceksiniz...
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2005
BAZEN önümüzdeki káğıda gelişigüzel bir şeyler karalarız hani... Anlamsız şekiller...
Motifler...
Ya da insan, araba, kuş, ağaç, ev...
Ne biçim bir ev çizersiniz böyle zamanlarda?
Çocuğunuz resim defterini uzatıp ‘Bana bir resim yapar mısın’ dediğinde veya... Ne gelir aklınıza?
Ben hep aynı şeyi çizerim.
Üçgen çatılı, bacasından duman çıkan tek katlı bir ev...
İki pencerenin ortasında bir kapı...
Evin arkasından geçen çit, çitin önünde ağaçlar...
Arka planda dağlar...
Kıvrıla kıvrıla eve varan yol...
Bahçede köpek kulübesi...
Daha bu manzaradan başka bir şey resmettiğim görülmemiştir.
Şu meşhur ‘Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?’ sorusunun muhatabı ben olsaydım, ‘Evet’ der, bu resmi uzatırdım.
***
Dikkatinizi çekiyordur... Son günlerde yeni yapılmakta olan ‘site’lerin boy boy reklamları yer alıyor gazetelerde. Hatta içlerinde ‘mutluluğun resmi’ olarak sunulanlar da var.
Fakat neredeyse tamamı, yeryüzünde değil de Ay’da kuruluyor hissi yaratıyor insanda. Birinin tepesinde UFO geziyor hatta.
Buna rağmen galiba ‘ev’ deyince benim aklıma gelen geliyor herkesin aklına ki hiç olmazsa isimlerin hislerimize tercüman olmasına gayret ediliyor. Hiç ‘Mars gökdelenleri’ olanına rastlamadım mesela...
Daha ziyade ‘Kuş Yuvaları’, ‘Böğürtlen Evleri’, ‘Meşe Palamudu Konutları’ gibi şeyler...
‘Kuş yuvasında oturuyorum.’
İnsanın kulağına hoş geliyor. Bir yandan yemin etse başı ağrımaz; aşağıdan bakınca 18. kat kuş yuvası gibi görünebilir hakikaten.
Sonra 8 katlı ‘Konak’lar var...
Gerçi konak dediğiniz büyük olur ama 8 katlısı görülmemiştir herhalde... Fakat ne yapsınlar; ‘Apartman’ deseler ne duygularımıza ne hayallerimize hitap edecekler.
Kısacası, düşlerle gerçekler paçal edilmiş oluyor bir nevi.
Fakat beni kesmez, kesmiyor!
Ben her zaman çizdiğim resimdeki evin tıpatıp aynısını istiyorum. Ama hiçbir müteşebbis kalkışmaz tabii. Bilmiyorum belki resme yeteneğim olmadığından tabloyu büyütüp içine ‘fitness center’, ‘squash kortları’, ‘alışveriş merkezi’ falan katamadım hiçbir zaman.
E, kim talip olur bunlarsız eve?
Türk insanının bunlarsız yaşayabileceğini tahayyül edebiliyor musunuz?
Tarih yazmış mı?
***
Şaka bir yana, özetle şunu demek istiyorum:
Kırlara koşuyoruz... İyi hoş.
Fakat orada yine şehirler yaratıyoruz...
Yine komşularla dip dibe, alt alta, üst üsteyiz.
Günün her saati boş sosyal tesislerde olsa olsa korku filmi çekilebilir...
Yeşile yine balkondan dürbünle baksak yeridir...
E, ne anladım bu işten?
MIŞ-MUŞ
Bekáret yeniden moda olmuş.
Üç çocuğa rağmen koşup diktirenler olur vallahi!..
*
Ramazanda estetik ameliyatlarda patlama olmuş.
11 Ayın ‘Gergin’i.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2005
TÜRKÜ yarışması ve ben...<br><br>Üstelik jüri üyesi olarak... Bu piyasadaysanız büyük konuşmayacaksınız. Piyasa dediğim, müzik, televizyon, sinema, basın dünyası. Bunlardan birine burnunuzu soktunuz mu artık ‘Bir demet maydanoz’ oldunuz demektir. Bundan böyle her şeyin üstüne konmanız kaçınılmazdır.
Onun için kimseyi ayıplamayacaksınız.
‘Her taşın altından çıkıyor.’
