Pakize Suda

Doğal kadın modası

15 Ekim 2005
Biz hálá ‘Kadın meta değildir’ diye yırtınalım... Üstümüze etiket yapıştırılması yakındır.‘38 beden, esmer, boy 1.70, ağırlık 57, 90-60-90.’ Bakmışsınız ‘Sarışını yok mu bunun?’ diye soruyorlar. Ya da ‘Büyük bedeni?’

‘Memesi büyükler alt kattaki reyonumuzda beyefendi.’

‘Kumralı kalmadı ama depoya bir baktırayım.’

Kimsenin kabahati yok. Yani kadın kısmının kendisinden başka...

İstediğimiz muamele budur!

Yoksa bir dirhem yağ fazlalığı neden bunalıma soksun?

Diyetisyenlik diye bir meslek tavan yaptı. Kimse ‘Aniden sağlığımıza düştük’ demesin. O, işin kılıfıdır. Herkes görüntü peşinde. Zira bir tek bu prim yapıyor.

Eskiden erkek anaları hamamdan gelin seçermiş... Şimdi hamam adeti yok gerçi ama olsa eminim şirketler ‘bayan eleman’a oradan bakarlar. O derece yani.

Nereden aklıma geldi bu konu... ‘Bu sene doğal kadın moda’ diye bir başlık gördüm de gazetede...

Hayır, ‘Bu sene kadınlar doğal görüntüyü tercih ediyorlar’ falan dese... Fakat öyle değil.

Bu sene petrol yeşili, kovboy çizmesi, bir de doğal kadın moda!

Demek durumumuz budur!

Benim merakım bu modaya nasıl uyulacağı. Yani doğallık nereden nasıl temin edilecek...

Yüzü yıkayıp çıkmak var gerçi ama görende şok etkisi yaratmasın?!

Gerçi moda olduğuna göre toptan uyulacaktır ama... Hayır alışkanlıklardan vazgeçmek de kolay değil. Sigarayı bırakmak gibi bir şey bu.

Fakat ucunda demode kalmak var ki Allah korusun!

Gözümüzü dört açıp ‘Cemiyet hayatının önde gelen simaları’nı takip edeceğiz artık... Doğal olmadan da doğal görünmenin bir yolu vardır elbet. Demokrasilerde çare tükenmez!

Öykünmekle olsa...

İspanya’da bir gazetenin ‘Erdoğan, Atatürk’e en yakın adam’ yorumunu duyunca düşündüm de... Bilmiyorum dışarıda İspanya’dan önce yapan oldu mu ama biz bunu hep yapıyoruz. Yani Atatürk’e denk adam bulma işini.

Daha önce Özal için de Atatürk benzetmesi yapılmıştı.

Yeni biri çıkmayagörsün... Hemen bakıyoruz, ‘Atatürk’ olur mu olmaz mı?..

Neyin merakıdır bu acaba?

Dünyaya karşı bir övünme vesilesi aramak olabilir mi?

Hani ‘Bizde öyle sıradan lider yoktur. Gördüğünüz gibi her biri birer Atatürk!’ demek istiyoruz belki.

Ya da Atatürk’le marjinalliği öyle özdeşleştirmişiz ki kafamızda... Kim azıcık çizginin dışına çıksa ‘Atatürk’ oluyor. Ne şekilde çıktığı önemli değil. Misal, şortla asker denetlemek bile olabilir.

Ve öyle kötü durumdayız ki... ‘Atatürk’ ihtiyacı içerisindeyiz. Her çıkana can havliyle ‘Budur inşallah’ diye sarılıyoruz.

Hatta o pırıltıyı görmesek bile adamı gaza getiriyoruz ki bizi kurtarmaya eli mahkum olsun.

Yanlış anlaşılmasın... ‘Atatürk’ten sonra bu memlekete faydası dokunan kimse çıkmadı’ demek istemiyorum. Fakat hiçbir başarı kesmiyor. Ne bizi ne liderleri. İlla ‘Atatürk’ olacaklar.

