Pakize Suda

Dersine çalış!

2 Aralık 2006
Geçtiğimiz pazartesi günü Milliyet’te, Çetin Altın’ın "Küçük Kızın Öyküsü" başlıklı yazısını okurken "Bu benim!" dedim. Öyküdeki kız, ana-babasının durmadan tekrarladığı "Dersine çalış" öğüdüne öyle bir kulak veriyor ki, 78 yaşında hayata gözlerini yumana kadar, durmadan, bıkmadan usanmadan, neredeyse başka hiçbir şey yapmadan dersine çalışıyor. Son nefesini verirken bile "Dersimi bitiremedim" diye fısıldıyor.

Aslında hepimiz buyuz.

En haylazımızın bile içine işlemiş.

Çalışmasak bile biliyoruz.

"Ders çalışmamız lazım!"

Ve derinlerde bir yerde bir suçluluk duygusu daima...

Mesela bir iş gününde, herkes çalışıyorken ve sizin de bir işiniz varken, kaytarıp balık tutmaya gittiğiniz oldu mu hiç?

Veya yatıp uyuduğunuz?

Nasıl hissettiniz kendinizi?

Tam çıkarabildiniz mi tadını?

Yoksa "Kahretsin! Gidip çalışsaydım daha iyiydi" diyecek kadar suçluluk mu duydunuz?

Birileri bizi durmadan ders çalışmaya çağırıyor.

Bakın şu satırlar için bile yarın bir okur uyarabilir beni...

"Ciddi şeyler yazınız!"

"Memlekette bin türlü mesele var, haberiniz yok mu?!"

Eyvah!

Ne var sahi bu sıralar?

Dersime çalışmadım!

Martılara, sararan yapraklara falan daldım da...

Bir yerde bir felaket yaşansa kendimden bileceğim.

"Dersime çalışmadım, ben sebep oldum!"

Öğretmeniniz kalmasa, ana-babanız pes etse, yine de daima birileri bulunuyor sizi uyaracak...

"Dersine çalış!"

Ben de yapıyorum zaman zaman.

Daha bu pazar günü yaptım. Kenan Evren’e.

Dedim ki: "Kimse ciddi bir konuda danışma gereği bile duymuyor. En büyük cezadır bu."

Oysa nesi ceza bunun?

Kendi tercihi bir kere...

Ankara’da dört duvarı kitaplarla dolu bir odada oturup, gelene gidene "Bakınız şimdi!" diye başlayan öğütler verebilirdi.

Oysa Marmaris gibi bir cennette "Güya ben Sibel Can’a demişim ki" demeyi tercih ediyor.

Ferrari’sini satmış adam..

Bense "Dersine çalışmıyor" diyorum hálá.

Tövbe!

Çocuk yapılacak

Bizim kadar planlı programlı millet yoktur!

Üç kişinin biraraya geleceği toplantıları organize edemediğimize, neticenin her seferinde fiyasko olmasına bakmayın.

Hayatımızı organize etmede birinciyiz! Ben bunu da beceremem gerçi. Belki de ajanda kullanma alışkanlığı edinmediğimden.

Fakat şunu bile ajandasına yazanlar var galiba. "Çocuk yapılacak." Hatta nereden temin ediyorlarsa, ileriki yılların ajandasına da not düşüyorlar tahminimce. Çünkü "Dört çocuk yapılacak" diyen var. E, bir seneye sığdırılamayacağından... Hem zaten daha ortada çocuğun babası olacak adam da olmadığından...

Fakat işte çocuk sayısı önceden belli.

Kadınlar yapıyor bunu daha çok. Ünlü kadınlardan bahsediyorum elbet. En son Güzide Duran dört çocuğun müjdesini verdi hepimize.

Analık duygusu doğuştan yerleşmiş oluyor kadının içine demek ki daha ortada sperm yok yumurta yokken, annelik sevincini peşin peşin paylaşmak istiyorlar.

