14 Aralık 2006
AŞAĞIDA, kendisini "eski bir katil" olarak adlandıran, bir zamanlar bir belediyede itlaf ekibi amirliği yapmış olan emekli bir memurun itiraflarını ve pişmanlığını okuyacaksınız. Nimet Yıldırım göndermiş bana. Teşekkür ediyorum kendisine. Ve seve seve yer veriyorum köşemde. Birilerinin insafa gelmesi, sokaktaki dostlarıma bir faydası dokunması umuduyla...
Ama bir yandan da okuduklarımdan sonra insandan umudumu iyice kesmiş olarak.
***
20’li yaşlardaydım.
Bir belediyede zabıta memuruydum. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi’nde okuyordum.
Bir gün zabıta amirliğine bir şikáyet telefonu geldi. Adamın biri bahçesine bağladığı köpeğinin gözlerinden kuduz diye şüphelenmiş.
Amir, "O işi üzerine al" dedi. Gururum okşandı.
.......
7.65 çapında bir tabanca verdiler elime, "hadi" dediler.
Köpeğe yaklaştığımda önce elimdekini yiyecek bir şey sanıp kuyruğunu sallamaya başladı. İyice yanaşıp alnına nişan aldım.
Son birkaç saniyede onu öldüreceğimi anlamış gibi canhıraş ipini çekmeye çalıştı.
Tetiği düşürdüm.
Alnının tam ortasında bir beyazlık gördüm sanki, ardından kan fışkırdı. Hayvan geriye doğru bir takla attı. Sürünerek zincirinden kurtulmaya, benden kaçmaya çalışıyordu. Bir daha sıktım.
Boynu düştü.
Beni tebrik ettiler.
.......
Aslında duygusal bir insandım. Hatırı sayılır dergi ve gazetede yayınlanmış onlarca şiirim vardı. İşin garibi, yakında psikoloji öğretmeni olacaktım. Ama bunlar hayvan katliamı yapmamı engellemiyordu.
.......
Genellikle şehrin dışındaki gecekondu mahallelerine öldürmeye giderdik.
Oradaki köpekler kuru ekmeğe hasretti. Bizim kıymanın kokusunu metrelerce uzaktan alır, etrafımızda pervane olurlardı.
Kıymayı attığımızda bu karşılıksız iyiliğimizin mantığını çözemeden, minnet dolu şaşkın bakışlarla havada kaparlardı.
Sonra...
Sonra titremeye başlarlardı.
Ardından nefes almaları zorlaşırdı.
Ağızlarından, burunlarından köpük çıkmaya başlardı. Bazen kan kusarlardı.
Bunlar olurken gözlerimize bakmaya çalışırlardı. "Beni kurtarabilir misin?" der gibi bakarlardı.
.......
Bazıları çığlık çığlığa can çekişirken bazıları hafif iniltilerle, bazıları da sessizce ölürlerdi.
.......
Kıyma yetsin diye az atardık. Az attığımız için daha zor ölürlerdi.
.......
Yaşlı bir adam, bizi bir kömürlüğe götürdü bir gün. Bir köpek doğurmuş, 7-8 yavru yapmıştı.
.......
Ana bizi görünce tedirgin oldu. Ancak kıymayı görünce sevindi, ete doğru uzandı, kuyruğunu salladı. Bakışlarıyla teşekkür etti.
Sonra titreme nöbetleri başladı. Sarsıldıkça yavrularının ağzı memesinden kopuyordu, onları patisiyle tekrar memesine iterken ölüm nöbetleri sıklaşıyordu.
İhtiyar, "Yavrularına da verin" diye sürekli söyleniyordu. Ama çok miniklerdi, yemekte zorlanıyorlardı.
Bu arada ağzından köpükler çıkmaya başlayan anne, bana doğru sürünerek geldi. Ayağımı, ellerimi yalamaya başladı. Bir yandan burnunun ucuyla yavrularını iterek yerdeki zehirli kıymadan uzaklaştırmaya çalışıyor, diğer yandan gözlerime yalvararak bakıp, "Ne olur onlara zehirli kıyma verme" der gibi başını sallıyordu.
.......
İhtiyar adam yavruları gösterip, "Memur bey, ağzını parmaklarınla açıp öyle sok kıymayı" deyip duruyordu.
