26 Aralık 2006
AKLINI bununla bozdu diyeceksiniz ama bozmayacak gibi değil ki!<br><br>Herkes bozmalı bence. Türkçe için endişeleniyorsak eğer...
Ama çoğunuzun ilkokul birinci sınıf öğrencilerine öğretilen garip Türkçe’den haberi yok tabi... Benim de iki ay önce haberim oldu; bu köşenin devamlı takipçileri "Talat Teli Telle" başlıklı yazıyı hatırlayacaklardır.
O günden sonra veliler gelişmeleri rapor eder oldular:
"Bakın bu da var Pakize Hanım!"
Bir okuma kitabım bile oldu. Bu yazı için "ağır tahrik durumu" oluştu kısacası.
Bakın mesela şu cümlelere:
"Üner, üzüm soyma, ye."
"Sarı kedi dilini tut."
"Bu okula yağmur yağdı."
"Buraya bulaşık kakalama."
"Şakir, şaşı bebek alma."
"Şenay, şu şekeri eşine at."
"Makarnaya yağ çaldı."
"Ne var bunlarda?" diyebilirsiniz.
Tamam yapılarında bir hata olmayabilir. Fakat Erkan Yolaç’ın kulakları çınlasın, biraz da "makul ve mantıklı" cümleler kurmak değil midir bir dili doğru kullanmak?
Bu okula yağmur yağmışmış!
Yok yahu!
Bizim apartmana yağmadı, sizin arabaya yağdı mı peki?
Sonra "yağ çalmak" ne ağızdır?
"Anadili"nden hakikaten "evde annenin konuştuğu dil"i anlayanlar var galiba.
İçinde "kakalama" sözcüğü geçen onar tane cümle kurması istense her okur yazardan, bilmiyorum bir tek "Buraya bulaşık kakalama" diyen çıkar mı?
Sizin kedi, dilini tutabilenlerden mi?
Yoksa durmadan ileri geri konuşuyor mu?
Şenay, sen onlara uyma kızım, şekeri eşine atma, ver!
Oyuncak bebekler iyice doğallaştı, şaşısını bile yapıyorlar artık! Ya da Şakir, Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan çocuk evlat edinecek, eşi uyarıyor...
"Aman şaşı bebek alma!"
Hakkı Abi, ne dersiniz abartıyor muyum?
Sizi çok yoracak bir kuşak yetişiyor gibime geliyor.
Ha, bakın unutuyordum, şu da var:
Çocuklara sayı saymayı öğretirken hangi nesnelerden faydalanmak gelir aklınıza?
Kuş, ağaç, elma, armut, kedi...
Bunların aklına el bombası gelmiş. Evet, el bombası. Çocuklar el bombalarını sayıp altına toplamını yazıyorlar.
Kurtlar Vadisi-1A!
Vallahi ne kadar yazsam doymam bu konuya. Sıkılıyorsanız, bakarsınız başlığa... Bugünkü gibi mana yoksunuysa okumaz, geçersiniz.
MIŞ-MUŞ
Baykal, "Erken seçim ferahlatır" demiş.
Olmazsa, birer tane naneli sakız hepimize!
Atina’da bebek fabrikaları varmış.
Belki de eşi, Şakir’i Atina’ya uğurluyordu! (Bakınız ana yazı.)
Gençlikte iyimser olan daha uzun yaşıyormuş.
Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği öteki dünyaya!
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2006
ÖZEL günlerle ilgili yazmak ádettendir köşe yazarları için. Yılbaşı, bayram, Anneler Günü... Hele yazı gününe denk geliyorsa illaki iki satır karalanır.
Dikkat ederseniz, bambaşka konuda yazmış olanlar bile hiç olmazsa bir kutlama mesajı eklerler yazının sonuna.
Benim kutlanası günlere bir ilavem vardır ki baktım neredeyse her sene konuyla ilgili bir yazı döktürmüşüm.
