7 Ocak 2007
SEN de gittin Yakut.<br><br>Ötekiler gibi. Sonunda gidiyorsunuz.
Sizin mi yoksa bizim kaderimiz mi bu?
Bir sabah bakıyoruz ki her zamanki yerinizde yoksunuz.
Sen de gittin işte.
Yeni yılın ilk dakikalarında görmüşler seni en son. Sonra yer yarılmış içine girmişsin sanki.
Önce ihtimal vermemiş sevenlerin... Çıkar gelir nasıl olsa demişler. Oysa on senedir 50 metre bile gittiğin olmamış ki.
Ama işte konduramamış kimse.
İki gün geçip de ortaya çıkmayınca sen, haber verdiler...
"Yakut gitti."
Nereye, nasıl, neden?
İlk aklımıza gelenin ne olduğunu tahmin edersin... Hani her zaman nefesi ensemizde olanlar... Bilirsin işte kim olduklarını.
Önce onlara sorduk seni.
"Biz almadık" dediler.
Zaten artık onlar toplamıyorlarmış sizi.
Şirketlere ihaleyle veriliyormuş bu iş. Ama şirketlerin adı sanı bir muamma.
Son yıllarda basın bu işin üzerinde çok durduğundan ateşten gömleği çıkarıp atmışlar üzerlerinden belli ki. Yani "Biz almadık" derken doğru söylüyorlar, yemin etseler başları ağrımaz. Ama sizin için bir şey değişmiyor Yakut. Siz yine yaşadığınız yerden alınıp götürülmüş oluyorsunuz.
Nereye, nasıl bir akıbete doğru...
Bütün kötü şartlara rağmen barınaklara götürülmüş olmanız en iyi ihtimal. Toplu halde bir dağ başında ölüme terk ediliyorsunuz.
Ha, bir kaçınızın kulağına küpe takılıp yaşadığı mahalleye geri getirildiği de oluyor tabii.
Hayvanseverlerin bastırdığı semtlerde.
Ama bunu yapanların hepsi de sizin düşmanlarınız değil. İki arada bir derede kalmışlar, ne yapsınlar.
Sizi sevmeyen öyle çok "seçmen" var ki. Yemeyip içmeyip durmadan dilekçe veriyorlar yok edilmeniz için. Senin görünce kuyruk salladığın tonton ihtiyar amcalar yapıyor bunu en çok. Belki artık hiçbir işe yaramadıklarını düşünüp bir iş yapmış olacaklarını zannediyorlar böylece.
Aşılı, ameliyatlı ve yıllardır o sokakta yaşıyor olmanız, kimseye hiçbir zararınızın olmamış olması, hiç önemli değil o takıntılı insanlar için.
Bazılarının kendi köpeği de var hatta.
İki çocuk babası adamların çocuk pornocusu çıkması gibi bu da.
* * *
Sen de gittin Yakut.
Nasıl, neden, nereye?
Bütün ihtimalleri düşündük.
Ne yapmamız gerekiyorsa yaptık.
Bakmadığımız yer, sormadığımız insan kalmadı.
Ama nafile!
Buhar olup uçtun sanki.
"Biri beğenip alıp götürmüştür" diyenler var.
Ah keşke!
Ama sen tanıdıkça sevilenlerdendin.
Cins değildin, parlak tüylerin yoktu, yaşlanmıştın.
O eşsiz mahzun bakışlarını gelip geçerken fark edebilecek bir insanoğlunun varlığından da ben şüpheliyim Yakut.
Ama yine de inşallah öyledir.
Umutsuz yaşanmaz.
Bir umudumuz da kaybolduğun saatlerde atılan havai fişekler. Her zaman çok korkar, saatlerce titrer, kendine gelemezdin. Bu defa yanında seni sakinleştirecek birileri de olmayınca, bir yere kaçtın saklandın belki.
Ama nereye?
Hem bir hafta oldu.
Fakat bir umut işte. Bu ihtimal üzerinde birleşmek hepimize iyi geliyor.
Mama kabınla su kabın yan yana, bıraktığın yerde duruyor.
Balıkçı Osman, Bekir Baba, Çakmakçı Hakan, her sabah kahveyi beraber açtığınız Şaban, Emin, bütün gece birlikte nöbet tuttuğunuz Çınar Taksi’deki dostların; seni görmeden geçerlerse burnunla dokunarak kendini hatırlattığın bütün sevenlerin, yani bütün Küçük Bebek, senin bir gün döneceğini umuyor Yakut.