Birdenbire bir şeyler oldu bana.
.......
Sanırım yavruların hali etkilemişti beni. İçimdeki insani duygular canlanmıştı.
"Öldürmüyorum lan p......k! Defol git!" diye bağırdım.
.......
Sonraki günlerde vicdan azabı beni kuşatmaya başladı. Bu azap gün geçtikçe çığ gibi büyüdü.
.......
Hiçbir zaman aklımdan çıkmadı yaptığım katliamlar. Otururken, kalkarken, yerken, uyurken... Gülme yeteneğimi kaybettim o günden sonra. Daha suskun, daha içine kapanık oldum.
.......
Her insanın içinde bir katil vardır. Genlerinde mağara döneminden kalma öldürme güdüleri vardır.
İnsan beyni bilimle, sanatla, sevgiyle aydınlandıkça bu güdüler azalır ve yok olur.
Sonraki yıllarda karınca ezmemek için yolumu değiştirdim. Odamdaki sivrisinekleri camları açıp çıkarmaya çalıştım. Asla öldürmedim.
Ama köpekler...
Onlarla asla göz göze gelemedim.
Onlardan utandım.
Onlardan kaçtım.
.......
İtlaf ekibindeki arkadaşlar...
Lütfen öldürmeyin.
.......
İçinizde bir damla insanlık varsa, her öldürdüğünüz köpek için bin kez öleceksiniz.
Hayvanları şikáyet eden ruh sağlığı bozuk bazı kişilere alet olmayın lütfen.
Sokağını bekleyen, orayı sahiplenen köpekleri öldürtmek isteyen psikopatların maşası olup masum canlara kıymayın lütfen.
***
Bu katliamların son bulduğunu zannetmeyin sevgili okurlar. Birçok belediyede itlaf ekipleri işbaşında. Yöntemler değişiyor sadece.
MIŞ-MUŞ
Sosyete, Konya’ya Şeb-i Arus törenlerine gidiyormuş.
Biri, "Mevláná kış daveti veriyormuş" dediyse...
*
Orhan Pamuk, "Çalışınca oluyor" demiş.
"Haset etme ne olur, çalış senin de olur"
Nobelli edebiyatçı, kamyon edebiyatını onayladı!
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2006
KÖŞE yazarı olmak isteyen okurlardan mektup geliyor bazen. Hatta sık sık.<br><br>"Ne yapmamız lazım?" diye soruyorlar. Hiçbirine cevap vermedim bugüne kadar. Ben de tam olarak bilmediğimden ne yapılması gerektiğini...
Fakat dokuz sene içerisinde yavaş yavaş bir fikir oluştu haliyle. Bugün bütün heveslilere, toptan, naçizane bir yol göstereyim diyorum.
Arkadaşlar!
Bir kere önce şunu biliniz ki, memleketimizde köşe yazarları ikiye ayrılır.
Bir: Köşesinde kalanlar.
İki: Köşesine sığmayıp manşete taşanlar.
Karar vereceksiniz önce, hangi gruba dahil olmak istersiniz... Daha doğrusu bakacaksınız, yatkınlığınız ne tarafadır...
Birinci grup köşe yazarı olmak için kesip saklanası yazılar yazacaksınız. Her yazınızda en az on tane veciz olabilecek söz bulunacak. Ağzınızla kuş tutacaksınız adeta.
İkinci gruba girmek istiyorsanız, bir, kadın olacaksınız, iki, genç olacaksınız, üç, güzel olacaksınız. Bunlar yeterli değil ama. İlaveten, birinci grup özelliklerinin yanından bile geçmeyeceksiniz.
Ondan sonra artık ne yazdığınız önemli değil. İsterseniz boş çıksın köşeniz. Bir bakmışsınız manşetten vermişler sizin köşeyi...
"Yazarımız öyle güzel boş bıraktı ki köşesini, yani olursa bu kadar olur."
Ne o, kafanız mı karıştı?
Karışmasın!
Burası Türkiye.
Ye memem ye!
Sadece yazarı olduğunuz gazete değil, rakip gazetelerin bile manşetine çıkabilirsiniz.
"Falanca gazetenin yazarı dünkü yazısında dedi ki..."
Bakarsınız, ne demiş...
Bir şey yok.
Ama olsun.
***
Tabii herkesin yeri ayrı.