Ancak evlenip barklandıktan sonra "Çalışmalara başladık" diye haber verenlerse gecikmiş oluyorlar ötekilere göre!

Bunu bilir bunu söylerim, planlı olacaksınız! Bakın ben yapamadığımdan çocuk falan da yok.

Bu da bir nevi "dersine çalışmak" olabilir. Öyle kendinizi salak salak hayatın akışına bırakmayacaksınız. En azından sordular mı cevap verebileceksiniz... "Dört çocuk."

Nüfus planlamasına da faydalı. Bilelim kim kaç çocuk yapacak!

MIŞ MUŞ

Æ Yağmur Atacan "Pınar’ın en çok sırtını beğeniyorum" demiş.

Çocuk tecrübesiz, iyi bir şey söyledim zannediyor. Kadın kısmı daha az beğenilen yerlerinin tek tek hesabını sorar oğlum!

Æ Türk erkekleri 60’ından sonra ayda ancak bir kere seks yapabiliyorlarmış.

Ne?! Evi barkı terk etmeye değmez ayol!

Æ Kadınlar üç kat fazla konuşuyormuş.

Kadınların neden çok konuştuğunu bilmem(!) ama erkeklerin neden az konuştuğunu biliyorum. Karşılarında leb demeden leblebiyi anlayan zeki bir cins var.
Yazının Devamını Oku

Eğitim şart değil

30 Kasım 2006
POPSTAR Alaturka’yı seyrediyorum bir süredir.<br><br>Beğenerek. Bir kere bütün yarışmacıların sesi güzel. "Bir şekilde şöhreti yakalayayım da isterse maskara kadrosundan olsun" diyen yok içlerinde.

Jüri de sahiden jüri. "Sansasyon kurulu" değil. Reyting uğruna suni bir itiş kakış içerisinde değiller.

Bir tek Bülent Ersoy’un lafı uzatması var ki o da sıkmıyor.

Konuşma tarzıyla, gözünün boyasıyla, yüzüğünün taşıyla, kahkahasıyla bir ses sanatçısının ötesinde, adeta bir şov yıldızı da olması dolayısıyla dinletiyor, seyrettiriyor kendisini.

Uzatmayayım, sunucusuyla, yarışmacısıyla, jürisiyle, son günlerin moda deyimiyle gayet "düzeyli" Popstar Alaturka. Suyu çıkmış olan yarışmaların onurunu kurtarıyor denebilir.

* * *

Son programda Ebru Gündeş ile Bülent Ersoy arasında, alaylı-mektepli tartışması yaşandı ki bu da sahici bir tartışmaydı bana göre, reytingleri patlatmak üzere kurgulanmış bir şey değildi. Zaten birkaç hafta önce de ucundan dokunmuşlardı konuya.

Senelerdir yapılır bu tartışma. Fakat ne alaylılar mekteplileri, ne mektepliler alaylıları ikna edebilmiştir. Her türlü tartışmada olduğu gibi yani.

"Eğitim şart" diyor Bülent Ersoy.

Şart elbet. Her dalda, herkes için.

Ama "şarkı söylemek" söz konusu olunca tek başına bir işe yaramıyor. Yetenek de gerekiyor. Zaten bunun içindir ki konservatuvara hukuk fakültesine girer gibi giremiyorsunuz, bir yetenek sınavından geçiriyorlar sizi.

Gerçi Ersoy da "eğitimle karga bülbül olur" demiyor ama "yetenek yetmez" diyor.

Oysa yetenek yetiyor.

Önümüzde örnekleri olmasa bu iddiada bulunamayız elbet. Fakat yüzlercesi gelip geçmişse, artık bizim dışımızda, bize rağmen bir gerçek oluşmuş demektir. Aksini iddia etmeye devam etmek, abesle iştigal olur.

Gündeş, İbrahim Tatlıses’i, Kibariye’yi, Mine Koşan’ı örnek verdi.