Ne diyeyim... Öykünmek fena bir şey değil ama öykünmekle olsa...

MIŞ-MUŞ

Abdullah Gül ‘Balkan Seferi’ne çıkmış.

Gidişlerimizi böyle ‘Sefer’ olarak ifade edince neticelerin ‘Hezimet’ de olabileceği kimsenin aklından çıkmasın.

Tarım Bakanı ‘Ben tavuk eti yiyorum’ demiş.

Biz de bunu yiyoruz!

Baykal, Erdoğan için ‘Kendini Arap şeyhi sanıyor’ demiş.

Vaka ağır... Hem şeyh, hem padişah, hem kabadayı, hem Atatürk...
Yazının Devamını Oku

Kafanıza göre takılın

14 Ekim 2005
GEÇEN gün bir taksi şoförü anlattı... Benden önce müşteri olarak yoldan aldığı genç bir kadın cep telefonuyla, işiyle ilgili birkaç görüşme yaptıktan sonra şoföre kız çocuğu olup olmadığını sormuş. ‘Ellerinizden öperler, ilkokula giden iki kızım var’ demiş şoför.

Bunun üzerine kadın, ‘Aman sakın okutmayın kızlarınızı... Vaktiyle verin bir kocaya rahat etsinler’ demiş.

Şoför şaşırmış haliyle.

Tam da bu konuyla ilgili kampanya üstüne kampanya yapılırken...

Ben şaşırmadım pek.

Kadının gerçek fikrinin bu olmadığından eminim. Ben de yapıyorum zaman zaman... İşten güçten bunaldığımda böyle saçmalıyorum.

Kadın aslında ‘okutmayın’ derken ‘çalışmasınlar’ demek istedi herhalde. Zira nice okumuş kadın, koca parası yerken bir o kadar okuma yazması bile olmayan kadın da sabahın köründe yollara düşüyor ekmek parası uğruna...

***

Fakat kadını anlıyorum...

Komşunun tavuğunun komşuya kaz görünmesi durumu var işin içinde. Hani meşhur tanımlamasıyla ‘ayağı yere basan’ kadın, aynı zamanda genellikle evin geçiminden sorumlu, memleketin akıbetinden korkulu, kredi kartlarından sorunlu falandır ya... Bu durum zaman zaman bunaltabiliyor kadını... Akşama kadar evde geceliğini bile çıkarmadan oturan, bütün işi televizyondaki kadın programları seyrinin arasına iki kap yemek sıkıştırmak olan komşusuna özenebiliyor.

Her kadının içinde bir yerde ekmeği elden suyu gölden temin etme eğilimi var zira. Bazıları ayıptır diye bastırıyor bunu. Yan gelip yatanlar, ‘doğa’yla mücadele etmenin anlamsızlığını keşfedenler galiba.

***

Bir de ‘ezilen kadın’ mevzuu var.

‘Ezilen kadın’ deyince cahil, kocasından dayak yiyen, evde, tarlada canı çıkan kadın fotoğrafı geliyor daha ziyade insanın aklına...

Bir kere dayak olayı çok farklı. Diplomayla bir ilgisi yok. Bunu görmek için öyle araştırmalar falan yapılmasına da gerek yok. Herkesin etrafına şöyle bir bakması yeterli.

Bunun dışında ezilmek idrakle ilgili bir şey. Hülya Avşar’ın evlilik konusunda, ‘Kocam zamparalık yapsın ama bana çaktırmasın, canımı yesin’ şeklinde özetlenebilecek felsefesinde olduğu gibi ezildiğini de çakmayacak kadın. Farkında olmayacak.

İşte bu konudaki idraksizlik hali biraz cehalet gerektiriyor. Diyeceğim, okumuş yazmış kadının ezilmesi daha kolay olabilir. Yani ‘pat’ diye anlaması açısından... Ve vallahi bu kesim daha çok eziliyor. Bir gün açarız mevzuu...