Her iki gruba da yer var.
Birinin varlığı ötekine mani değil.
Bir butiğe girdiğinizde, her parçanın sizin zevkinize uygun olması mümkün mü? Seçer alırsınız.
Fakat vitrine çoğunluğun beğeneceği malları koyarlar.
Ve yöneticiler aptal değildir. Çoğunluğun neyi beğendiğini, neyi istediğini çok iyi bilirler.
Bu ne demek?
İşin ucu yine geldi okura dayandı demek.
Belki gazetelere de televizyon için girişilen "sarı kurdele" harekátının bir benzeri gerekiyor.
Ama konumuz bu değil.
Köşe yazarı olmak isteyen okurlara yol gösterecektik. Son olarak bir şey söyleyeyim bari, her durumda "altyapı"nız sağlam olacak arkadaşlar. Bilmem anlatabildim mi?
MIŞ-MUŞ
Öcalan, aile içi şiddete karşıymış.
Eve iş götürmeyenlerden demek!
*
Diana’nın on yıl önce hayatını kaybettiği kazada şoför normalin üç katı alkollüymüş.
Olay taksit taksit aydınlanıyor.
*
Bir kadın, çaldığı üç bileziği cinsel organında saklamış.
E, hırsıza karşı en güvenli yeri en iyi o bilir.
*
Üç kadından biri cinsel yönden isteksizmiş.
Ya da başka bir deyişle, "Üç erkekten biri, bir işe yaramıyor".
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2006
HAYATLA film birbirine paralel gidiyor. Fakat bu da tavukla yumurta hikáyesi gibi bir nevi.<br><br>Hangisi hangisini takip ediyor? Dün gece uykum kaçtı, sabaha karşı baktım kanalın birinde eski bir Türk filmi... Hani o "Bu ne aşk Yarabbim!" dedirtenlerden.
Başka türlüsü var mıydı zaten?
Hep daha büyüğü, daha vurucusu, daha yürek paralayanı.
Yapımcılar arasında rekabet öyle yaşanıyordu zahir. "Senin çektiğin filmde esas oğlan verem mi oluyor aşkından? Al bakalım benimki de hem verem hem kötürüm!"
Paralel gidiyor dedik ama hayatta zırt pırt veremli áşıkla karşılaşılmadı hiçbir zaman. En fazla, kızlar ailelerini tehdit ettiler: "Sevdiğime vermezseniz kendimi öldürürüm." Sanatoryuma uğramadan kısa yoldan mutlu sona gidildi.
Ama neticede "şiddetli aşk" vardı. Hayatta da, filmlerde de.
Ve iyi insanlar...
En kötü karakter, esas kıza göz koyan gazino patronuydu ki o da sonunda mutlaka insafa gelir, aradan çekilirdi.
Hayatta ise gazino patronu bile yoktu.
Filmlerde kötüler mutlaka cezasını bulur, kimsenin yaptığı yanına kár kalmazdı.
"İyi"nin eninde sonunda aklanmadığı tek senaryo yoktu.
Hayatta da üçkáğıtçılıktan abad olmuş bir komşumuzu hatırlamıyorum. Ne iş yaptığı belirsiz ama zengin bir tanıdığımız olduğunu...
Bir yerlerden 150 bin dolar bulmuş olan bir genç kadından bahsedildiğini...
Fakat dediğim gibi, bilmiyorum hangisi hangisini takip ediyordu.
Ama hayatın filmlerden kopya çektiğini varsayalım biz. Hem madem habire dizilerin ahlakı olumsuz yönde etkilediği söylenip duruyor...
O halde mütemadiyen eski Türk filmleri gösterilirse kanallarda... Ama öyle kör vakitlerde değil. En seyredilir saatlerde.
Adeta kürünü yapar olsak...
Erkekler aniden sevdi mi tam seven adamlar oluverirler mi acaba?
Ya da ne bileyim, adamın biri dürüstlükten çatlıyor bakıyorsunuz...
Trilyonları elinin tersiyle itiyor falan...
"Fakir ama gururlu" insanlar etrafta...
Mahalleli derdinizi dert edinmiş...
Bütün kızlar "kız" hakikaten...
Sevgilinizle sizi ayıran kader, misal on sene sonra tekrar bir araya getirene kadar ne sevgiliniz ne siz kimseciklerle göz göze bile gelmiyorsunuz...