Ben...
Ben kötümser biriyim.
Kimseye güvenmiyor, kolay kolay ikna olmuyorum. Ama bu defa ben de pek umutsuz değilim.
Hadi Yakut...
MIŞ-MUŞ
İngiltere’de bir kadın, bir yılda 5 çocuk doğurmuş.
I’m "oha" olmak!
Bülent Ersoy, genç sevgilisinin ana-babasının elini öpmek için Torbalı’ya gitmiş.
Gülmeyin! Bu da bir nevi hiyerarşidir. Yaşa bakılmaz.
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2007
Evlilikle ilgili bir son dakika haberi var elimde sevgili okurlar! "Evlilik 20’nci yılda alarm veriyor"
"Neden 20’nci yıl?" diye bir soru geliyor insanın aklına.
Sizin gelmiyorsa da, ben getirmiş olayım. Ve naçizane cevabını bulmaya çalışayım.
Alarmı evlenirken 20’nci yıla kuruyorlar. Çalınca bakıyorlar, asayiş berkemalsa devam ediyorlar, değilse "sepeti koluna herkes yoluna!"
Evin taksitleri anca bitiyor. Dünyadan haberiniz yok sizin. Değil 240 ay, 2240 ay taksitle evler satılıyor. Yoksa ne olacak o binlerce site? Satmayıp da beslesinler mi?
Jeton hatalı, düşmesi 20 yıl sürüyor.
Çocukların kendi aşk meşk meselelerine dalıp ana babalarının boşanmasını fark etmeyecek yaşa gelmesini bekliyorlar.
İki tarafın da yuvayı kurtaracak, Hakk’ın rahmetine kavuşmamış büyüğü kalmıyor.
Sürekli aşk, seks, heyecan, mutluluk, coşku... İnsanın kalbi 20 yıl dayanabiliyor ancak. 20’nci yıl sağlığı kurtarmak için, mecburen...
Karşı tarafı razı etmek 20 yıl sürüyor.
Bir firma evlilikte 20’nci yılını dolduran çiftlere hediye olarak "boşanma ilamı" dağıtıyor.
Tarafların üzerinde "Raf ömrü 20 yıl" yazıyor.
Alarm bozuk, geç çalıyor.
Sabır taşının çatlama süresi 20 yıl.
Ajda fingirdeyecek miydi?
Türkiye şartlarında uzun sayılabilecek bir süre geçti üstünden ama hakkında iki laf etmeyecek kadar da değil.
Yılın ilk günlerinde yeni bir aşkın içine dalmış olan Okan Tapan’ın Ajda Pekkan’dan ayrılma nedenine takıldı aklım.
Ajda Pekkan, Enrico Macias’la aynı sahneyi paylaşınca Okan Tapan kızdı ve Ajda Pekkan’ı terk etti. Duyduğumuz bu.
Şimdi...
Türkiye’nin en önemli sanatçılarından birinin sevgilisi olan bir erkek için, o sanatçı sevgilinin, dünyaca ünlü bir erkek sanatçıyla aynı sahneyi paylaşması acı bir sürpriz midir?
Gurur vesilesi değil midir daha çok?
Ne yani... Ajda Pekkan düeti fırsat bilip fingirdeyecek miydi Enrico Masias’la?
Sevgililer böyle marazi kıskançlıklara kapılabilirler ama bu yaşta ve bu şartlarda değil.
Hadi yaşına ve konumuna rağmen marazi duygular içerisindedir, yani hakikaten delilik derecesinde aşıktır Ajda Pekkan’a diyelim. Deli gibi aşık biri bırakıp gidebilir mi?
En şiddetlisinden olay çıkarır ama gitmez, gidemez.
Keşke yalan olsa bu haber. Yani başka sebepten ayrılmış olsalar. Aksi moral bozucu zira. Aziz Nesin’in tespiti geliyor insanın aklına. "Koskoca işadamı..." diyorsunuz.
Veya belki de biz aptal görünüyoruz karşıdan.
Sahi nereliyiz?
Bizim gazete nereden bulur çıkarır, her yılbaşı bir hoşluk yapar. Bu sefer de "Hemşom Benim" diye bir ek çıkardı biliyorsunuz.
Kim nereli, dolayısıyla kim kimin hemşerisi...