***

Aslında nedir amacımız...

Dünyanın gidişatında pay sahibi olmak mı, yoksa hayattan kám almak mı... Amacınız neyse artık... Bu yolda ayaklarınızı yere mi basarsınız, yoksa kocanızın omuzlarından aşağı mı sallandırırsınız... Kafanıza göre takılın.

MIŞ-MUŞ

Bir Japon mucit, şarabı 15 saniyede yıllandıran alet icat etmiş.

Bundan böyle yeni doğmuş bebeğe de ‘yıllanmış şarap’ benzetmesi yapabilirsiniz.

*

İngiltere’de kısa mesajla çalışabilecek su ısıtıcısı üretilmiş.

Bize pek yabancı sayılmaz. Eskiden erkek kısmı karısına çapkın çapkın baktı mı, ‘Suyu ısıt’ mesajı vermiş olurdu.
Yazının Devamını Oku

Kedi gezmesi

11 Ekim 2005
SİZ hiç ‘kedi gezmesi’ne çıktınız mı? Ben çıkıyorum arada. Hiç girmediğim sokaklara, hiç gitmediğim semtlere doğru.

Tıpkı turistlerin bakına bakına gitmesi gibi. Farkımız, ben yukarılara doğru değil yere bakıyorum. Hatta arabaların altına.

Genelde orada oluyorlar. Bir tekerleğin dibinden bana bakıyorlar.

Anlamaya çalışıyorlar niyetimi.

Çömelip hiç kıpırdamadan duruyorum.

Bir süre öyle bakışıyoruz.

İlk hareketi onlardan bekliyorum.

Geliyor nitekim.

Ama ben hálá kıpırdamıyorum. Güvenlerini iyice kazanmak için.

Sonra koklama faslı başlıyor. Önce uzaktan, sonra burunlarını elime değdirerek.

Nihayet dost olduğuma kanaat getiriyorlar. Burunları onları hiç yanıltmaz.

Başlarını uzatıyorlar okşanma talebiyle...

Kuyruk havada, sırt kamburlaşmış, bacaklarıma sürtünerek etrafımda turluyorlar.

* * *

Kedilerle haşır neşir olmayanlar, hepsi birbirinin aynı zanneder.

Ben öyle zannediyordum.

Değil oysa.

Onlar da bizim gibi. Biri ötekine benzemiyor.

Ama bir ayağınızı hızlıca yere vurup kovalamaya çalışırken fark edemezsiniz bunu. Durup bakmanız lazım.

Bir gün siz de ‘kedi gezmesi’ne çıkarsanız, yanınıza mutlaka bir paket kuru mama alın. Ciğer torbasıyla uzaklara gitmek zor olur diye söylüyorum.

Bir iki avuç dökün bir duvarın dibine...

Huylarının da farklı olduğunu göreceksiniz bu arada.

Kimi hemen yemeğe girişecektir...

Kimi önce bir teşekkür sürtünmesi yapacaktır bacaklarınıza...

Kimi başını mamaya doğru uzatmak için bir boşluk arayacaktır ötekilerin arasında...

Kimi hepsini kovalayıp mamanın tamamına sahip olmak isteyecektir.

Ama neticede siz uzaklaşırken hepsi peşinize takılacaktır.

Káh sürtünerek, káh duvarlara zıplayıp inerek...

Gelebildikleri yere kadar geleceklerdir sizinle...

Deneyin bir gün...

Göreceksiniz sinirinizi nasıl yatıştıracaklar...

MIŞ-MUŞ

Sakal-ı Şerif’i havaalanına getirten Kültür ve Turizm Bakanı Koç, ‘Tarihe geçtim’ demiş.

Deli İbrahim de tarihe geçmişti.

İspanya’nın önde gelen gazetelerinden ABC, Erdoğan’ın Atatürk’e en yakın adam olduğu değerlendirmesini yapmış.