21 Aralık.
Yok, benim ya da bir sevdiğimin doğum günü falan değil. Türkmenbaşı’nın sülalesinden değiliz netice olarak.
21 Aralık "yaz başı"dır benim için. E, yaz da nereden baksanız iyi bir şeydir.
En nazik olanınızın bile, belki de ilk ve son olarak "Oha!" dediğini duyar gibi oluyorum.
Ne derseniz deyin... 21 Aralık "gündüzün kısalmasının son günü" müdür değil midir?
Takvimlerde "kış başı" yazmasına bakmam ben!
Gündüzler uzamaya başlayacaktır, budur mühim olan!
Her ne kadar 21 Mart’a kadar üstünlük gecelerde olacaksa da "umuda yolculuk" başlamıştır artık.
* * *
Anneme de verdim müjdeyi. Her zamanki gibi benim sevindiğime onun da sevinmesini isteyen hissiyatımla...
"Gündüzler uzamaya başlıyor."
Ne dese beğenirsiniz?
"İnşallah!"
Tamam, kendisi "temkin kuşağı"nın bir mensubudur fakat bu meret dünya kurulalı beri bu zamanlar uzamaya başlıyor, inşallahı maşallahı yok yani!
Annem bunu bilmeyecek insan değil elbet fakat ne yapsın ki şu dünyada kendisine "fren" görevi verilmiş. Hadi o kadar evrenselleştirmeyeyim durumu; aile içerisinde gaza basmak benim görevimse fren annemin ayağının altındadır.
Bir başka deyişle annemin sloganı şudur:
"Kes coşkuyu!"
Yani bu "inşallah"ın altında kadercilikten ziyade kış ortasında yaz sevinci yaşayan kızını itidalli olmaya davet etmek yatıyor olabilir.
Bu daveti yerli yersiz her güldüğümüzde, sevindiğimizde, coştuğumuzda yapmıştır zaten.
Fakat şükür ki hastalıkların da abartılmasından hoşlanmaz.
Ama hangilerinin... Hayati tehlikesi olanların.
Yoksa misal, geçirmiş olduğu nezleyi öyle bir anlatır ki size, ölümcül hastalığınıza şükrederek, hatta şikáyetçi olmanızdan biraz da utanarak ayrılırsınız yanından.
Konu nereden nereye geldi...
Evet "yaz başı"dır sevgili okurlar!
Anneme ve benzerlerine rağmen.
Kutlu olsun!
MIŞ-MUŞ
Orta yaş 60 olmuş.
Oh oh çok iyi! Fakat Azrail’e haber vermek lazım bunu!
Eşlerin el ele tutuşması strese iyi geliyormuş.
Gelir tabii... İnsan anlar ki beterin beteri var!
Avrupa’nın en büyük ordusu Türkiye’deymiş.
E, en büyük "iç ve dış düşmanlar" saplantısı bizde olunca haliyle.
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2006
Gazeteleri okudukça ileriki günlerim için endişeleniyorum. İleride başıma bir iş gelirse "bir kendim bir de ben" öylece apışıp kalacağız.
Elimde ne bir belge, ne bir şey...
Derhal bir kamera edinmeliyim. Teypsiz gezmemeliyim en azından. Ya da en gelişmişinden bir cep telefonu... Çeken, kaydeden, dinleyen, saklayan her bir şeyi yapan...
Teşriki mesaide olduğum herkesi kaydetmeliyim.
Hayır, delirmedim.
Ama siz ne dediğimi anlamıyorsanız dünyadan haberiniz yok demektir.
Herkes kamerayla geziyor artık.
Kendini peygamber ilan eden profesör eşinin müridini de mi duymadınız?
"Gökyüzünde nikáhımız kıyıldı" diyen sözde peygamber kadınla bir odada baş başa kaldıklarında yaptıklarını kameraya çekmiş. Mahkemeye sunacakmış şimdi.