‘Ne anlar bu işten’ falan demeyeceksiniz.
Sizin de aynı duruma düşmeniz an meselesidir.
Ben düştüm nitekim.
Bir bakıyorum oyuncuyum, bir bakıyorum sunucuyum, bir bakıyorum jüri üyesiyim, şuyum, buyum.
Teklif getirenlere ‘Ne alaka?’ diye sorası gelmiyor insanın. Bu soruyu başkaları arkanızdan dedikodu yaparken soruyorlar.
‘Uygun gördüklerine göre bir bildikleri vardır’ diye mi düşünülüyor artık, yoksa zaman içerisinde iyice havaya girip ‘Dikiş de dikerim, Ay’a da giderim, memleketi de yönetirim, gerekirse ameliyat da yaparım’ gibi bir hisse mi kapılıyor insan.
Allah sonumuzu hayır etsin; ileride malum hastanelerden birinin bahçesinde ‘Ben cumhurbaşkanıyım, padişahlık etmişliğim de vardır, aynı zamanda peygamberim’ diye dolaşmak da var.
***
Gelelim benim jüri üyeliğime...
Bilmiyorum, ‘Kanal D’de her salı akşamı canlı olarak yayınlanan ‘Bu Toprağın Sesi’ isimli yarışma’ diye açıklamada bulunmama gerek var mı?.. Seyrediyor olduğunuzu umuyorum. Hiç olmazsa rastgelmiş olmalısınız.
Gerçi biz programı sizden saklamaya çalışıyoruz(!) Yani ‘Hiç rastlamadım’ deseniz şaşırmam. Üstelik program amacına ulaşmış olur(!) Dediğim gibi niyetimiz programı size çaktırmadan sürdürüp, nihayetlendirmek(!)
Fakat içinizde ‘uyanıklar’ varsa o da onların başarısıdır artık.
Yani demek istiyorum ki, program gece yarısı başlayıp sabaha karşı bitiyor. Bunda Beyaz’ın sunucu oluşunun bir payı var mı bilmiyorum. Kanal, ‘Seyirci Beyaz’ı gözünden uyku akmadan seyretmeye alışık değil’ diye düşünüyor olabilir.
Ya da çarşamba akşamına kaydırmak istiyor olabilirler programı... Hepimizi alıştıra alıştıra, yavaş yavaş yapacaklar bunu zahir. Her hafta biraz daha sarka sarka bir bakmışız çarşamba akşamı makul bir saate oturmuşuz! Hadi bakalım, inşallah!
***
Bir kez daha jüri üyeliğim konusuna geliyorum... Fakat yerim bitti. Bu durumda şu kadarını söyleyeyim, herhalde ben de senelerin ses sanatçısıyım di mi? Hiç olmazsa detone olduğunu anlarım birinin... İyi okuyanı, kötü okuyanı ayırırım. Gerçi benim ‘detone’ dediğimi halk birinci seçti geçen hafta, o ayrı konu.
Sizlere jüri üyesi arkadaşlarımdan da bahsetmek istiyordum aslında.
Jürinin başı, hocaların hocası, ustaların hası, yarışmacı evlatlarının babası, orada bulunuşu en anlamlı Arif Sağ’dan...
Bencileyin maydanozgillerden Ali Atıf Bir’den...
Halkın bizi takmadığını baştan kavramış ve kabullenmiş olduğundan arada mikrofon arıza yapıp öttüğünde bile otomatik olarak ‘Bayıldım’ diyen Levent Kırca’dan...
Bir dahaki sefere uzun uzun anlatırım inşallah.
MIŞ-MUŞ
Ramazanda dilenci sayısında patlama olmuş.
‘Aç açın halinden anlar’ diye düşünüyorlar herhalde.
Sağlık Bakanı Recep Akdağ, 6. kez baba olmuş.
Bu devirde... Olsa olsa ‘Hastaneler hazır elimizin altındayken’ fikriyle olmuştur.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2005
İBRAHİM Tatlıses’in bir süredir Bugün Gazetesi’nde bir köşesi olduğundan haberiniz vardır... Gazeteyi alıyor olmanız şart değil bilmeniz için... Ben mesela okumadım henüz; fakat neredeyse her yazısından haberdarım. Diğer gazetelerdeki yazarlar köşelerine alıp yorumda bulunuyorlar zira.