Evlilikler... Ha bakın evliliğe faydası olur mu eski Türk filmlerinin onu bilmiyorum. Zira örnek teşkil edecek tek film hatırlamıyorum. Daima nikáha doğru biterdi filmler. O büyük aşklara vuslattan sonra ne olurdu hiç bilemedik.
Neyse...
Ne dersiniz, vakit çok mu geç yoksa?
Yani "sabah oldu, çok fazla saçmalamadan yatayım mı?" diye soruyorum.
MIŞ-MUŞ
Kurban Bayramı ile yılbaşı aynı güne denk gelince Diyanet, "Yılbaşı gecesi kurban eti yenebilir" açıklamasını yapmış.
Fakat ben esas, "Hindi kurban edebilir miyiz?" diye merak edenlerin çok olduğunu düşünüyorum.
Sağlık sistemi değişiyormuş.
"Hasta olmak yasaktır!" Bir tek bu kalmıştı, bu olabilir.
Sokaktaki çocuğun hayali doktorlukmuş.
Canlarım benim... Hastaneler daima çok sıcak olur ya...
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2006
Komedyenleri gruplandırmak gibi bir niyetim yoktu hiç. Sakin sakin oturmuş televizyon izliyordum ki, komedyen olduğuna hükmetmiş bir beyefendi dahil oldu izlemekte olduğum programa.
Ve birden taklit yapmaya başladı.
İşte ne olduysa o anda oldu, robot misali yerimden kalktım ve elime káğıdı kalemi aldım.
Kabak onunla beraber başkalarının da başına patlamış oldu.
Alınanlar olursa kabahat benim değil, o beyefendinindir.
*
Nostaljikler...
Hakikaten bir kereliğine, bir oyun, bir film, bir TV programı vs. içerisinde komik oldukları görülmüştür.
Lakin bir daha bir kişiyi bile gülümsetebildiklerini ne gören ne duyan olmuştur.
*
"Allah’ım ne kadar komiğim"ciler...
Öyle komik bulurlar ki kendilerini...
Kendi kendilerine gülmekten yerlere yatarlar.
Yattıkları yerden kalkıp etrafa baksalar bir... Başka gülen olmadığını göreceklerdir ama...
*
Umut vaat edenler...
Kendilerine ne hikmetse "komik" etiketi yapıştırılmıştır fakat hayatlarında dişe gelir bir espri yaptıkları duyulmamıştır.
Halk, yüz kasları hazır beklemektedir.
Fakat heyhat!
Ama Allah’tan ümit kesilmez elbet!
*
Aile içi komedyenler...
İşe, beş yaşındayken, kedi, köpek, uçak araba sesi taklidi yaparak başlarlar.
Saf yaradılışlıdırlar.
Küçüklüklerinde amcalarıyla teyzelerini güldürebildikleri gibi, şimdi bütün Türkiye’yi güldürebileceklerini düşünürler.
Hepsinin repertuvarı aynıdır. Şansal Büyüka, Mehmet Ali Birand, Hıncal Uluç taklidi.
Biri de çıkıp kendilerine taklidin modasının geçtiğini fakat çok istiyorlarsa arkadaş toplantılarında tatmin olabileceklerini ama Allah rızası için bizi rahat bırakmalarını söylemez herhalde.
Ben söyleyeyim bari.
*
Sahici komedyenler bu gruplardan hiçbirine dahil değildir elbet. Ama geri kalanları birinden çıkarıp ötekine, ötekinden çıkarıp berikine sokabilirsiniz.
İlişki meraklılarına...
Kaç yazı okudunuz kim bilir bugüne kadar kadın-erkek ilişkisi üzerine...
Kimler ne akıllar verdi...
Ne tecrübeler aktarıldı...
Köşeler, sayfalar, kitaplar dolusu.
Hálá işin sırrına eremediyseniz alın size bir tane daha!
Birol Güven’den "Yatak Odası Diyalogları" Alfa Yayınları’ndan çıkmış.
Fakat şöyle bir tehlikesi var bu kitabı okumanın: Artık ilişki denen şeyi ciddiye almamak.
Çünkü çok komik.
Daha doğrusu biz çok komiğiz.