"İyi yapmış" diyeceksiniz.
Tamam da mevzu bu değil.
Kadının peygamberliğine inanmış; aylarca büyülenmiş gibi her dediğini yapmış, elini ayağını öpmüş fakat bir yandan da kameraya çekmiş.
İnanmasa, anlayacağım. İnanmış fakat.
Büyülenmiş haldeyken nasıl akıl etti, nereden icap etti...
Allah yolunda olduğunu söyleyen insanların, yatak odasında ellerinde kameranın ne işi var?
Fakat adamın "yurdum insanı" konusunda benden tecrübeli olduğu belli. Hiçbir şartta tedbiri elden bırakmıyor demek.
İşte ben de yapayım diyorum.
Bu memleket tekin değil.
Kimi mahkemeye vermemiz gerekir, kim bizi mahkemeye verir, kim sahtedir kim gerçek, bir gün neyle suçlanırız... Hiçbir şey belli değil.
Onun için çekip çekip atacaksınız bir kenara.
Sakla kaydı gelir zamanı!
Bu arada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. "Kadın aklına koydu mu uçkurunu kocasına çözdürür" derlerdi, doğruymuş. Türlü yollar içerisinde bu da var demek "Karışmayın, ben peygamber oldum" deyip...
Yeter ki aşna fişne olsun
Birine bir şey öğretmenin en kolay yolu nedir?
Ben keşfettim!
Öğretmek istediğiniz şey ne ise, seksin içine karıştırıp vereceksiniz.
İnanıyorum ki netice alamayacağınız tek kişi yoktur. Genç, yaşlı, kadın, erkek, köylü, kentli, kıt akıllı... Ne olursa olsun.
Mesela...
Tipi itibarıyla kapı otomatiğine basmayı beceremeyecek gibi duran, az önce traktörün arkasındaki römorktan inmiş intibaını veren bir kadın, internetten sevgili bulmuş kendine, "çet" yapıyormuş.
Bacım ne zaman öğrendin o aleti?
Bu bacın yazılarını bile elle yazarken daha?
Ucunda aşna fişne olunca kimsenin altından kalkamayacağı iş yok, bunu anladım.
Limbik sistem
Gelmiş geçmiş en iyi, en büyük sese sahip olduğunuz söyleniyor.
Müzik tarzınızı sevmeyenlerin bile kabul ettiği bir gerçek olmuş bu.
Allah vergisi bir yeteneğiniz var.
Söylediğiniz her şarkının, her türkünün hakkını veriyorsunuz.
Dünyanın en ünlü sesleriyle mukayese ediliyorsunuz. Kimileri hepsinden üstün olduğunuzu söylüyor.
30 senedir bu işin içindesiniz.
Nice şarkınız gelip geçmiş yığınların gönlünden.
"İmparator" olmuşsunuz.
Sonra bir sabah kalkıyorsunuz ki bütün gazeteler sizden bahsediyor.
Tamam, bu alışık olduğunuz bir durum fakat bu seferki öyle değil.
Meğer sesiniz sara hastalarına dokunuyormuş!
Beynin limbik bilmemnesinde bilmemneye sebep oluyormuş şarkılarınız!
Şaka gibi.
Ne yaparsınız şimdi?
Güler misiniz...
Hastalardan özür mü dilersiniz...
Bir daha ağzınızı açmamaya yemin mi edersiniz...
"Limbik ne?" diye sözlüklere mi sarılırsınız...
Yoksa bir sabah bu kanaate varanların "limbik"ini mi seversiniz...
MIŞ MUŞ
Abdullah Gül "AB bunalımda" demiş.
Bu da bize denk geldi!
Neşeliler yaratıcı, mutsuzlar başarılıymış.
Boş yok!
"Üzümünü ye bağını sorma" gibi atasözleri, insanları kötülüğe teşvik ettiği gerekçesiyle sözlüklerden çıkarılacakmış.