Geçen cuma günü hem Mehmet Barlas’tan hem Ahmet Hakan’dan, Tatlıses’in kadınlar hakkındaki düşüncelerini öğrendim mesela.
Sürpriz bir durum yok.
Tatlıses bildiğimiz Tatlıses. Ki normali de budur. Olması gereken... Zira o köşeye buyur edilişinin nedeni ‘Bildiğimiz İbrahim Tatlıses’ oluşudur zaten.
Tatlıses’i bunca yıldır zirvede tutan şey sadece sesi midir?
Sivri dili, çıkışları, arada saçmalamaları değil midir biraz da?
Kabul edelim, ilginç adamdır İbrahim Tatlıses. Ve onu ilginç yapan şey bazılarımıza aykırı gelse de her fırsatta dile getirdiği fikirleridir.
E, şimdi kalemi eline alınca başka biri mi olacak?
Elbet, ‘Yemek tuzlu olduğunda tabağı kafasına fırlattığımız’ diye tarif edecek kadını...
Aksi halde o köşede işi ne?
‘Kadınlar çiçektir’ diyen çok adam var.
Hem, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan kaç kişi var bu memlekette sorarım size?
Onun dediklerine itiraz edenlerin gönül penceresinden içeri bir bakmak isterim doğrusu. Yani gizliden gizliden sanılandan fazla erkeğin, hatta kadının hislerine tercümanlık ediyor olabilir Tatlıses.
* * *
Hülya Avşar ile İbrahim Tatlıses’i çok benzetiyorum.
Hülya Avşar da ‘Erkektir, aldatır’ dediği için bu kadar başarılı belki de. Bir sürü dergi sapır sapır dökülürken Hülya Dergisi ömrünü sürdürüyor misal. Her seferinde köşesinde bugünün kadınının söylememesi gereken bir şeyi söylüyor olmasından belki de.
Uç noktalarda olacaksınız. Tarihe geçenler her zaman marjinaller olmuştur. Ha, yalnız devir değişmiştir, marjinallik kadının dövülesi ve aldatılası varlıklar olduğunu ifade etmekten geçmektedir, o başka.
* * *
Netice olarak gazetelerin tiraj alması gerekmektedir.
Bunun da Oxford’da okumuş adamlarla olmayacağına kanaat getirdi herhalde yöneticiler. Hiçbiri aptal değil. Okurun nabzını tutuyorlardır elbet.
Hem siz başka yazarlardan beklenen nedir zannediyorsunuz?
Güldürmeyin beni.
İbrahim Tatlıses’in yazılarına başka köşelerde rastlamamızın nedeni de budur zaten. Ve başka köşelerde yer almayı başarabildiği için Tatlıses açısından da olay bitmiştir, maya tutmuştur. Herkesin karşılıklı birbirine faydası vardır anlayacağınız.
‘Bu mudur’ derseniz...
Bu bir savunma değil, tespit yazısıdır.
MIŞ-MUŞ
Gülben Ergen, ‘Hülya dahil rakibim yok’ demiş.
İşi gücü bıraktı demek.
Vehbi Koç pulu 70, Sakıp Sabancı pulu 60 kuruşmuş.
Sabancı halka yakınlığını sürdürüyor!
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2005
Sabah gözünüzü açıyorsunuz. İyi uyumuşsunuz. Sağlığınız yerinde.
Güneş pencereden süzülüyor.
O gün yapacaklarınızı aklınızdan geçiriyorsunuz. Öyle gönüllü olmadığınız işler, zorunlu tatsız görüşmeler falan yok.
Kalkıp su ısıtıcısının düğmesine basıyorsunuz.
Kapıdan gazeteleri alıyorsunuz.
Bugün kahvaltıda fazladan sahanda sucuk bile yiyebilirsiniz.
Keyfiniz yerinde yani.
Fakat mümkün değil.
Süremez.
Buyurun sinirinizi bozan bir haber!
ABD’de savaş aleyhine gösteri yapan ninelerden 18’i tutuklanmış.
Şimdi diyeceksiniz ki ‘Maşallah! Bu kadar duyarlılık...’
Duyarlılıktan falan değil... Ne yalan söyleyeyim, 18 ninenin tutuklanması sahanda sucuktan vazgeçiremez beni.