Doğru isimler elbet. Ama Sezen Aksu aklına gelmedi herhalde. Bugün eğitimli eğitimsiz bütün sanatçıların, karşısında ceket iliklediği Sezen Aksu da konservatuvarlı değildir. Üstelik sadece yorumcu da değil bestecidir aynı zamanda. Hem de en hasından. Ve ne tesadüftür, o gece yarışmacıların neredeyse tamamı Sezen Aksu şarkısı seslendirmiştir.

Sonra Ajda Pekkan, Orhan Gencebay, Müslüm Gürses, Yıldız Tilbe var. Varoğlu var. Yabana atabilir misiniz bu isimleri?

Gerçi Ersoy da tartışmanın sonuna doğru esasında "illaki okulun şart olmadığı, ustaların yanında yetişmenin de eğitim sayıldığı" fikrini savunuyor olduğunun altını çizdi.

Ama o zaman bu tartışmaya ne gerek vardı? Ersoy da çok iyi bilir ki, bu işlerin içine girdikten sonra ister istemez ustaların arasına düşülür. İstemeseniz de eğitim gelir bulur sizi.

* * *

Ben şimdi şiddetle karşı çıkanların yanı sıra bana katılanların çok olacağını düşündüğüm bir fikrimi söyleyeceğim.

Nota bilen şarkıcıların yorumunda biraz duygu eksikliği oluyor.

Nedenini bilmiyorum. Belki de nota bilmeyenler, cahil cesaretleriyle daha iyi oynuyorlar bilmedikleri notalarla, kalbimize dokunuyorlar.

Tıpkı kahverenginin yanına bejin uygun düşeceğini düşünen birinin dokuduğu kilimle, renkleri içinden geldiği gibi kullanan köylü kadının dokuduğu kilim arasındaki bariz albeni farkı gibi. Birlikte düşünemediğiniz iki renk yan yanadır ama sonuç şahanedir.

Ya da bütün çocukların aslında iyi birer ressam olup, renk uyumuyla perspektife falan dikkat edecek yaşa geldikten sonra elleriyle yüreklerinin durması gibi.

Ha, istisnalar yok mudur?

Hem notayı tersten okuyup hem damardan vuranlar?

Olmaz mı? Bülent Ersoy var mesela, Muazzez Abacı var.

Son bir şey...

Armağan Çağlayan’ın dinleyici olmak dışında müzikle bir ilgisi yok. Hatta belki de alaturkanın dinleyicisi bile değildir. Ama yaptığı yorumlara dikkat ediyor musunuz? Nasıl "pat" diye yakalıyor doğruyu, yanlışı...

Başka sözüm yok.

MIŞ-MUŞ

Erdoğan, genç Araplara demokrasi dersi vermiş.

Fakat terzi söküğünü dikemezmiş, o ayrı.

(Karikatüristleri mahkemeye vermesini hatırlayınız.)

Papa "Yurtta sulh, cihanda sulh" demiş.

PAPAğan.
Yazının Devamını Oku

Kadınlar ter içinde

28 Kasım 2006
KÜÇÜKLÜĞÜMÜZDE sorarlardı...<br><br>"Anneni mi babanı mı daha çok seviyorsun?" Sanki bu bir imtihan sorusuydu ve illaki A ya da B şıkkını işaretlemem gerekiyordu, "İkisini de" demek olmazdı.

Boğazım düğümlenirdi.

Hálá soran oluyor mu, çocuklara bu acımasızlığı yapan kaldı mı bilmiyorum, ama son birkaç haftanın geyiği, bir zamanlar her Türk çocuğunun muhatap olduğu bu soruyu hatırlattı bana.

Hani şu 150 bin dolar meselesi...

Ey kadın kısmı!

Çocuğunun hayatı 150 bin dolara bağlı.

Fakat sende bu para yok.

Lakin adamın birinde var. Sana verecek. Fakat amiyane tabirle önce sen ona vereceksin.