Evet... Bir dönem Atatürk de bıyıklıydı.

Everest Dağı 3.7 m. alçak çıkmış.

Olur böyle şeyler... Bizim Vahdettin de geçenlerde ‘yüksek’ çıktıydı.
Yazının Devamını Oku

Münasebetsiz münasebetler

9 Ekim 2005
DEMEK milletin böyle de bir sorunu varmış.<br><br>Benim dünyadan haberim yok sevgili okurlar. Herkesi kendim gibi gündüzün işi gücüyle meşgul zannederdim. Değilmiş meğer.

Millet sevişir dururmuş.

Benim ‘sevişme’ dediğime bakmayın, hadiseye ‘cinsel münasebet’ deniyor. Ben aklım sıra duygu katıyorum işin içine.

Neyse, konudan uzaklaşmayayım... ‘Oruçluyken cinsel münasebeti nereye kadar ilerletmek münasiptir?’ Sorun bu.

İyi ki din adamı değilim.

‘A münasebetsizler! Akşamı bekleyemez misiniz!’ der kesip atardım meseleyi. Vatandaş da elinde şeyiyle yani sorunuyla kala kalırdı.

Neyse ki mevcut din adamları benim gibi değiller. Gazeteler, dergiler, ciddi görüşten geçilmiyor.

Bir zaman böyle kızlık zarının bozulması sorunumuz vardı. Şükür onu bir nebze olsun aştık sayılır. Bakıyorum Güzin Abla’ya gelen mektupların içeriği epey değişti.

Yerine işte bu orucun bozulması meselesi geldi. Fakat ‘bozulan’ değişse de ‘bozan’ değişmedi. Bozan yine ‘cinsel münasebet’.

* * *

Oruçluyken sevişmek için bir bilenden bir ‘açık kapı’ bekleyenler habire hocalara, Diyanet’e soruyorlar tabii...

‘Cinselliğin orucu bozmayan halleri nelerdir?’

Naçizane ben cevaplayayım...

İstediğiniz gibi münasebette bulunabilirsiniz ancak içinde şehvet olmayacak münasebetinizin... Bunun için önce eczaneden bir şehvetölçer alacaksınız. Bu bir nevi tansiyon aleti gibi bir şeydir. Münasebete girerken sol kolunuza takacaksınız. Münasebet sırasında sık sık aleti kontrol edeceksiniz. Baktınız göstergesi kırmızı çizgiyi aşıyor, şehvetiniz kabardı demektir ki derhal münasebeti kesiniz!

‘Oruç, yemek yerine cinsel münasebetle açılabilir mi?’

Bir de bu soru var.

Açılır elbet. 14 saat açlık ve susuzluktan sonra ilk iş cinsel münasebet isteyen biri varsa hepimiz görmek isteriz kendisini doğrusu. Ana haber bültenlerine çıkarılması uygun olur kanaatindeyim.

Netice olarak ne diyeyim...

İmkánları zorlamayı seviyoruz demek.

MIŞ-MUŞ

Türkler, en mutsuz 3. ülke çıkmış.

3 Ekim’den önce yaptılar tabii araştırmayı.

El Kaide ilanla ‘eleman’ arıyormuş.

‘Acele deneyimli bombacı alınacaktır.’

Yeni Rakı’nın bilyeli kapaklısını da taklit etmişler.

Korkarım yakında ‘Asıllarından sakınınız!’ diye ilan da verirler.

Diyanet, ‘Eşi öpmek orucu bozmaz’ demiş.

Yıllardır savunduğum, ‘eşin bir süre sonra kardeşe dönüştüğü’ tezimin Diyanet’çe tasdikidir!
Yazının Devamını Oku

Jüri ithal etmek lazım

8 Ekim 2005
Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin 42.’si yapıldı bitti. Ödüller dağıtıldı. Festivaldeki filmlerin hiçbirini görmedim. Eleştirmen falan olmayışım bir yana, seyirci olarak bile fikir beyan edecek durumda değilim yani. Dolayısıyla ‘Falanca ödülü hak etmedi, filancanın hakkıydı’ diyecek halim yok. Fakat festivalle ilgili görüşüne başvurulan neredeyse herkesin ‘Jüri gençlerin önünü açtı’ yorumunda bulunması dikkatimi çekti.