Sayfaları çevirirken aslında çoğumuzun nereli olduğunun tam olarak belli olmadığını gördüm. Sahi nedir insanı "oralı" yapan şey?
Baba memleketi olması mı bir yerin?
Ama o zaman Hülya Avşar’ın Karslı, Sezen Aksu’nun Rizeli olması lazım. Doğum yeri midir yoksa önemli olan?
Evet, Suna Kan, ailesi Adanalı olmamasına rağmen sırf kendisi Adana’da doğduğu için Adanalı sayılıyor.
Ama buna karşılık Altan Öymen, İstanbul’da doğmuş olmasına rağmen Trabzonlu.
Uzun süre orada yaşamış olmaktır belki de oralı olmanın şartı.
Tayyip Erdoğan mesela... Aslen Rizeli ama daha çok Kasımpaşalı. (Sahi Rize neden yok albümde? Oysa Rize’den çok şöhretli insan çıkmıştır benim bildiğim. Mesut Yılmaz, Murat Karayalçın, Tarkan, Yusuf Kurçenli, Mehmet Haberal hemen aklıma geliverenler.)
Nerede kalmıştık, ha bir yerde uzun süre yaşamış olmaksa önemli olan, benim ve de çoğumuzun İstanbullu olmamız lazım. Üstelik benim annem hem anne hem baba tarafından İstanbullu. Ama ben İzmirliyim.
Karışık bu işler.
En sık sorduğumuz sorunun kimsede kesin bir cevabı yok. Belki de hiç sormamak lazım.
Şimdilik idare ediyoruz; herkesin ana babasının, hiç olmazsa dedesinin memleketle bağı var henüz. Ama ileride... Kendinden önceki dört kuşağın Sivas’ta doğmadığı, orada yaşamadığı, hatta gidip görmediği biri Sivaslı sayılır mı artık?
İnsanların hangi ülkeden olduğunun bile öneminin kalmayacağı günlere doğru yol alırken biz de bu "Nerelisin hemşerim?" sorusundan vazgeçmeliyiz galiba. Fakat nasıl olacak bilmiyorum, bazılarına misal "İzmirliyim" cevabı bile yetmiyor. "Neresinden?" diye devam ediyorlar.
Yine bitmiyor.
"Kimlerdensin?" var bir de.
MIŞ MUŞ
67 yaşında bir İspanyol kadın ikiz doğurmuş.
E, yılların açığını kapatıyor kadın!
Kardak Kayalıkları’nda yine kriz çıkmış.
Şeytan diyor, at dinamiti parçala, doldur kamyona getir buraya!
İki haber... 1) Bir İngiliz gazetesi, Kurban Bayramı ile yılbaşını bir arada kutlama stilimizi övmüş.
2) Diyarbakır’da diyalize giren 88 hastaya Hepatit C virüsü bulaşmış.
İngilizlerin bu "stil"imizden haberi yok daha.
Türkiye’nin 2003’te fırlattığı bir uydusu daha kayıpmış. Depoya baksınlar bir, evrakı eksik diye fırlatılmamış olabilir.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2007
SİZİN de aklınız, yüreğiniz, duygularınız ikiye bölündü mü?<br><br>Saddam’ın idam edildiğini duyduğunuz an içiniz cız etti mi? Sonra hemen onun aldığı canlar geldi mi aklınıza?
Sadece bir kere göz ucuyla bakabildim televizyondaki görüntülere. Bir insanın öldürülmesine, kim olursa olsun, seyretmeye yüreğim dayanmıyor.
Eğer doğruysa, iki kızı televizyondan seyretmişler babalarının idamını. Bense Saddam’ın sempatizanı bile değilim ama seyredemiyorum işte.
Ortadoğulu olmak ya da olmamakla ilgili bir şeydir belki bu.
Onlar Ortadoğulu, ben değilim.
Yani his olarak.
Geçenlerde, bir yabancı kanalda, hava durumu haritasında, Türkiye’nin Ortadoğu’ya dahil olduğunu görünce neredeyse şok geçirecektim.
İlk defa haberdar oluyorum sanki! Fakat demek öyle soyutlamışım ki kendimi...
Ama yanlış anlaşılmasın, oradakileri beğenmediğimden, küçümsediğimden değil. Kesinlikle değil.
Aynı hamurdan değilim sadece.