Ne yaparsın?

Yani ya çocuğun ya "iffet"in!

Ter basıyor insanı.

Ve fıkradaki devenin dediğini diyesi geliyor. Hani "Yokuşun inişini mi seversin çıkışını mı?" diye sormuşlar da "Düz yola ne oldu?" demiş ya...

Gerçi bunu her gün yapanlar var. Hem de öyle çocuğunun hayatı için falan değil, bir adet marka çanta için mesela... 150 bin dolara da değil üstelik.

Fakat onlar istisna tabii. Her kadın yapamaz.

Ama bir yandan şu da var: Sevmediği erkekle şu veya bu sebeple ilişkisini sürdüren (evliler de dahil buna. Hatta esas olarak evlileri kastediyorum) bütün kadınların yaptığı bu değil midir biraz da?

Hadi bunu da bırakalım bir kenara.

Peki, elindeki kalemi, oturduğu koltuğu, neyi varsa işte, paraya tahvil edenlerin durumu nedir?

Onları da ter basar mı acaba söz konusu soru karşısında?

A pardon!

Bu dediğim kesimin büyük bir kısmı, neredeyse tamamı, erkeklerden oluşuyor ki onlara böyle bir soru tevcih eden yok zaten.

Keşke olsa... "Allah’ım yoksa rüya mı?!" diye sevinç çığlıkları atarlar herhalde.

Üstüne bir de 150 bin dolar...

Hangi erkek istemez?

Netice olarak "garp cephesinde yeni bir şey yok" arkadaşlar!

Yine erkeklere sevdanın yolları, bize kurşunlar.

Türkiye’de hálá namusu kadınlar temsil ediyor. Elbet bacak aralarıyla.

Erkeklerin anatomik yapısı müsait olmadığından ihale kadına kalmış! Fakat yine de hakkını yemeyelim erkeklerin. "Nasıl olsa bizde namus yok" diye yan gelip yatmıyorlar, bizim namusumuza sahip çıkıyorlar. Eksik olmasınlar!

Uzatmayayım, çocuğunuzun hayatı için ve tek bir defalığına bile olsa bir adamla seviştiğinizde iffet, namus, ahlak, erdem Allah ne verdiyse gitmiş oluyor!

Onun için erkeklere değil ama kadınlara soruyorlar... "Ne yapardınız?"

Kadınlar ter içinde kalıyor. Son olarak, kimse töre cinayetlerine şaşırmasın!

MIŞ-MUŞ

Orhan Pamuk, "Ülkemde sevilmek istiyorum" demiş.

"Vatan, millet, Sakarya" demezseniz olmaz!

Rahşan Ecevit, eşinin yarım bıraktığı bildiriyi "Bülent’in ölümünden de hükümet sorumlu" diye bitirmiş.

Bakalım ne zaman şehit ilan edecek.
Yazının Devamını Oku

Üşümezsoy ve Evren

26 Kasım 2006
GEÇTİĞİMİZ perşembe akşamı televizyonun karşısında zap yaparken Şener Üşümezsoy çıktı karşıma. TRT 2’de. Tanımayan yoktur herhalde... Deprem uzmanlarımızdan...

Ki benim en sevdiğim odur. Zira öteki uzmanların adeta hacı bekler gibi beklediği "Büyük İstanbul depremi"nin aslında çok büyük olmayacağını bir tek o söylemektedir.

Doğru, yanlış...

Gönlüm ona inanmaya meyillidir.

Aslında çoğu insanda vardır "iyi"ye inanma eğilimi. Doktora gidersiniz mesela, bir teşhis koyar, sonra bir başka doktora gidersiniz, "Kim dedi? Senin bir şeyin yok" der, ikinciye inanmayı tercih edersiniz.

Uzatmayayım, o gün baktım Üşümezsoy’a, üstünde, geliştirdiği kaslarını ortaya çıkaran bir tişört, başında da bir kovboy şapkası...