Milletçe şerbetliyiz zira. Bırakın gösteriyi, marketten domates almış dönerken tutuklanmanın tuhaf sayılmayacağı topraklarda yaşıyoruz.
Benim sinirimi bozan şey, tamamen şahsi bir mesele.
Haberde diyor ki: ‘Yaşları 49 ile 90 arasında değişen savaş karşıtı ninelerden oluşan göstericilerin 18’i tutuklandı.’
49 yaş ve ninelik öyle mi?!!
Aslında ‘sinir olmak’ yerine ‘oha olmak’ daha uygun ama ‘nine’liğe yakışmaz!
‘Aşk’ın fotoğrafı
Gayet hoş tabii.
Estetik.
Yeşim Salkım güzel kadın.
İlker İnanoğlu yakışıklı adam.
Kıyafetleri çok şık.
Bakışları, duruşları etkileyici.
Birbirlerine de çok yakışıyorlar.
İsabetli beraberlik yani.
Güzel fotoğraflar çıkmış doğrusu ortaya.
Bence değerlendirilmeli bu fotoğraflar.
Artık İlker İnanoğlu’nun saati mi olur, gömleği mi tanıtılan... Yoksa Yeşim Salkım’ın deri pantolonu mu...
Hakikaten değerlendirmek lazım.
‘Aşkın fotoğrafı’ olarak kalırsa yazık olur!
MIŞ-MUŞ
Baykal ‘Eski solcular önce sağcı, sonra yağcı oldular’ demiş.
Baykal İzmir depremi için ‘İlahi uyarı’ demiş.
İlk söylediğinin ilk bölümü doğru galiba.
‘Dünyanın 100 entelektüeli’ listesinde Orhan Pamuk’la Kemal Derviş de varmış.
Zaten dışarıda bir şey olmak istiyorsanız içeriyle arayı bozacaksınız.
Anavatan Partisi’nin logosu değişmiş. Hep böyle olur; önce logo değişir, sonra... Sonra yine logo değişir.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2005
Ki 78 yılda yok sayılır.<BR<BR>Yani bütün tantana aslında olmayan bir şey içinmiş. Okumuşsunuzdur...
Almanya’da yapılan bir araştırmada, insanın ortalama 78 yıllık hayatı boyunca sadece altı haftayı sekse ayırdığı ortaya çıkmış.
Hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olur.
Altı haftayı az bulmaktan ziyade, bu altı haftanın bizi dört bin elli altı hafta meşgul etmesini çok bulmaktan...
Ben şahsen 8 yıllık yazı hayatımın 7 yılını bu konuya ayırmışımdır mesela.
Durumumuz ‘Konuşmak bir ömür sürer sevişmek bir dakika’ şeklinde özetlenebilir demek.
Fakat çok da tuhaf değil. Misal, bir atlet sadece birkaç dakikada koşup bitireceği 100 metre koşusu için senelerce antrenman yapabiliyor.
Farkındaysanız bir çıkış noktası arıyorum. Dört bin elli altı haftaya bir máná katmaya çalışıyorum.
* * *
Bulaşık ve ütüye seksten fazla zaman ayırıyormuşuz.
En ağırıma giden bu oldu.
36 hafta.
Enteresan olan seksin tersine bu konuda kimsenin tek laf etmemesi.
Bulaşıkla ilgili kimin ağzından ne duydunuz... Birkaç damla sıvı deterjanla dağ gibi bulaşığın yıkanmasından başka...
Diyeceğim, kendimizi ha bire sevişiyoruz zannediyorduk, oysa ha bire bulaşık yıkayıp ütü yapıyormuşuz.
* * *
Bu altı hafta ‘brüt’ üstelik...
Altı haftayı da ayrıca büyüteç altına alsalar görecekler...
Bir kere bir haftası kadın kısmının tam o esnadaki ahret sualleriyle geçiyordur eminim.
‘Beni seviyo musun?’
‘Ne kadar seviyosun?’
‘Sonra sinemaya gideriz di mi?’
‘Annemi de seviyosun ama di mi?’
Olaydan kopup ‘Senden gelecek hayrı kendim tesis ederim’ diye banyoya koşan erkek vardır.