Türk kimliğimle de değil insan yanımla söylüyorum bunu.
Mesela, gönlümün kabul etmediğini beynim algılamıyor benim. İyi mi kötü mü bilmiyorum ama böyle bir durumum var. Ve dolayısıyla Irak’ta olup bitenleri bir türlü anlayamıyorum.
Kim kimdir...
Kimin kiminle ne alıp veremediği vardır...
Falanca partinin lideri kimdir, derdi nedir...
Hangisi ötekine ne yapmıştır...
Paylaşamadıkları nedir...
Okuyorum, okuyorum, nafile!
Aklımda kalan, belki de psikolojisi bozuk birtakım adamların mütemadiyen birbirini öldürdüğü ve çocukların da ölümüne sebep olduğu.
Benim için durumun özeti bu.
Onun için Saddam’ın idamına da gayet yüzeysel bakıyorum.
Bir adam diktatördü ve birilerini öldürdü. Başkaları da onu öldürdü. Başkaları da bu başkalarını öldürecek bir gün.
Birileri birilerini öldürerek geride kalanları yola getirmeye çalışıyor. O yolun hangi yol olduğunu unutmuş bile olabilirler artık oysa.
Gördüğüm bu.
Ve bir insan olarak idama üzülüyor, sonra "hak etmişti ama" diyor, sonra kimsenin ölümü hak etmediğini düşünüp tekrar üzülüyor, sonra yine...
Böyle iki arada bir derede gidip geliyorum.
Derinine inemiyorum meselenin.
İnsem de orada bir "mana" bulamıyorum.
Ortada çok manalı bir durum varsa ve ben bunu göremiyorsam cehaletime verin.
Son bir şey...
Bozuk saati tamir etmek için, içini açıp ortaya döken, sonra da toparlayamayan, saati iyice kullanılmaz hale getiren biri vardır her evde. Bir baba, yeniyetme bir çocuk...
ABD o acemi tamircilere benziyor.
Artık iflah olur mu Irak?
MIŞ-MUŞ
Erdoğan "CHP kaşarlı kadrocu" demiş.
CHP "eski kaşar"sa, AKP "taze kaşar".
*
Yeni yılın ilk bombası Okan Tapan’la Aylin Livaneli’nin aşkıymış.
"Bomba"lık için Ajda Pekkan’a teşekkür etsinler.
*
Mehmet Ağar "Annem göbek bağımı Köşk’e gömmüş" demiş.
Erdoğan, eşinin başının bağından kaybederken Ağar göbeğinin bağından kazanıyor!
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2007
İNSANIN prensiplerinin olması iyi bir şey.<br><br>Bir felsefesinin olması... Neyle karşılaşırsa karşılaşsın tepkilerinin o felsefeyle örtüşmesi...
Hayatının her döneminde, her konuda, kararlarının, davranışlarının o felsefeye uygun olması...
İyi bir şey.
Zaten iyi bir şey olduğu için çoğu insan etrafa öyleymiş gibi yapar.
Büyük büyük laflar eder.
Siz de inanırsınız.
Üstüne bir de hayıflanırsınız.
"Allah’ım benim felsefem neden delik?" diye.
Sizin felsefeniz su kaçırmaktadır!
Mesela siz çok üzüldüğünüzde, çok kızdığınızda, çok yıkıldığınızda, sizin bile kendinizden beklemediğiniz tepkiler verebilirsiniz.
Ama hayıflanmayın!
Herkes sizin gibidir aslında.
Ama onların çoğu numaracı, bir kısmı da henüz çok gençtir. Ve gençlikte büyük konuşmak çok kolaydır.
"Asla!"sı pek boldur gençlerin.
On, yirmi, otuz yıl sonrası için bile bugünkü duygularıyla "Asla!" der çıkarlar işin içinden.
Sonra zaman içerisinde azalır o "Asla"lar.
Hayat, Hanya’yı Konya’yı gösterir insana.
Büyük lafları bir bir yedirir.
İnsan ömrünün son gününde bile kendi kendini şaşırtabilir.
Bir bakarsınız prensipler yerle bir!
Onun için 25 yaşındayken 50 yaşında başına gelebileceklerle ilgili "Asla!" ile başlayan cümleler kurmamak gerekir. Köprülerin altından çok sular akacaktır, kimsenin şüphesi olmasın.
Tamam, insan az çok kendisini belli eder. "7’sinde neyse, 70’inde odur" diye bir laf da vardır hatta.