Son çare.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2006
KAFELER de taksiler gibi köşeciler için çok bereketli oluyor konu açısından. Kulaklarınızı iyice açmanıza bile gerek kalmadan sizi yazmaya kışkırtan bir mesele civar masalardan birinden kucağınıza düşüveriyor. Hani neredeyse boş çıkmanız mümkün değil.
Özel hayata tecavüz sayılır mı bilmiyorum. Fakat onlar avaz avaz bağırarak konuşmak suretiyle kendilerini teşhir edince... Pamuk tıkayacak halim yok.
Kulağımın bu seferki misafirleri iki genç kadın. İkisi de 28 yaşında, bekár, üniversite mezunu, mastır yapmış, çalışıyor.
"CV’lerini mi verdiler?" diyeceksiniz...
Hayır.
Konuşmalarının akışı içerisinde peyderpey aldık bu bilgileri. Bütün kafe olarak.
Fakat bir kadın olarak, duyduklarımdan dehşete düştüğümü söyleyebilirim. Zira genç kızların, kadınların, şu hayattaki hedeflerinin anneannemin zamanından beri hiçbir değişikliğe uğramadığını gördüm.
Demek eğitim de işe yaramıyor.
Mastır yapmış olmak...
Şanlı şöhretli şirketlerin bilmemne departmanında önemli konumlarda bulunmak...
2007 yılına gelmiş olmamız...
İstanbul’da doğup büyümüş olmak...
Fark etmiyor.
Hálá önemli olan tek şey var.
KOCA.
Kızlar iki saat boyunca gelmiş geçmiş erkek arkadaşlarını nasıl bir türlü evliliğe razı edemediklerinden yakındılar birbirlerine.
Söz konusu reddedilişler dün olmuş değil. Yani erkekler "Hazır değilim" deyip gittiklerinde 22, 23, 24 yaşlarındalar. Normal değil midir hazır olmamaları?
Fakat kızlar o zaman da inanamamışlar şimdi de inanamıyorlar bu duruma. Kendileri 15 yaşından beri hazırlar zira.
O yaştan beri tek bir hedefe kilitlenmişler.
Evlilik.
Fakat dikkat ettim, bir kez bile aşkı almadılar ağızlarına.
Sanki öyle bir kavram yok, hiç olmadı.
Ya da önemsiz bir ayrıntı.
Evlilik gerçekleşmeyince boşuna zaman kaybetmemek için derhal rotayı başka birine çevirmelerinden belli zaten.
"İki kişi ölçü müdür?" diyeceksiniz.
İyi de, iki istisna vardı da çıka çıka onlar mı çıktı tesadüfen karşıma?
Fakat belki de anormal olan benim.
Ve benim gibiler.
Doğal olan illa ki evlenmektir belki de.
Nasıl birinci yaşını yürüyerek karşılaması beklenirse bir bebekten... Bir genç kızın da taş çatlasın 25’inde evlenmiş olması illa ki olması gereken doğal bir aşamadır belki.
İki yaşına gelmiş çocuğunuz hálá yürümüyorsa endişelenmez misiniz?
Kızların durumu buydu belki.
En son birbirlerine taktik verip ayrıldılar.
Çok isterdim hayatlarını takip etmeyi... 30’a da bekár girerlerse buluşmalarını bir psikiyatrın bekleme salonunda gerçekleştirirler herhalde.
Ne diyeyim...
MIŞ-MUŞ
Kişinin yalan söylediği sesin stres seviyesi ölçülerek belirleniyormuş.
Şu stresin insana yapmadığı kötülük yok diyorlardı, doğruymuş!
Erdoğan, Türkiye’nin etnik yapısını soran Rum gazeteciye "Ben Türk’üm, eşim Arap, sorun yok" demiş.
Etnik sorunumuz yok! "Eş durumu"ndan halloldu!