Bir de artık ‘kayıt’ meselesi var biliyorsunuz... Sevişmeler ana-babalarımızın sevişmesi gibi değil. Teknoloji girdi işin içine. Erkeklerin aniden ‘hatırasever’ olmalarından mıdır artık... Yoksa sürprizi sevmelerinden mi... Ki bir tek kameraya el sallatmaları eksik.
Her iki halde de işin orta yerinde kalkıp birtakım düğmelere, tuşlara falan basmaları gerekiyor tabii.
Düşün bunları altı haftadan, ne kalıyor?
Netice olarak ‘aslında sevişmiyoruz’ denilebilir.
MIŞ-MUŞ
Yeşim Salkım’la İlker İnanoğlu ‘Bebek istersek evleniriz’ demişler.
Artık bebeği çocuklarından isteseler iyi olacak.
Beşiktaş’ta ‘Çalımbay devri’ bitmiş.
Darısı bütün kulüplerimizdeki ‘Çalım devri’nin başına!
Kuş gribi Yunanistan’a gitmiş.
Neyse ki kuş gribi; kaplumbağa gribi olsaydı daha Edirne’ye varmasına yıllar vardı.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2005
İSMİ lazım değil, bir zamanların ‘seksi’ olarak anılan kadınlarından biri... Şarkıcılık da yapmıştı galiba ama esas işi oyunculuktu.
Ama ‘bir filmini söyle’ deseniz çıkartamam.
Beyazperdeden ziyade basında yer alan oyunculardandı.
Sokakta rastladım geçenlerde... Şarkıdaki gibi, ateşe benzerken küle dönmüştü.
Ama çok hoşuma giden bir şey gözlemledim aynı zamanda.
Kadında acıklı çırpınıştan eser yoktu.
Nedir acıklı çırpınış?
Genç görünme telaşı. Ve de güzel tabii.
Ki bir zamanlar erkekleri etrafında fır döndüren kadınlar için o günlerin geride kalmış olması zor kabullenilir bir durumdur.
Uzatmalar için ne mümkünse yapılır.
Olmaz gerçi... Komik kaçar. Ama yapılır işte.
Fakat kahramanımız hiçbir yolu denememiş.
Ne estetik...
Ne makyaj...
Ne giyim kuşam...
Parasının çok olduğu da söyleniyor oysa.
Bir kazak, bir pantolon... Bir elinde market torbası, bir elinde sigara... Sakin, huzurlu bir yüz ifadesi...
Aferin dedim.
Ummazdım doğrusu. Çünkü güzelliğinden başka silahı yoktu bildiğim kadarıyla. Çoluk çocuğu falan da yoktu, kendi kendiyle haşır neşir olmaktan alıkoyacak.
Kimse hakkında önyargılı olmayacaksınız demek.
Kadın hazmetmiş işte.
Hiç ummadıklarımızsa delirebilirler bakarsınız...
* * *
Bu kadarla konuyu bitirseydim ya kafamda...
Ama hayır!
Kadın hakkında yorum yapmaya devam ediyorum.
‘Kim inanır bu kadının bir zamanlar yataktan çıkmadığına?’
Hoppalaaaa!
Nereden biliyorum kadının bir zamanlar yataktan çıkmadığını?
Az önce ‘önyargılı olmayacaksınız’ diyen ben değilim sanki.
Ama benim kabahatim yok.
Kadının imajı buydu. Belki de bilerek, isteyerek yarattığı...
İyi yaratmış doğrusu.
Hálá silinmediğine göre...
Hem de ben yaratılmak istenen etkinin tam tersine koşullananlardanımdır.
Buna rağmen kadını ‘yatak böceği’ yaptım işte.
Sahi hangisidir ‘yatak böceği’ kadın tipi?
Diliyle dudaklarını yalayanlar mı?
Tam tersine, onların cinsellikle ilgili bir problemi olduğunu düşünüyorum.
Tıpkı diline vurmuş erkeklerin aslında iktidarsız olduğunu düşündüğüm gibi.
Ya da anacığımın ‘Çok fazla dürüstlükten, namustan söz edenlerden korkacaksınız’ dediği gibi.
Parayla imanın kimde olduğu belli olmaz derler; ben bir de ‘yatak böceği’ olma durumunu, hadi bilimsel dille ifade edeyim, libidonun yüksek olma durumunu katıyorum aralarına.
Şimdi biri çıkıp ‘Marilyn Monroe aslında frijitti, buna karşılık ‘tayyör askısı’ Margaret Thatcher yataktan çıkmazdı’ dese inanırım.