Korktum onu öyle görünce. Kimse dediklerine inanmayacak diye. Ben inanıyorum ya... Herkes de inansın istiyorum. Ne kadar çok kişi inanırsa, nispeten iyimser olan tahminler gerçekleşecek sanki İstanbul için... Böyle abuk bir psikoloji içerisindeyim. İşte bunun için öyle başında şapkasıyla görünce...

Bilirim çünkü... Önce görünüşe inanırız biz. İnandığımız görünüş de bir adet takım elbisedir. Belki de siyasete soyunanların ilk iş olarak lacivertleri çekip ortaya çıkmaları bundandır. Huyumuzu bildiklerinden...

Kimbilir, belki de bir yandan bütün uzmanların zıddı bir görüşü savunurken bir yandan da toplumdaki bu önyargıyla mücadele ediyordur Üşümezsoy. Kılık kıyafetle, aklın fikrin, inanılırlığın, bilginin bir alakası olmadığını anlatmaya çalışıyordur.

Sahiden de 17 Ağustos’tan beri, hangi uzman, depremle ilgili neler söylemiş, buna karşılık bunların ne kadarı doğru çıkmış, karşılaştırmalı bir araştırma yapılsa... Belki de en haklı çıkan Üşümezsoy’dur. Kovboy şapkasına rağmen...

Fakat işte yine de korkuyorum kimse inanmayacak diye.

* * *

Sabah’ta Elif Korap’ın Kenan Evren’le yaptığı röportajı okurken düşündüm de...

"Kenan Evren yargılanmalı" diyenler var. Bence çoktan yargılandı, hüküm giydi.

Ceza dediğiniz illaki dört duvar arasında çekilmez. Kenan Evren emekli olduktan sonra adeta bir "maskara"ya çevrilmek suretiyle cezalandırılmıştır.

Kendi arzusuyla tabii biraz da. Yoksa kim kime yapabilir.

Bu ülkede Genelkurmay Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı yapmış birinin ağzına her mikrofon uzatıldığında kadınlardan bahsetmesi... Neredeyse başka hiçbir konuda fikri yokmuş gibi...

"Sibel Can’a dedim ki..."

"Güya Gülben Ergen’e demişim ki..."

"Emel Sayın bana dedi ki..."

Kimsenin aklına memleketin önemli bir meselesiyle ilgili bir şey sormak gelmiyorsa, bu en büyük cezadır.

Bana göre tabii. Okurken kendi başıma gelmiş gibi kızarıp bozarıyorum.

MIŞ-MUŞ

Kenan Evren, evleneceği kadının ve kendisinin ölmüş eşlerini unutamayacaklarını kastederek, "Evlenmedim, çünkü bir yatakta dört kişi yatılmaz" demiş.

O sayıyı biraz artırsak... Zira belli ki Paşa’mızın gönlü bir hayli geniş.

Az uyumak kilo almaya yol açıyormuş.

İyi... Aniden gelen güzelliğe bir kılıf daha çıktı. "Çok uyudum da..."
Yazının Devamını Oku

Herkesin bir derdi var

25 Kasım 2006
Evet, herkesin bir derdi var.

Yazının Devamını Oku

Kabak tadı...

25 Kasım 2006
SAĞLIKLI BESLENİP GENÇLEŞELİM<br><br>Yüzünüz gepgergin, Vücudunuz dipdiri,

Cildiniz pasparlak... Olsun istemez misiniz?

Benimki de soru mu?

Kim istemez?

"Aşmışlar" bile ister.

O halde tavsiyelerime kulak veriniz!

1. "Zeytinyağlı yiyemem aman" demeyiniz.

2. Balıkla tavuğa sıcak, koyunla kuzuya soğuk bakınız.

3. Yürüyünüz. Yürümekle aşınmayan sadece yollar değil, kaslarla eklemlerdir de aynı zamanda, unutmayınız. Buna karşılık yağlarınız aşınır, bunu da unutmayınız.