Peki, bu mudur festivalin amacı?

O halde direkt genç oyuncu ve yönetmenlere yönelik olsun bundan böyle. Adı konsun yani.

Ya da iki kategoride yapılsın. Yeniler ve eskiler. O zaman belki kriter gerçekten ‘en iyi’ olur.

Yoksa böyle her sene bir söylenti... Seneye bakmışsınız emektar oyunculara vefa borcu ödenmiş. Böyle sırayla gönül alma durumu...

Jürinin yapısını değiştirmekle falan da olmuyor demek... Sadece oylar bir taraftan öteki tarafa kaymış oluyor.

Tabii bütün bu dediklerim ‘Jüri gençlerin önünü açtı’ dedikleri doğruysa geçerli.

Bir de millet olarak her işi şahsiyete dökmek gibi bir sorunumuz var. Altın Portakal için söylemiyorum... Jüriler tarafsız olamıyor. Her piyasada birinin ötekiyle meselesi var; beriki ötekinden gıcık kapıyor, ötekinin berikinden kuyruk acısı var, falan filan.

Bu durumda ne bileyim ben ‘en iyi’, ‘en güzel’, ‘en bilmemne’ hakikaten ‘en iyi’, ‘en güzel’ midir...

Demek jüri ithal etmek lazım.

Hakiki bir tespit için.

Gaz

İnsanoğlu hayata sindirim organı problemiyle başlıyor.

Eylül’le beraber tekrar müşahede ettim bunu. Eylül bizim ‘karı kuvvetleri’nin en küçük neferi... Annem, ablam, ben, kardeşim, ablamın kızı ve nihayet onun kızı Eylül... Kapıdan bakan ‘kadın sığınma evi’ zanneder.

Ne diyordum... Ha, sindirim organı... Bebek kısmı 24 saat tam kapasite ile gaz üretiyor. Zannedersiniz dünyaya geliş nedenleri budur.

Ürettiklerini bir yandan da çıkarsalar... Çıkarıyorlar gerçi lakin üretimleri daha hızlı. Haliyle daima gaz fazlaları var.

Hani ‘insan’ belgeseli yapılsa şöyle anlatılabilir: ‘İnsanoğlu hayatının ilk altı ayını anasının omzuna abanmış durumda, sırtı sıvazlanarak tamamlar.’

Aslında insanoğlu sindirim organlarıyla ömrünün sonuna kadar cebelleşiyor. Ki piyasada neredeyse normal yoğurt kalmadı. Hepsi bağırsak çalıştırıcı.

Diyeceğim, bizde bugünlerde içinde ‘gaz’ kelimesi geçmeyen cümle kurulmuyor.

‘Gazı var.’

‘Gazını çıkardı çok şükür.’

‘Sütünden gaz geçer kızım, yeme onu!’

‘Ver ben çıkartayım gazını.’

‘Hanimiş benim gazlı kızım...’

‘A, seni fazla gaza getirdik galiba Eylül!’

‘Keşke adını Gazel koysaydık!’


MIŞ-MUŞ

Efe Özal eşinden nafaka talep etmiş.

Rahmetli babası da böyle alışılmışın dışına çıkmayı severdi.

Aspirinin sırrı özülüyormuş. Ayol bu zaten insan icadı değil miydi?

Dünyanın en zengin adamı Bill Gates Marmaris’e gelmiş.

Gördünüz işte! Dünyanın en zengin adamı olsanız gideceğiniz yer bizim Marmaris.

Hava Kuvvetleri tasarrufa gidiyormuş.