MIŞ-MUŞ
Haluk Bilginer, ‘Sahne çok tehlikeli’ demiş.
Ama işin YENGİ kısmı da var.
Kuş gribinde tehlike geçmiş bile.
Gribi de ‘kuş misali’.
Erdoğan, ‘Ülkemi pazarlarım’ demiş.
İyi pazarlamanın sonu ‘satış’, kötü pazarlamanın sonu ‘başarısızlık’, iki ucu pislikli değnek. En iyisi konuşurken kelimeleri iyi seçmek.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2005
‘EN karışık’ durumdan başlayalım.Kuş gribi.Her zaman bize böyle bilmece dertler vermemesini istemişimdir Allah’tan. Fakat oluyor işte...
Şimdi nedir bu H5N1 virüsü?
Ben ilk duyduğumda, rakip kanallar CNN’deki 5N1K programına karşılık yeni bir program yaptılar zannettim mesela.
Hepimiz virüs cahiliyiz.
Bakan dahil.
Kendisi ilk iş olarak ‘Ben tavuk yiyorum’ dedi biliyorsunuz. Ki bu hal memleketimizde bakan olmanın ilk şartıdır adeta. Felaket nereden geldiyse, önlem almak yerine halkı ‘Bir şey olmaz’a inandıracaksınız.
Yanlış hatırlamıyorsam, 17 Ağustos depreminden sonra ‘Bakın fayın üstünde duruyorum, bir şey olmuyor’ diyen bakan vardı.
Zehirli rakıyı içen bakan olmadıysa sırf inancından ötürüdür.
Ne diyordum... Ha, virüs cahili olduğumuzdan kimse ne yapılması gerektiğini tam olarak bilmiyor. Fakat öyle oturup beklemek de olmayacağından... Bir ‘kanat’ lafı duyduk ya... Kanatlı ne varsa tutup öldürüyoruz.
Kanatlı petlerinize sıranın gelmesi yakındır, söyleyeyim.
Hezarfen Ahmet Çelebi’yse iyi ki bugünleri görmedi. İlk kanat çırpışta itlaf edilmişti adamcağız.
* * *
‘En trajikomik...’
Yine kuş gribiyle ilgili.
Bazı vatandaşlarımızın, virüs taşıdığı söylenen hayvanları kesip yemesi hadisesi.
Hayır satmaya kalksalar anlayacağım. İçenin öleceğini bile bile zehirli votka imal etmiş insanlarız biz. Fakat insanın bizzat tüketmesi nasıl oluyor anlamış değilim.
Gerçi bakanlarda var olan ‘Bize bir şey olmaz’ geni bizde de var tabii... Ondan olabilir bakın.
Ya da ‘devleti kazıklama’ geninden...
Vergi kaçırıyoruz...
Kaçak elektrik kullanıyoruz...
En son işte. ‘Ver hindini!’ diyen devletten hindiyi kaçırıyoruz. Bulamasın diye de kesip yiyoruz.
Veya kuş gribinden daha ağır bir hastalığımız var.
Alerji.
Kural alerjisi.
‘Çimlere basmayınız!’
Basmayacağımız varsa basarız.
‘Girmeyiniz!’e girer, koparılmayacakları koparır, dokunulmayacaklara dokunuruz.
Belki de ‘Hastalıklı hindilerinizi kesip yiyiniz’ diyen bez afişler asılmalıydı gerekli yerlere... Bakmışsınız torpil bulup el altından yetkililere teslim eden edene hindisini...
* * *
‘En komik...’
Erdoğan’ın Almanya Başbakanı Schröder’e iftar yemeği vermesiydi bence.
Arkadan teravih namazına da götürdüler mi acaba? Belki sahura da kaldırmışlardır adamı...
MIŞ-MUŞ
İstanbul’da haciz patlaması yaşanıyormuş.
‘Piyasa canlandı’ dedikleri buymuş demek... Alış var veriş yok!
Başbakan tavuk yemiş.
E dedik ya, ádettendir...
Avrupalı erkeğin spermi ‘hasarlı’ymış.
Bizimkilerin sperminde bir sorun yok çok şükür, ‘hasar’ iyice yukarıda bir yerlerinde!
Yazının Devamını Oku