Birol Güven bizim diyaloglarımızı yazmış zira. Okurken "Bu adam bizim evi dinlemiş olabilir mi?" diye düşünebilirsiniz.
İlişkinize karşıdan bakmış oluyorsunuz yani. Ve mesele zannettiğiniz bir sürü şeyin aslında ne komik olduğunu görüyorsunuz.
Kadın-erkek üzerine yazdığım her yazı "bis" alıyor adeta. Aradan yıllar geçiyor, "Hani sizin şöyle şöyle bir yazınız vardı onu bir daha yayımlar mısınız?" diyenler oluyor. İşte bu okurlarıma diyorum ki "Birol Güven’in kitabı tam size göre."
Sırf diyalog da değil. Mesela kadınların ne istediğine dair çok doğru tespitleri de var Güven’in.
Bir ipucu...
"Kadın, cinselliğin, erkek akşam eve geldiğinde değil de sabah evden çıkarken başlamasını ve tüm güne yayılmasını istiyor.
Kadın, yatak odasına girmeden önce telefonlar, mesajlar, küçük hediyeler, sürprizler bekliyor. Zamana yayılmış anlık bir cinsellik, kadın için görev icabı yapılan sıkıcı bir eyleme dönüşüyor ve kadın, erkeğin sanki karnını doyurur gibi bu ihtiyacını karşılamak istemesinden hoşlanmıyor."
MIŞ MUŞ
Æ Akıllı beton icat edilmiş.Sevimlisini icat etselerdi daha memnun olurduk.
Æ 42 yaşındaki bir işadamının 36 yaşındaki eşi "Kocam beni 62 yaşında bir kadınla aldatıyor" diyerek boşanma davası açmış.
İşte bu, "adamın köpeği ısırması" misali bir haberdir!
Æ Ankara da AB gibi ilişkilerde frene basmaya hazırlanıyormuş.
Tavşan dağa küsmüş!
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2006
BANU Alkan ha bire yer değiştiriyor gözümde. Önceleri kızıyordum. Dünyasının otrişlerle, dantellerle örülü olmasını anlayamıyordum.
"Fakir kız"ı kürkle, ipek elbiseyle oynamaya kalktığı anlatılırdı. Belki bu da şehir efsanesi gibi bir şeydi, bilmiyorum ama...
"Aptal sarışın"ı temsil ediyordu adeta.
Ama sonra hep beraber gördük hiç de aptal olmadığını. Hiçbir iş yapmadan (aradaki tek şarkılık CD’ler işten sayılır mı bilmiyorum) bu kadar süre gündemde kalmayı başarabilmek, üstüne üstlük para da kazanabilmek, hoşumuza gitmeyen türden bile olsa bir zeká gerektirir, kabul edelim.
Üstelik bu topraklarda pek de yabancısı olmadığımız şekilde "gerekli adamlarla gerekli yakınlıkları kurmak" suretiyle yapmadı bunu.
Tamam, gündeme gelmek pek zor bir iş değil bu memlekette. Hele son zamanlarda. Fakat üç ay, beş ay, bir sene, bilemediniz iki sene sürsün. Banu Alkan’ınki on seneyi aştı.
***
Son günlerde ise gözümde bambaşka bir yerde Banu Alkan.
Bu defa bir Anadolu kadını adeta.
Hani, yaşadıklarıyla yüreğimizi burkan, insanda koruma kollama isteği uyandıran kadınlardan...
Hele en son televizyonda ağlarken gördükten sonra...
Dayak yemiş.
Hálá her şeye rağmen, anlamadığım bir biçimde sevmeye devam ettiği adamdan ve onun karısıyla kaynanasından.
Bakmayın siz onun durmadan "Paris Paris" dediğine...
Ara sıra "Banu Alkan’a kimse böyle davranamaz!" diye çıkışlar yapmasına...
O da korunmaya muhtaç.
Ama üzerinde kırmızı saten elbise olduğundan fark edemiyoruz bunu.
Kızıyoruz üstelik.
"Kulağıma kulağıma vurdu Murat" diye ağlayarak anlatırken yaşadıklarını, eminim gülen çok olmuştur.
Ya da ne bileyim inanmayan, aldırmayan... Hatta "Beter ol" diyen. Çünkü Barbi Bebek kılığındaydı o esnada. Her zamanki gibi.