Uçak yerine otobüse binecekler herhalde.
Yazının Devamını Oku

Avrupalı olmak

6 Ekim 2005
<B>BEN </B>AB’ye girmemizi çok istiyorum doğrusu.<br><br>Girince ne olacağını tam olarak bildiğimden değil. Öyle siyasi ve ekonomik yönüne aklım ermez. Ben sadece bir nevi Avrupalı sayılacağımızı zannediyorum. Ve de Avrupalı olmayı iyi bir şey olarak bellediğimden...

‘Ne anlıyorsun Avrupalı olmaktan?’ derseniz...

Her adımda balgama basmamayı anlıyorum mesela.

Trafiğin yağ gibi akmasını..

Ormanların, göllerin, eski yapıların durduğu yerde durmasını...

Kaldırımların engelli pist gibi olmamasını...

Alibeyköy’ü ha bire su basmamasını...

Zırt pırt elektrik kesilmemesini...

Karda hayatın felç olmamasını...

Kırmızı biberin rutubetli ortamda bekletilmeyip sağlığımızı tehdit etmemesini...

Sahte rakı yapılmamasını...

Zeytinin ayakkabı boyasıyla boyanmamasını...

Çay bardağında benden önceki müşterinin dudak izini bulmamayı...

Kimsenin orta yerde burnunun içiyle ayak parmaklarını yoklamamasını...

Böyle şeyleri anlıyorum.

***

Pazartesi sabahı Avusturya’nın üyeliğimize karşı çıktığını duyunca bozuldum haliyle. Ne yani... Zeytini ayakkabı boyasıyla karartmaya devam mı edecektik!

Fakat o toplantının içinde olsam bunu kimseye söyleyemezdim tabii. ‘Pakize Hanım! Bütün bunlar için başınızda Demokles’in kılıcı gibi AB’nin durması gerekmez. İnsan olmanız kafidir o saydıklarınızın olmaması için...’ diyebilirlerdi zira.

Sonra Avusturya geldi aklıma... Yani memleket olarak. Köy evlerinin pencerelerinden bile bin bir renkte çiçeklerin sarktığı Avusturya...

Belki onların da aklına bizim buralar gelmiştir. Turist olarak ziyaret etmişlikleri varsa...

İçlerinde kaldırımda yürürken çukura düşen olmuştur belki...

Geçen gün Bodrum’da sele kapılan İngiliz genç kız gibi ölüp gitmeseler de ancak birinin sırtına binip karşıdan karşıya geçebilmiştir belki...

Başlarını kaldırıp sırf depo olarak kullanılan balkonlara bakmışlardır...

Ya bir alışveriş ya bir taksi yolculuğu sırasında yenmiş ufak birer kazık anısı vardır belki her birinin...

Hani çok da kızamıyor insan...

Fakat gün bunları ifade edecek gün değil. Milletçe coşkulu ve de gururluyuz. Gazeteler bile kırmızı beyaz çıkacak neredeyse... ‘Kaldırımından, balgamından başlatma!’ derler adama.

Haklıdırlar.

Üstelik benimki tamamen cehalet. Böyle konularla bir ilgisi yoktur herhalde AB’ye dahil olup olamamanın.

MIŞ-MUŞ

Patatesin atası bulunmuş.

Bizim topraklardaysa ya ‘Paşa’dır, ya ‘Saraydan gelme!’

*

Çin’de bir hayvanat bahçesinde, 16 yıldır tiryaki olan şempanze sigarayı bırakmış.

Eyvah! İlaveten şempanze kadar olamadığımız söylenecek bundan böyle.

*

Demirel 3 Ekim’i ‘Yetim sofraya oturdu’ şeklinde değerlendirmiş.