4. Artık eczanelere sığmayarak her köşede kendi dükkánını açmış olan "vitaminci"lere koşunuz! Üçe-beşe bakmadan parayı bastırıp beş on şişe alınız.

Fakat B, C, D diye giden demode vitaminlerden olmamasına dikkat ediniz. Sonra kimseye yutturamazsınız. Yani kim demode olmak ister demek istiyorum.

ENZM İ-Nİ SVYM gibi fiyakalı isimleri, fakat ne idüğü belirsiz içerikleri olsun.

5. Gülünüz, güldürünüz, pozitif olunuz.

6. Kremlere bulanınız.

Ne?

Siz bunları zaten yapıyorsunuz ve hiçbir işe yaramıyor öyle mi?

Allah Allah!

Sizde bir tuhaflık olmasın?

Çok örneği var zira önümüzde.

Şaşırdım ben şimdi sizin durumunuza. Yalnız beni değil dünya alemi şaşırttınız.

Peki o zaman, size iyi bir estetikçi adresi vereceğim şimdi. Kimseye bahsetmezsiniz, olur biter. Ha, çok sonra "Kerizlere estetik olduğumu söylemeyin onlar beni zeytinyağlı yedim zannediyorlar" diye bir kitap yazabilirsiniz çok istiyorsanız.

KADIN-ERKEK İLİŞKİSİ

Karşı cinsle aşk meşk durumuna girecek yaşa gelmiş gençler!

Bilmiyorum artık, nedir o yaş... 10-11’e kadar indiğini söylüyorlar.

Her neyse... Sizi ömrünüzün sonuna kadar sürecek bir maraton bekliyor. Rahat buraya kadardı. Bundan sonra kendinizi bir taktik savaşının içerisinde bulacaksınız.

Sırasıyla öğreneceğiniz çok şey var:

1. Karşı cinsi tavlamanın yolları

2. Karşı cinsi elde tutmanın yolları

3. Erkeği nikáh masasına oturtmanın yolları

4. Evliliği sürdürmenin yolları

5. Rakiplerle başa çıkmanın yolları

6. Eşi eve bağlamanın yolları

7. Cinselliği diriltmenin yolları

8. Gidenin ardından ruh sağlığını korumanın yolları

9. Gideni geri getirmenin yolları

10. 30 sene önce evlendiğiniz kocanıza genç ve güzel görünmenin yolları.

Mezarlık yoluna kadar bitmez bu yollar!

SOLDA BİRLİK

Solda birlik...

Komedi, onyüzmilyon perde.

Oyuncular: Hep aynı. Fakat Allah için hepsi hakikaten iyi "oyuncu."

Yer: HKM (Hitabet Kültür Merkezi)

Zaman: Her zaman.

Seyirci: Kalmadı. Kalan varsa da hakikaten "seyirci". İbretle seyretmekte.

Oyun hakkında:

Oyuncuların karşılıklı geldiği tek bir sahne bile yoktur. Herkes tek başına sahne alıp tumturaklı konuşmasını yapar. Sonra sırayla yeniden, yeniden...

Fiyat: Hem oyuncular hem seyirciler için epey pahalıya patlamıştır. Oyuncular inanılırlıklarını kaybetmiş, "mutlu son"u alkışlamak isteyen seyircinin ise eli böğründe kalmıştır. Daha da fenası sağa mecbur kalmıştır seyirci.

*

Hakikaten kabak tadı verdi bu konular.

Yazıla yazıla...

Umula umula...

Bir yere varılamaya varılamaya...

Hatta kabağa haksızlık etmiş bile olabilirim bu benzetmeyle. Fakat sonuncusunda değil ama ilk ikisinde benim de parmağım var. Az yazmadım. Daha da yazacağa benzerim. Ne yapayım, kabak mabak, gündem bu!


MIŞ MUŞ

 Aziz Nesin’in oğlu "Annem babamı aldatırdı" demiş.