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2006
Fİ tarihinde bu köşede demiştim ki:<br><br>"Bugünlerde herkes gitmek istiyor. Küçük bir sahil kasabasına, başka bir ülkeye, dağlara, uzaklara..." Sonra nasıl gidemediğimizi anlatmıştım.
"Alışkanlığın verdiği rahatlık, monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor, kalıyoruz."
"Sırtımızda ’yumurta küfesi’ var hepimizin... Kendi imalatımız küfeler..."
Biraz da yüreklendirmeye çalışmıştım gitmek isteyenleri.
Nereden aklıma geldi şimdi bu eski yazı...
Neco’dan.
Kendi ifadesiyle "gitti" o.
Yapmak isteyip de yapamadığımızı yaptı görünüşte.
Başka ülkede olsa tebrik eder, bir de kitabını yazarlar geride kalanlar.
Fakat biz...
Ádetimiz olduğu üzere kıyameti kopardık.
En son, teşhisi de koyduk: Azgın teke sendromu.
Ben bile ufak tefek dokundurmalar yaptım ki senede en az bir kere "gitme" hevesine kapılır, olmazsa yukarıda bahsettiğim türden yazılar karalama ihtiyacı hissederim.
En çok biz kadınlar kızdık Neco’ya.
Çünkü yumuşak karnımıza dokundu. Gittiği yerde genç bir kadın bekliyordu onu.
Hani derler ya... Cenazelerde herkes kendi ölümüne ağlarmış aslında. Biz de bir genç kadın uğruna kendi terk edilişimize öfkelendik. Hiç başımıza gelmemiş olsa bile gelecek olma ihtimaline, Neco’nun şahsında bütün erkeklere kızdık. Adaletsizliğe sinirlendik.
Kızı Ayşe bile, annesinden çok kendisi için üzüldü belki. Yalnız kalmanın kadınlar için kaçınılmaz son olduğuna dair bir yazı yazdı.
Fakat bu pazar, Ayşe Arman’a verdiği röportajdan öğrendik ki Neco’nun gidişinin yeni bir aşkla ilgisi yokmuş aslında. Yeni bir hayatı seçmiş sadece.
Olabilir.
Ama bizim de bir suçumuz yok. Gidişiyle yeni ilişkisi aynı zamana denk gelince yanılmış olmamız normaldir.
* * *
Ben şimdi başka bir noktaya değineceğim esas.
Neco aslında hiçbir yere gitmiş değil. Durduğu yerde duruyor. Hatta onu yıllar boyu boğan şeyler nelerse onların içine daha da çok dalmış bulunuyor.
Hesap veriyor mesela.
Hálá herkesin kendisini haklı bulmasına, takdir etmesine, sevmesine çalışıyor. Netice olarak "kokuşmuş" toplumdaki yerini korumaya uğraşıyor. İnkár etse de yapmış oluyor bunu.
Televizyonda canlı şov programlarına katılıyor ki az stres değildir. Eskiden pek görmezdik oysa kendisini.
Kavga ediyor, mahkemelere veriyor falan...
Ama haklıdır.
"Gitmek" öyle kolay değildir.
İstanbul’dan Bodrum’a taşınınca gitmiş sayılmaz insan.
"Her şeyi bıraktım, kendimi alıp gittim" diyor röportajında.
İşte bütün mesele de bu zaten.
Kendini aldın mı her şeyi aldın demektir. Esas kendisini bırakacak ki...
"Nasıl olacak bu?" demeyin, bilmiyorum zira. Ama böyle olması gerektiğini biliyorum.
Öteki türlüsü "gitme" süsü verilmiş yer ve eş değiştirme halidir.
Yoksa misal Amasya’dan Konya’ya tayin olmuş memur da gitmiş olur, eşinden her ayrılan da.
"Gittim" demekle gidilmez kısacası.
Ve gitmenin bedenden ziyade ruhla, zihinle ilişkisi vardır. Belki eskilerin "ermek" dediği şeydir "gitmek".