Fakat önüne yemek konmadı henüz. Önce sofra adabını öğretecekler.
Yazının Devamını Oku

Hastalık hastalığı

4 Ekim 2005
<B>AİLECEK </B>hepimizde var olan şeyin bir hastalık olduğunu öğrendim sonunda... Gerçi <B>‘hastalık hastası’</B> olduğumuzu biliyordum da böyle halk arasındaki söyleniş biçimiyle ifade edilince gerçek bir hastalık değilmiş gibi duruyordu. Tıpkı kafelerde falan olduğu gibi hastalıkların da isimleri yabancı dilde olunca daha bir ‘ağırlık’ kazanıyor.

‘Somatizasyon bozukluğu.’

Buymuş bizim hastalığın adı. Pazar günkü Hürriyet’te Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın açıklamaları vardı.

Her gün vücudumuzun bir yerinde bir bozukluk ararken... Hakikaten bir bozukluk varmış meğer. Ama o baktığımız yerlerde değil, beyinde.

Fakat ‘hastalık yoktur, hasta vardır’ derler... Bu herhalde her hastalığın her bünyede ayrı seyrettiği anlamına geliyor ki doğrudur.

Mesela, ‘somatizasyon bozukluğu’nun ilk yarısı bize uysa da ikinci yarıda yollarımız ayrılıyor.

‘Parmağı uyuşsa felç geçiriyorum zanneder, doktora gider’ diyor Tarhan... Zannetme bölümü tamam; fakat doktora gitme ı-ıh...

‘En kötü’yü kendimize kolayca yakıştırıyoruz ancak bunu bir yetkiliden duymaya asla razı değiliz. Sapasağlam olduğumuza dair bir kenarda yaşattığımız umudu korumak için belki...

Belki de huyumuzu biliyoruz. Hastalığı abarttığımızı, hatta hiç yokken uydurduğumuzu... ‘Şimdi doktor bizi bilmez, şikáyetlerimizi ciddiye alır, hiç yoktan testti, tomografiydi, bir sürü hengáme... Boşver’ diyoruz.

Yani doktorla ilişkimiz ‘Lütfen görmeyeyim seni bir yerlerde, görüşmeyelim, konuşmayalım’ şeklinde.

‘Doktora gidip rahatlamak da var neticede’ diyeceksiniz. Evet ama gelin de anlatın bunu bize.

Her kadının belli aralarla geçmesi gereken rutin kontrollerden bile bir kez geçtiğimiz görülmemiş. Ha, pardon ben bir kez birini yaptırdım; fakat belki kötü bir şey çıkmıştır diye sonucunu almadım. Doktor sonunda gazeteyi arayıp bildirmiş bir problem olmadığını.

Yalnız dönem dönem tipini beğenip dadandığımız doktorlar oluyor. Tipi dediysem yanlış anlamayın, yakışıklı oluşu değil. İnsanı rahatlatan, işi büyütmeyen, sizi pingpong topuna çevirmeyecek tipler. Biraz da psikolog gibi olan...

Neyse, size ne bizim hastalığımızdan... Ben zaten esas Prof. Tarhan’a seslenmek istiyorum.

Hocam güzel anlatmışsınız da... Sonumuz ne olacak? Balıklı Rum’a kadar varır mı?

MIŞ-MUŞ

Bu yıl ‘kuş gribi’nin yanı sıra ‘California gribi’ de vuracakmış.

Gripte bile rekabet var.

İngiltere’de bir kadın, torununu doğurmuş.

Ötekinin spermi, berikinin rahmi derken bu doğum işi ‘imece’ye döndü artık.

Şimdi de ‘heteropolitan’ erkek çıkmış.

İşimiz her geçen gün zorlaşıyor... Bu kadar çok ‘çeşit’ olunca.
Yazının Devamını Oku

Hastalık hastalığı

4 Ekim 2005
AİLECEK hepimizde var olan şeyin bir hastalık olduğunu öğrendim sonunda... Gerçi ‘hastalık hastası’ olduğumuzu biliyordum da böyle halk arasındaki söyleniş biçimiyle ifade edilince gerçek bir hastalık değilmiş gibi duruyordu.

Yazının Devamını Oku