Hayırdır, Adnan Hoca durumu mu var?

 Baykal’ın Bahçeli’yi övmesinden sonra MHP’den de Baykal’a sıcak mesajlar gelmiş.

Ne yapalım, birlik birliktir yine de!

 Orhan Pamuk "Birkaç altınlı güreşçi gibiyim, ama kıskanıyorlar" demiş.

Kıskanmaktan ziyade güreşi burada yapıp madalyayı oradan aldığını düşünüyorlar.
Yazının Devamını Oku

Bu konuya girmeyecektim ama...

23 Kasım 2006
STAR TV’de Saba Tümer’le bir program sunuyorduk...<br><br>Gündüz kuşağında... "Lütfen Bu Konuya Girmeyelim"

Sonra bayram tatiline girdik.

Giriş o giriş!

Çıkamadık tatilden.

Kanal yönetimi öyle istedi.

Aslında bu konuya girmeyecektim ama soran mail’lerin ardı arkası kesilmeyince... Merak edenleri aydınlatayım dedim.

Evet, program kaldırıldı. Fakat ben şaşkınlık ve üzüntüsünü bildiren seyirciler kadar şaşırıp üzülmedim doğrusu.

Beklemediğim bir şey değildi zira.

Hem de programa başlarken biliyordum çok sürmeyeceğini.

Aslında bizimkisi bir maceraydı.

Veya şöyle söyleyeyim, göle maya çaldık biz!

Tutmadı haliyle.

"Göbek atmayacağız, ağlamayacağız, ağlatmayacağız, kimseyi bağırtmayacağız, insanları kapıştırmayacağız" dedik.

Olacak iş miydi?

Kimse kusura bakmasın, gündüz televizyon seyredenlerin çoğunluğunun ne istediğini bilmezmişiz gibi...

Bile bile girdik işte!

Ama denemek lazımdı.

Hatta her şeye rağmen arada yine birilerinin denemesi lazım.

Bir bakmışsınız bir gün tutuvermiş!

Beklentisi değişecektir elbet bir gün seyircinin...

Ama şimdilik maaşlı aşıkların uyduruk aşklarıyla, kendisininkine benzeyen trajik hayat hikáyelerine şahit olmak istiyor.

Türk insanı şimdilik bu ruh halinde, ne yapacaksınız...

***

Bu işlerin içinde olanlarla sohbet ederken aynı tespitte bulunduklarını görüyorum:

"Gündüz programı yapmak zor. Adeta ateşten gömlek."

Zor değil aslında.

Nesi zor?

Seyircinin isteği gayet açık...

İsteneni yaparsınız, olur biter.

Yapan çok. Gayet başarılı devam edip gidiyorlar.

Mesele, kendinizi bu hengamenin içinde olmaya yakıştırıp yakıştırmamakta. Seyirci olarak tahammül edemediğiniz programların yapımcısı, yöneticisi, sunucusu olabilmek mesele.

Zorsa bu açıdan zor.

Biz bu zorluğa katlanamazdık.

Kanal da bize katlanamadı. Ne yapsın, ticari bir kuruluştur netice olarak.

Ha, bir de Türkiye’de, büyük küçük her türlü kurum ve kuruluşta kaynayan kazanlardan TV kanallarında da var elbet. Ama bu konuya hakikaten girmek istemiyorum.

Ya, işte böyle sevgili "Lütfen Bu Konuya Girmeyelim" seyircileri!

İyisiniz, hoşsunuz, çok naziksiniz, çok vefalısınız, fakat ne yazık ki sayınız yeterli değil.

MIŞ-MUŞ

ABD’li iki barış gönüllüsü 22 Aralık’ı "Dünya Orgazm Günü" ilan etmiş.

Bir aya kadar G noktasını buldunuz buldunuz...

*

Baykal, Bahçeli’yi övmüş.

Solda olmadı "ortada birlik" verelim!

*

Viagra sigorta kapsamına alınmış.