Ama her şeye rağmen Neco’nun yaptığı da adı ne olursa olsun az şey değildir. Çoğumuz, mesela şikáyetçi olduğumuz kasabımızdan bile vazgeçemezken...
MIŞ-MUŞ
Erdoğan, eşine yönelik "Türbanını çıkarsın" sözleri için "Haremimize bile girdiler" demiş.
Bre zındıklar! Bundan böyle selamlıktan öteye geçilmeyecektir! Padişahımız ferman buyurdular, haberiniz ola!
Çankırı Ilgaz Dağı’nda 3 yıldızlı otelin açılışını, beş vali, bir TBMM Başkanvekili ve milletvekilleri yapmış.
Yıldızı az, yaldızı bol.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2006
İnsanoğlunun burnunun dibindeki güzellikleri fark edebilmesi için illaki birilerinin işaret etmesi gerekiyor. Foça’yı böyle bilmezdim ben mesela...
Bu kadar güzel olduğunu...
Kardeşim seyretmiş "İlk Aşk"ı, "Git Foça’yı gör, aşık olursun" dedi.
Oldum hakikaten. Film de güzeldi ama illaki Foça! Daha önceleri neredeydiniz?
Foça’ya değil kendime söylüyorum elbet. Foça oradaydı, ben de İzmir’deydim lakin aklım başımda değildi. Bir karış havadaydı. Yaş icabı...
Taşı, toprağı, evi, duvarı, çiçeği, böceği fark etmeye başladığım yıllarda ise çoktan İstanbul’daydım.
Fark etmeye başladım dediğime bakmayın. Başta dediğim gibi birilerinin göstermesi gerekiyor illaki.
Kendi kendimize görmeyi beceremiyoruz. Bir film ekibi önümüze düşmeli mesela... Asmalı Konak ekibi Kapadokya’ya gitti, Kapadokya kıymete bindi biliyorsunuz. Bir ara Mardin’e gittiler, Mardin evlerini keşfettik. İkinci Bahar’ın ardından Samatya’ya Türkiye’nin her yerinden turlar düzenlendiğini hatırlarsınız.
Foça’ya tur düzenlenmez gerçi... Sinema filmi çünkü "İlk Aşk".
Bir kere görmeye aymaz bizim insanımız. Her hafta gözüne sokulacak ki...
Kardeşim işi gücü bırıktığımızda Foça’ya yerleşelim diyor.
Site falan olmaz ama. Filmdeki eski Rum evlerinden olacak.
Avlusuna sofralar kuracağız.
Ama bizim ipimizle kuyuya inilmez.
Geçenlerde de Cunda’ya yerleşiyorduk. Alaçatı da var portföyümüzde!
Yaşlılığımız kamyon tepesinde geçecek herhalde. Bir sene orada, altı ay burada konaklayarak. Ama hep Ege’de.
Canım Ege’de.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2006
"BEN bir insanla oturmaktan bile sıkılıyordum. İstemiyordum böyle bir şey, çünkü yanındaki insan bir süre sonra seni sahiplenmeye başlıyor. Bense ne kimse bana sahiplensin ne de ben kimseye sahipleneyim istiyorum." "Bir evi paylaşıyoruz. Beraberiz ve de çocuğumun annesi. Saygı duyduğum bir insan. Şartlarıma uyduğu sürece devam eder."
Kaya Çilingiroğlu’nun sözleri bunlar. Şengül Balıksırtı’na söylemiş.
Sinir oluyor insan...
Ama...
Hangimizin şartları yok?
Hangimiz şartları karşımızdakinin koymasına pek hevesliyiz?
Şartlar işimize gelmediğinde çekip gitmeyi istemiyoruz?
İlişkiler, karşı taraf artık şartlarımıza uymadığı için bitmiyor mu biraz da?