Ama...
Ağaç da aynı ağaçtır mesela. İki yıllıkken de, iki yüz yıllıkken de. Çınarsa çınardır, kestaneye dönmez. Burası tamam. Ama beş yıl sonra alacağı şekli kimse tam olarak kestiremez.
Yani büyük konuşmayacaksınız arkadaşlar!
* * *
Bu manidar yazı nereden çıktı diye merak eden varsa...
Bakıyorum, gencecik kadınlar, kadın-erkek ilişkisiyle ilgili, mesela 50 yaşlarıyla ilgili bağlayıcı laflar ediyorlar.
Bazı şeyler yaşamadan bilinmez oysa. Kararlar, prensipler falan kalmayıverir bakarsınız. Huyunuz bile değişebilir.
25-30 yaşındayken gidene güle güle demek kolaydır. Sizi de sırada bekleyenler vardır zira. Hatta için için sevinebilirsiniz bile.
Ama 50 yaşında zordur.
Bu bir insanlık halidir. Sizin de başınıza gelecektir. Duygusuz değilseniz eğer.
Yani hoşgörüyle el sallayamazsınız arkasından. Numara yapmayın, kimse o kadar álicenap değildir.
Ama karizmayı çizdirmemek adına, kan kusup "kızılcık şerbeti içtim" diyebilirsiniz elbet.
Bir de "Benim rolüm bu, sıradışı gözükmeliyim" diyebilirsiniz, onu da anlarım.
Gerisine inanmam.
MIŞ-MUŞ
Bir süre önce "Dağdakiler siyaset yapsın" diyen Mehmet Ağar, yılın son günü de "Cumhurbaşkanı kadın olsun" demiş.
Yılın şaşırtanı.
Çocuklu aileler kilolu oluyormuş.
Çocukların tabakta bıraktığını atılmasın diye silip süpürmektendir.
Uzayda bir gecede 16 kez yılbaşı olmuş.
Kırmızı don giyip çıkarmaya yetişemez insan ayol!
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2007
Sıradışı kadınlardan değilim.<br><br>Yani "Bir avuç alışveriş sevmeyen kadın" arasında ben yokum. Her türlüsünü severim alışverişin.
Üst baş, incik boncuk, patlıcan, biber, mercümek... Aklınıza ne gelirse.
Deterjan alırken bile zevk duyulur mu mesela? Sokaktan geçen satıcılar da bilirler, tam benim evin önünde uzun uzun bağırırlar. Evde olup da pencereye çıkmadığımı tarih yazmamıştır.
Bugüne kadar isabetli seçimimden dolayı kendimi takdir ettiğim bir alışverişim olduğunu hatırlamıyorum.
Hele hediye hususunda. Durumun ciddiyetini anlamanız için şöyle söyleyeyim, bir erkeğe sutyen alabilirim hediye olarak. Gerçi bugüne kadar olmadı ama icraatlarımın bu örnekten aşağı kalır yanı yoktur. Bu da bir yetenek diyorum. Bu kadar isabetsizlik...
Yılbaşı münasebetiyle kendimi tekrar anlamak durumunda kaldım.
Ailemizin bebeği Eylül’e aldığım oyuncak mesela... Üstünde kocaman 3 yaşından küçük çocuklar için tehlikeli olduğu yazıyormuş meğer. Bizimki daha 1.5 yaşına bile değil. Benim hediyeler daima önden gidiyor. "İleri görüşlü"yüm üstünüze afiyet!
Anneme aldığım floresan yeşili pijama var mesela. Hayır, annem Aysel Gürel olsa mesele değil. En son, yeğenimin kocasına hediye seçerken yardım istedim mağazadaki işveli tezgahtardan. Hani sutyen alıp gitmeyeyim diye. Ne önerdi dersiniz?
Don, fanila takımı!
Fakat aferin bana, kızın aklına uymadım. Yoksa yeğenimle kocası hakkımda ne düşünürlerdi bilmiyorum. Kızcağız, bir kadının elin adamına, iç çamaşırı almaması gerektiğini bilmiyor.
"Beterin beteri var, haline şükret!" dedim kendi kendime, çıktım dışarı.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2006
ASLINDA bugün, okurun, gazeteyi eline alma ihtimali zayıf.<br><br>Yani şu satırları okumakta olan siz, bir araya gelmiş olan "dokuz ayın çarşambası"ndan nasıl olduysa kendini kurtarmış üç beş kişiden birisiniz. Evet dokuz ayın çarşambası bir araya geldi.