İnsanlarda acıma, üzülme, isyan duygularının harekete geçmesi, duruma el koyma isteği uyanması için, karşıdakinin görünüş olarak da acz içerisinde olması gerekiyor. Yaşadıkları yetmiyor.
"Ama o kaderini kendi çizenlerden" diyebilir, dediklerime itiraz edebilirsiniz.
İyi ya... Daha da hüzünlü. Kalem elinde ama çizdiği bu.
***
Aslında Banu Alkan "kadın" bile değil bana göre.
Çocuk o.
Hani altında "Tek istediği bir bisikletinin olması" yazan çocuk fotoğrafları görürüz bazen gazetelerde...
Banu Alkan’ın da tek istediği parlak elbiselerinin olması.
Bisikleti anlıyoruz da kırmızı saten elbiseyi neden anlamıyoruz?
MIŞ-MUŞ
İran Dışişleri Bakanı "AB Türkiye’ye kurban olsun" demiş.
İş şimdi kurban olmayı AB’lilere tercüme etmeye kaldı!
*
Üzerindeki yazıyı kendisi temizleyen káğıt yapılmış.
Bundan ötesi "bir köşe yazıcısı"nın hayali... Konu başlığı káğıda doğru fısıldanıyor, káğıt gerisini getiriyor!
*
Hızlı feribotlarda, geliş ve gidişe göre, kıbleyi okla gösteren tabelalar varmış.
Lodosta ise başınızın çaresine bakacaksınız! Her şeyi yetkililerden beklemeyin!
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2006
ALMANLAR "sprey prezervatif" geliştirmişler.<br><br>Bu kadarını okuduğumda "asrın buluşu" gibi geldi bana. Aletin "prezervatif" kısmından ziyade "sprey" kısmına yoğunlaştığımdan... Dedim, herhalde "sinek kovucu" gibi "sperm kovucu" bu da. Fıs, fıs... O kadar.
Büyük kolaylık.
İnsanoğlu nihayet bu konuyu da halletti. Neredeyse ölüme çare bulunacakken, binbir yönteme rağmen hálá hiçbiri şöyle "hah" dedirtecek cinsten değil zira doğum kontrol yöntemlerinin... Kimi riskli, kimi zor, kiminin yan etkisi var, kimi komik...
Hangisi komik derseniz, prezervatif elbet.
Yani o esnada o şeye yağmurluk gibi bir şey giydirilmesi...
Üretici firmalar da yağmurluk muamelesi yapıyorlar zaten ki renklisi, puanlısı falan çıkıp duruyor. Biraz zorlamayla kapüşonlusu bile var diyebiliriz.
Fakat birden Almanlarınkinin de önünde sprey olmasına rağmen sonunda yine bir prezervatif olduğunun farkına vardım.
Farkına vardım ama "asrın buluşu" olduğu fikrimden caymadım. Nihayetinde spermlerini ister öldürsün, ister hapsetsin, bir sprey sıkımı emek, mesai nedir ki?
Üstelik büyük geldi, delindi, çıktı derdi yok.
Derken, tam olarak bu da değilmiş.
"Sen de birdenbire okuyuver şu haberi, kelime kelime ilerleyip yorum yapacağına..." diyeceksiniz.
Okuyorum elbet.
Bu yorumlar okuma esnasında gözün kelimeden kelimeye, satırdan satıra geçiş süresi içerisinde yapılıyor.
Neyse uzatmayayım, meğer erkek, cinsel organını, ilişkinin hemen öncesinde bir kutuya yerleştiriyor, 5 saniye sonra kullanılmak üzere, latekslenmiş olarak çıkarıyormuş kutudan.
Hakikaten "Ay inanmıyorum!"
Erkek isterse "tahrik gücü yüksek bomba" olsun, değil mi ki bir ara gidip bir kutuya girmektedir... Mümkünse o kutuda sonsuza kadar kalsındır!
Zaten bizde de üretilmeye başlanırsa olacağı budur.
Yani bir gün mutlaka alet arıza yapacak ve penis kutuda kalacaktır. Bakmışsınız hastanelerde "kutu vakası".
Ya da düğme takılı kalacak, üç kat, beş kat, on kat derken, penis lateks manyağı olacaktır.
Sahi, kimlik de kaplar mı acaba bu alet?