Ama bunlar uluorta ifade edilince sevimsiz oluyor demek.
Peki her fırsatta eşlerin birbirine sahiplenmesini, ilişkinin selameti açısından iyi bir şey olmadığını söyleyip durmuyor muyuz?
Fakat Kaya söyleyince... "Hem dersine çalışmamış, hem de şişman herkesten" durumu var galiba biraz.
"Ama bizim kastettiğimiz özgürlük, bir kadını/adamı eve koyup diğerleriyle gününü gün etmek değil" diyeceksiniz.
Tamam.
Fakat karşı taraf, ne pahasına olursa olsun, her şeye rağmen hayatınızda kalmak için ısrar ediyorsa...
Yani siz kimseyi kandırmıyorsunuz, hiçbir vaatte bulunmuyorsunuz kimseye; üstelik itici olmayı göze alarak aslında nasıl yaşamak istediğinizi bas bas bağırarak söylüyorsunuz. Fakat buna rağmen ısrar eden biri çıkıyor.
Bizim "dürüst"ten anladığımızın içine "insanın fikriyle zikrinin bir olması" girmiyor galiba. Pek görmeye alışık olmadığımızdan... Ne halt karıştırırsanız karıştırın, sorulduğunda kitaptan alınma konuşmalar yapacaksınız. İdeal insan konuşmaları.
* * *
Aslında kadın açısından yıkmak istediğimiz bir şeyin savunuculuğunu yapıyoruz bir yandan da.
Bir kez sevişti mi bir erkek, kadın onun helali, namusu, şusu busudur artık! Ömür boyu sırtında taşımalıdır kadını!
Bu durumdan hoşlanan çok kadın var.
Erkeğin kendisini babalığa hazır hissetme hakkı da yok. Bir kez bile kadınla sevişmiş olması bu hakkı elinden alıyor gibi bir durum var.
Bakın, son olarak, Kaya Çilingiroğlu çocuklarına, annelerine tecavüz ederek sahip olmadı.
Kadınlar tarlada çalışıyor da değillerdi. İkisi de iş güç sahibi, yaşını başını almış, görmüş geçirmiş insanlardı. Hayatı, insanları, erkekleri tanıyan kadınlar olarak Kaya Çilingiroğlu’ndan çocuk sahibi olmayı istediler, seçtiler. En uygun onu gördüler demek.
Evet, bazı konuşmalar, tavırlar, en önemlisi ortadaki fotoğraf, ben dahil çoğu kadını kızdırıyor. Ama o fotoğrafa taraflı ve yüzeysel bakıyoruz ve de yanlış insana kızıyoruz gibime geliyor.
MIŞ-MUŞ
Kadınların rakı tüketimi artmış.
Rakı içiyoruz, maça gidiyoruz, aldatıyoruz, pantolon giyiyoruz... E, öteki tarafa "er kişi niyetine" gideriz artık!
Apronda deve kesimi karambole gelmiş.
Karambole gelmeseydi daha şaşaalı bir kesim töreni yapacaklardı herhalde!
İki çocuk babası çocuk doktoru, çocuk pornocusu çıkmış.
Bir de ıslahevine koydular mı fıkra tamamlanıyor!
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2006
Bir erkeğin gerçekten sevdiğini nasıl anlarsınız diye sormuş bir kadın okurum. "Erkekler gerçekten sevmez" deyip kestirip atmak var ama sorunun sahibi büyük ihtimalle genç biridir. (Ama çok da başında değildir yolun tahminimce. Birkaç sevgili devirmiştir. Çok başındakiler bu sorunun cevabını bildiklerini zannederler çünkü, başkasına sormazlar. Yaşlılarsa zaten bilirler. Biraz yol almışlar nedense birden bu konunun cahili hissederler kendilerini.)
Diyeceğim, daha önünde yıllar olan genç birinin hayallerini yıkmak olmaz şimdi.
Nasıl geçer sonra o yıllar?