Benim gibi asosyal biri içinse bugün korku filmi gibi adeta. Bayramla yılbaşı yetmezmiş gibi günlerden pazar bir de.
Bugünkü pazarın pazarlığı mı kaldı diyeceksiniz...
Olsun!
Adı yeter bana.
Aramızın bozuk olması için hayatımın her döneminde bir sebebim oldu.
Çoğunuz gibi yani. Pazarı seven pek az kişi gördüm.
Zaten bakınca anlaşılıyor. Türk insanının genelde yüzü gülmez ama pazar günü özellikle suratından düşen bin parça oluyor.
Ailecek kahvaltılara gidiliyor...
Alışverişler yapılıyor...
Balıklar yeniyor...
Fakat robot misali.
Adam mutsuz, kadın huysuz, çocuklar huzursuz.
Kimse orada olmak istemiyor çünkü. Ama bunu kendileri de bilmiyorlar. Çok derinde bir yerde, su yüzüne çıkmayan bir farkındalık var sadece.
1 Ocaklar da pazarlara benziyor.
Hani gün dolduruluyor adeta.
Gönüllü değil de mecburen yaşanıyor.
* * *
Aslında bütün tatil günleri birbirine benziyor.
İşten güçten azade günlerin ortak bir yanı var.
Bizim acemiliğimizden kaynaklanan..
"Rahat" komutunu duyduk mu acemileşiyoruz.
Ne yapacağımızı bilmiyor, apışıp kalıyoruz.
Kimsede yaratıcılık yok.
Birbirimizi taklit ediyoruz mecburen.
Kum saati gibi hep beraber bir bu yana, sonra öbür yana akıyoruz.
Topluca alışveriş merkezlerine gidiyor, topluca Boğaz’a iniyor, topluca balık yiyoruz.
Bize bırakılan zamanları özel kılmayı beceremiyoruz.
Çalışmayı biliyoruz ama yaşamayı bilmiyoruz.
Kimse bir defa olsun kendi başına bir şey yapmayı denemiyor.
Yine beş yıldızlı otellere doluştuk, birbirimize bakıyoruz işte!
Her bayramda, her yılbaşında olduğu gibi.
Klişe gazete başlıkları gibiyiz.
"Dönüş çilesi."
"Türkiye yeni yılı böyle karşıladı."
"Trafik canavarı tatil yapmadı."
"Yeni yılın ilk bebeği."
"Bir yılı daha geride bıraktık."
* * *
Tatiller bizi ele veriyor.
"Yaşam fukarası"yız.
Sadece toplaşmayı biliyoruz.
Otellerde, sokaklarda, alışveriş merkezlerinde, balıkçılarda tanımadığımız insanlarla toplaşıyoruz.
Memnun değiliz aslında. Yüzümüz gülmüyor. Ama başka türlüsünü beceremiyoruz.
MIŞ-MUŞ
Türkiye’de çocuk pornosu çok yaygınmış.
O çağrı "Haydi çocuklar pornoya" mıydı yoksa?!
Çin’de depremi önceden tahmin etmek için yılanların yuvalarına, hareketlerini gözlemlemek üzere kamera yerleştir.
Bizde de yapılabilir, ama bizimkiler "köstebekçiler" ve "yılancılar" olarak ikiye ayrılacaklarından kamera bir türlü bir yere yerleştirilemez.
Kadınlar daha çok aldatıyormuş.
Bu defa "şaşıyla yatan kör kalktı" demek!
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2006
Bakın şuraya yazıyorum, bu dediklerimin hepsi olacak!
Bülent Ersoy bu sene de tevazuu (!) elden bırakmayacak.
Seçimin kendisine 15 gün kala Deniz Baykal erken seçim isteyecek.
Semranım başını çıkaracağı yeni bir delik bulacak.
Kameraya alınmayan sevişme, "sevişme" sayılmayacak.
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2006
"İSTANBUL Üniversitesi Alkollü İçecekler Fakültesi..."<br><br>Mesela yani. Olsa, fena olmaz.
Sahiden de içki konusu "Eğitim şart" dedirtecek hale geldi.