Zihni Sinir, Almanya’ya mı yerleşti diye merak ediyorum.
MIŞ-MUŞ
Papa, Türkiye ziyareti için "Unutulmaz bir deneyimdi" demiş.
Unutamaz tabii, Hıristiyan geldi, Müslüman gidecekti az daha.
Başmüzakereci Babacan, "Türkiye’nin hızı AB’yi korkuttu mu diye düşünüyoruz" demiş.
Sürat felakettir! Gördüğünüz gibi her durumda.
İkiz Kuleler’e hálá mektup gidiyormuş.
Adres: Soldan üçüncü çelik yığınının arkası.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2006
DÜŞÜNDÜM de benim hayatımdan film çıkmaz.<br><br>Zira çenem durmaz benim. Hayatımın hiçbir döneminde durmadı.
"Ne alakası var?" diyeceksiniz...
Binbir Gece’yi seyrediyorsanız Şehrazat’ın ne ketum olduğunun da farkındasınızdır.
Kadın -belki de içten içe sevdiği- erkeğin gözünde "para karşılığı erkeklerle beraber olan kadın" olma pahasına konuşmuyor.
Ben olsam daha ilk gün, yani 150 bin doları istediğim gün çözülürdüm.
"Ah Onur Bey sormayın başımıza geleni..." diye başlar her şeyi anlatırdım.
Onur Bey de eşek değil ya, çıkarır parayı verirdi.
Film de burada biterdi.
Eski Türk filmlerini düşünün...
Bütün hikáye, kadının bir türlü konuşamaması üzerine kurulurdu.
Ortada erkeğe açıklanması gereken bir gerçek vardır fakat kadın bir türlü punduna getirip anlatamaz.
Tam anlatacak gibi olur, erkek dinlemez. Ondan sonra gelsin ayrılıklar, pavyona düşmeler...
Neyse ki gerçeği bilen bir de yan karakter vardır her filmde. Fakat onun da konuşması için illaki emrihak vaki olması gerekir. Neyse, son nefesinde "Durum böyleyken böyle" der, erkek de koşar kadını bulur falan filan.
Yoksa kadına kalsa hálá susacak, filmin de bir türlü sonu gelmeyecektir.
* * *
Yani hayatınız film tadında olsun istiyorsanız ketum olacaksınız.
Dediğim gibi, benim hiçbir zaman çenem durmadı. E, karşımdakinin hakikati bilmemesinden kaynaklanan bir enteresanlık da yaşamadım haliyle. Öyle düpedüz sürdü gitti hayatım.
Bakın aslında bu mesele de tartışmaya açılabilir.
"Siz olsaydınız, paranın, çocuğunuzun hayatı için gerekli olduğunu söyler miydiniz?"
Erkekler için de bir tartışma konusu çıkartılabilir.
"Kadına, ’bu parayı napıcan?’ diye sormaz mıydınız?"
Günlük hayata baktığımızda bu da tuhaf geliyor çünkü. Yani fahişeliği meslek edinmiş kadının yanından "Bu işi neden yapıyorsun?" diye sormadan ayrılan bir erkeği henüz tarih yazmamışken...
Onur’un hiç oralı olmaması...
Şehrazat, hiç o taraklarda bezi olmayan bir kadın imajı yaratmışken, böyle birdenbire yatağa girince "Hayırdır?" diye sormaz mı insan?
"Üzümü ye bağını sorma" dedi zahir Onur kendi kendine...
Fakat ben böyle mümbit film görmedim. Her bölümü bizi "sorunsallara" gark ediyor!
MIŞ-MUŞ
Papa, Sultanahmet Camii’nde kıyama durmuş.
Vatikan’a dönünce linç edilir herhalde(!) Bizimkilerden biri jest olsun diye istavroz çıkarsaydı biz öyle yapardık çünkü.
Erdoğan, "Geceyarısı Ekspresi imajını değiştirdik" demiş.
Doğru. Fakat gelen imaj, giden imajı aratıyor, o ayrı.
Rusya’da Pravda Gazetesi’nde yer alan habere göre istediğini yemek her derde devaymış.
Eskiden olsa "Ruslar hepimizi yok etmek istiyor" yorumunu yapan bir büyüğümüz çıkardı mutlaka.
Yazının Devamını Oku