Yılmaz Erdoğan’ın kulakları çınlasın, hiç olmazsa "Ben senin beni sevme ihtimalini sevdim" bile diyemeden?
Evet, bir ihtimal var tabii.
Aslında sadece erkeklere yüklenmek yanlış. Erkek gerçekten sevmez de kadın sever mi?
Yok aslında birbirimizden farkımız.
Hepimiz hormonlarımızın yalancısıyız.
Şu anda mesela... Önce sevdiğini zannedip sonra sevmediğini anlayan kaç çift ayrılmakta kim bilir.
*
Fakat dediğim gibi, kadının da erkeğin de gerçekten sevme ihtimali var tabii.
Birçok örneğine rastlıyoruz nitekim gazetelerde.
Bakıyoruz, eli ayağı düzgün bir kadın, belden aşağısı felçli bir erkekle evleniyor. Aşık olmuş.
Ya da adam karısına böbreğini vermiş, el ele gülümsüyorlar objektife.
Veya evlendikten üç ay sonra yatağa mahkûm olan eşine hayatını adayan bir kadın...
Geçmişte aşkı için tahtını terk etmiş olan krallar da gördük.
Falan filan.
"Gerçekten sevmek" deyince bunlar geliyor benim aklıma.
"E, şimdi adamın sevgisini ölçmek için böbreğini mi isteyeceğiz?" diyeceksiniz.
Değil elbet.
Gereği yok.
Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir zaten. Anlarsınız siz.
Yani "Ay harika sevişiyoruz!"lara bakmam ben.
Bu, birbiriniz için harika birer partnersiniz anlamına gelir daha ziyade, ki bir yerlerde daha harikası mutlaka vardır.
Fakat bunları söyleyip de genç okurumun moralini bozacak değilim.
Bunun yerine "Erkek ha bire sevişmek istiyorsa sahiden seviyordur" diyeceğim.
Siz de buna karşılık "Ama ona bakarsanız, bakkalın çırağı, komşunun kocası, apartmanın kapıcısı, kısacası bütün erkekler karşılarına çıkan bütün kadınlarla hemen oracıkta sevişmek isterler" diyeceksiniz.
Benim de maksadım buydu zaten.
Size bunu söyletmek...
*
Bakın...
Hani bir kelimeyi kırk kere üst üste tekrarlayınca kelime yabancılaşır ya... Anlamını kaybeder hani...
Aşk bende o hale geldi.
Yaza yaza, okuya okuya...
Aşk nedir, var mıdır yok mudur... Kimdir sahici áşık...
Bende ciddiyetini kaybetti konu, ona üzülüyorum.
Belki geçer bilmiyorum fakat şu sıralarda aşka takmış biri, misal "N’olur söyleyin, ıspanakta demir var mı?" diye tepinen biri gibi benim için.
"Kızım, dur tepinme! Her ihtimale karşı ye ıspanağı; demir varsa vardır, yoksa da dünyanın sonu değildir, damak zevkini tatmin etmiş olursun" demek istiyorum.
MIŞ MUŞ
CHP’ye göre AKP fuhuşu patlatmış.E, sakınılan göze çöp batar.
Bülent Ersoy, Baykal’a tazminat ödeyecekmiş.Tazminatı Ersoy ödeyecek fakat bakalım acısını kim çekecek... Gencebay mı, Gündeş mi...
Diyarbakır’da patlayan kazanı bir gün önce çocuklar tamir etmiş.Türkiye’de kaza "geliyorum" der.
Haftada 70 saatten fazla çalışanların seks hayatı tehlikeye giriyormuş.Demek işyerlerinde gırla giden aşna fişne işlerinin nedeni bu tehlikeyi bertaraf etmekmiş!
35 yıl sonra buzul kalmayacakmış.Milletçe alışkanlıkla, stok için buzula hücum edebiliriz!
Yazının Devamını Oku