Gazeteler, dergiler, dört koldan çalışıyorlar gerçi... Eğitici, aydınlatıcı ekler çıkarıyorlar falan... Kitaplar basılıyor... Fakat içki konusu bir derya.
Vay be!
Nereden nereye geldik, düşünecek olursanız...
İçki, akşamcı erkeklerin kuru fasulye pilav, kıymalı patates, uzatmayayım ve de ne varsa onun yanında çay bardağına doldurup içtiği rakıdan ibaretti bir zamanlar.
Şarapsa sadece "şarapçı"larındı.
"Şarapçı" ise bugünün "tinerci"sine tekabül ediyordu adeta.
Ritüel falan bilmezdi kimse.
Fakat zorlayacak olursak, akşamcıların sofraya oturmadan bugünkü Gaffur pijamalarını giymeleriyle, şarapçıların yaktıkları çalı çırpının başına toplanmaları ritüel sayılabilirdi.
Sonra bir viski modası çıktı ki sınıf atlamak isteyenler için hızır gibi yetişti de diyebiliriz.
Viskinin gelişi, erkeklerin, göğüs kıllarının altın zincirle, küçük parmaklarının ise taşlı yüzükle tanıştığı günlere denk gelir. Bu yüzükler ile zincirlerin promosyon olarak viski şişesinden çıktığını bile düşünmüşümdür hatta.
İçki diye bildiğimiz bunlardı işte.
***
Sonra ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum "içki kültürü" diye bir şey icat oldu. Ve neredeyse hepimiz, durduğumuz yerde, birdenbire, bir konunun cahili olmuş olduk!
Bir kısmımız ışık hızıyla "kültür"ü kaptı gerçi. Fakat çoğumuzun hálá tek bildiği kırmızı şarabın etle, beyaz şarabın balıkla içilmesi gerektiği ki o da doğru değilmiş meğer.
Şarap dile gelse, "Beni bir tek sen anladın ama yanlış anladın" diye dalgasını geçebilir her birimizle.
Dediğim gibi, hakikaten içki konusu bir derya.
Hangi içkinin hangi bardakla içildiğini öğrenirseniz, bardakları neresinden, hangi parmaklarınızla kavrayacağınız hususu var.
Sonra mekán ve zaman meselesi var. Her içki her yerde içilmez, her saatte her içki içilmez!
Bunu da öğrendiniz diyelim, eşlikçiler sorunu çıkar karşınıza.
Hangi içkinin yanında ne yenir?
Misal "meyve" deyip geçemezsiniz. Elmanın yakıştığı içki başka, üzümünki başka.
Her içkinin ayrı altlığı, üstlüğü var bir de. Yani rakıdan önce ne yerseniz ya da şarabın üstüne ne içerseniz mideniz durumdan memnun kalır.
Sonra, birbirinin arkasından içilebilecek ve içilemeyecek içkiler mevzuu var.
Netice olarak bir adaplar silsilesinden bahsedilebilir.
Ve bütün bunların üstüne masadan dimdik kalkma tavsiyesi, iddiası, gereği, şusu busu var.
İçkicilerin en övündüğü şeydir... "Oturduğum gibi kalkarım içki masasından."
Ben de bunu anlamam işte!
Onca hengámeden sonra masadan oturduğum gibi kalkacaksam kola içerim. Hem tadı hepsinden güzel, hem insanı mahcup edebilecek seremonisi yok.
Onca ezber kıyamet, diyete ihanet, karaciğere melanet, belki siz sağ inançlar selamet... Fakat hiç yalpalamadan, birazcık bile saçmalamadan, azıcık olsun dağıtmadan oturduğumuz gibi kalkacağız masadan öyle mi?
Tuhaf olan budur esas!
Benden size yılbaşı öncesinde bir tavsiye...
Attığınız taş, ürküttüğünüz kurbağaya değsin!
MIŞ-MUŞ
Dünyaca ünlü kalp cerrahı De Bakey, aort damarı onarıldıktan bir yıl sonra, 97 yaşında görevinin başına dönmüş.
Demirel’in siyasete dönmesinden korkuyorsunuz ama hiç olmazsa hayati tehlike arz etmiyor hiçbirimiz için.
*
Bülent Ersoy, "Yeni yılda uzun boylu bir beyefendiyle evleneceğim" demiş.
Düğün nikahtán önce mi sonra mı? Yani uzun boylu beyefendinin sünnet düğünü.
Yazının Devamını Oku