Yani sizinki Viagra’ya rağmen dirilmemekte direnirse sigorta manevi zararınızı tazmin edecek!
Yazının Devamını Oku

Şaka gibi

21 Kasım 2006
HER zaman söylerim... Hayat her geçen gün biraz daha zorlaşıyor.

Hepimiz için.

Nitekim köşe yazarları için de bir hayli zorlaştı.

Kalemin kuvvetli olması yetmiyor.

Kodu mu oturtturabiliyor musunuz... Bu da var artık.

Ki bakmışsınız yakında genel yayın müdürleri, güç kuvvet yönünden istikbal gördükleri gençleri köşe yazarı yapmışlar!

Okuldan her gün bir arkadaşını tepeleyip dönen çocuğunuz varsa üzülmeyin! İleride iyi bir köşe yazarı olabilir!

Çoğunuz duymuş olmalısınız, üç köşe yazarı Nişantaşı’nda bir kafede birbirlerine girdiler.

Henüz dövüşmediler gerçi. Yanlış kafede karşılaşmışlar zira. Orada dövüşülmezmiş. Şimdi tez zamanda dövüşe müsait bir başka kafede karşılaşmayı bekliyorlar. Beyanları böyle. Dövüşün eli kulağında anlayacağınız.

Efendim?

Anladım da o sizin dediğiniz "aile içi şiddet". Biz basın olarak ona karşıyız. Tabii tabii, bu arkadaşlarımız da karşı.

Fakat dediğim gibi o "aile içi şiddet"... "Medya içi şiddete son!" diye bir kampanya duydunuz mu?

Duymadınız.

Kampanya falan olmayınca tabii...

* * *

Şaka gibi değil mi?

Fakat yine de köşelerinden sövüşmelerinden iyidir kafelerde dövüşmeleri.

Çünkü nereden baksanız netice olarak meseleleri şahsidir. O, ona "falancanın damadı" demiş; beriki ötekine "abi" dememiş...

Fikirlerini çarpıştırıyor olsalar, anlarım. Arada biz de sebepleniriz, bir şeyler kaparız. Hiç olmazsa tartışma denen şeyin inceliklerini öğreniriz.

Küfür bile etseler, misal Neyzen Tevfik gibi öyle zeká ürünü laflar oturtabilirler ki, kesip saklarız.

Fakat şimdiki halde sokakta hesaplaşmaları daha iyi. Her birinin sevdiğimiz yazılarını okumaya devam etmek kalsın bari bize de.

MIŞ-MUŞ

DSP Lideri Zeki Sezer, "Solda birlik için randevu bekliyoruz" demiş.

Bekleyin! "Yaz var kış var, bitmedik ne iş var" demişler.

Başkasının spermi ya da yumurtasıyla çocuk sahibi olan fakat bunu gizleyen Türkler, mavi gözlü çocuk istiyorlarmış.

Konu komşuya "Kaynanamın tarafı İsveç dolaylarından" diyorlar herhalde.

İstanbul’da altyapı alarm veriyormuş.

Deprem falan derken "b.k yoluna" gideceğiz korkarım!

Düzeltme!

Pazar günkü "Kocana Dayanma Gider" başlıklı yazımda geçen "Peki, kadın istiyor mu 69 yaşını geçen eşiyle sevişmeyi" cümlesinde, erkeğin yaşı 69 değil 60 idi aslında. Fakat nasıl olduysa yazı size ulaşana kadar 60, 69 olmuş.

Arkadaşlarıma, "69"u, konunun "mana ve ehemmiyetine" daha mı uygun bulduklarını sormak isterim.

"Ne önemi var"
diyeceksiniz... "69 değil de 60 olduğunda yazın ’yılın en şahane yazısı’ mı olacaktı?"

Değil elbet.

Fakat bazen tek bir sözcük, yazının gazını kaçırmaya sebep olabiliyor.
Yazının Devamını Oku