20 Kasım 2004
Ne zaman cep telefonumu elime alsam aklıma babam geliyor. Oysa beraber rol aldıkları bir anı yok hafızamda. Mesele de bu zaten. Babacığım cep telefonlarını kurcalayamadan hayata gözlerini yumdu. İçimde ukdedir.
Bakın, ‘Göremeden’, ‘Kullanamadan’ demiyorum dikkat ederseniz, ‘Kurcalayamadan’ diyorum. Evet babam elektrikli, elektronik, mekanik vs. ne kadar cihaz varsa içini açar kurcalardı.
Çocuklukta herkes yapmıştır. Bilhassa erkekler. ‘Yediğimiz ilk ve son tokattı’ diye anlatır dururlar olayı. Sünnet hediyesi kol saatinin içi dışına çıkmış, bir daha da girmemiştir. Çocukların dáhi olarak doğmadığı, her şeyi yavaş yavaş, sırasıyla, zamanı gelince öğrendiği devirlerde ise tokat olayı, ‘küçük adamlar’ı salıvermek maksadıyla içi açılan radyolar yüzünden gerçekleşmiştir.
Fakat babam gibi evli barklı, üç çocuklu, iş güç sahibi koskoca bir adamın habire her şeyin arkasını söküp içini kucağına dökmesi görülen şey midir bilmiyorum.
*
Televizyonun Türkiye’deki ilk yıllarıydı... Herkesin evinde yoktu henüz. Ama bizde vardı. Tabii ki günde iki defa dalgalanan bayrak görüntüsü eşliğinde çalınan İstiklal Marşı’nı kaçırmamak için değil. ‘Sırf bu mu vardı televizyonda?’ diyeceksiniz. Hayır. Bir de ‘Necefli maşrapa’ vardı. Kültür hazinemizden... Arıza anında ekrana koyarlar, maşrapanın ruhuna uygun bir de müzik verirlerdi.
Gençler gülerler şimdi... Bugün ne var sanki televizyonda? Kültür hazinemizden Semra Hanım!
Uzatmayayım, babamın eve televizyon alışının esas nedeni içini açıp bakmaktı. Öyle ya... Yeni bir ‘muamma’ gelmiş... Tornavidaya gelir neresi varsa sökülecek, bakılacak, cihazın nasıl çalıştığı tespit edilecek.
Bir kere bakılır, rahatlanır değil mi? Hayır. Babam bakmaya doymazdı. Her akşam gazeteden koşa koşa gelir televizyonun arkasına otururdu. Aksi gibi o esnada biz de televizyonun önüne oturmuş olurduk. Yalnız biz otursak iyi... Konu komşu da oturmuş olurdu. Dedim ya herkesin evinde yoktu.
Annem yalvarırdı, ‘Bir gün olsun ara ver gözünü seveyim...’ Babamdan cevap: ‘Siz anlamazsınız, beyazlar tam beyaz değil, siyahlar da... Onu düzeltmeye çalışıyorum.’
Babama göre bizim televizyonda asla beyazlar tam beyaz, siyahlar tam siyah olmadı. Ölünceye kadar buna uğraşmasına rağmen...
Daha sonraki yıllarda uçağa atlayıp günübirliğine İstanbul’a geldiğini bile hatırlarım. Sırf benim televizyonu kurcalamak için. Benimkinin markası değişikti zira. Gelir, arka kapağı çıkartır, aletin bağırsaklarını ortaya döker, televizyonu adeta portakal kasasına çevirir, sonra yeniden monte eder giderdi.
*
O zamanlar anlayamazdım onu. Demek az daha mucit olacakmış babam. Fakat olamadığından icat edileni yeniden icat etmek suretiyle kendini tatmin yoluna gitmiş.
Şimdiki aklım olsa ‘Aşkolsun baba!’ falan der miydim... İşte cep telefonlarına, bakıp hüzünlenmem bundan. Hele bilgisayarlar... Bu devirde sağ olsaydı başını kaşıyacak zaman bulamazdı babacığım. Artık nasıl yerdi bizi bilgisayarın arkasını açarken... ‘Bu mavi tam mavi değil’ mi derdi, yoksa çağa ayak uydurur daha teknik bir bahane mi bulurdu...
‘Ne alákası var şimdi bu yazının?’ diyeceksiniz. Belki tefrika halinde anılarımı yazmaya başladım... Ya da bu bir roman girişi... Olaylar bilahare gelişecek. Olamaz mı yani?
MIŞ-MUŞ
Rusya, taklidi imkánsız bir atom bombası geliştiriyormuş.
Dönüşü muhteşem olacak!
Atatürk annesinin ikinci evliliğini onaylamamış.
Demek modernlik falan anneye kadar olabiliyor.
Ankara 11 Eylül tatbikatı yapacakmış.
Temsili Bin Ladin’in başarısı ile tamamlanır, görürsünüz.
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2004
<B>OKURUN </B>en merak ettiği husus bu kadar konuyu nereden bulup çıkardığımızdır.<br><br><B>‘Elbise dolabından’</B> diyesim geliyor. Fakat herhalde ‘Hepimizin gözünün önünde duran ama göremediğimiz şeyleri siz nasıl olup da görebiliyorsunuz’ demek istiyorlar. Bilmiyorlar ki insan sıkışınca karıncanın gözündeki arpacığı bile görüyor.
Gerçi ‘Türkiye’de konusuz kalmak mümkün değil, herhalde bu hususta bir sıkıntınız yoktur’ diyen de çok. Bunu derken tabii ki amaçları bizim adımıza duruma şükretmek değil. Asıl demek istedikleri, ‘Kendinizi matah bir şey zannetmeyin, yaptığınız iş çok kolay’. Fakat nazik yaradılışları buna el vermediğinden öteki türlü söylemeyi tercih ediyorlar.
* * *
Aslında okur bize çok yardımcı oluyor. Neredeyse her e-postadan bir yazı çıkartılabilir. Hatta bazıları var ki hiç ellemeden şu köşede yayınlasam ‘Bunlardan daha var mı?’ da diyebilirsiniz. Öyle bir saçmalama hali her birinde. Burada derhal bir parantez açarak ‘Saçmalama’yı bir meziyet olarak addettiğimi belirteyim.
Hakikaten saçmalayan insanları severim. Aklı başında, ağzından çıkanı kulağı işiten, istikrarlı, tutarlı, sakin birisiyle arkadaşlık etmek kadar sıkıcı bir şey yoktur. İskandinav ülkeleri gibidirler. Adrenalin seviyeniz daima sıfırın altındadır onlarla beraberken. Bir süre sonra sıkıntıdan depresyona girersiniz zaten.
Dikkat edin bakın, psikoloğa giden kadınların çoğunun kocası yukarıda sözünü ettiğim tiplerdendir. Bunun ruh biliminde bir açıklaması vardır elbet ama konu komşu, kadınların bu durumunu ‘Rahat kıçına battı’ şeklinde ifade ederler.
Aldatan erkeklerin de eşleri, çoğu zaman sanıldığı gibi dırdırcı falan olmayıp, ağzı var dili yok kadınlardır.
Diyeceğim, içinde fırtınalar kopan, saçmalayan, ayarsız, arıza, uçuk kaçık kişiler tercihimdir. Herhalde çoğunluk benim gibi düşünüyor ki bu tiplerin yanı, ışığın etrafındaki pervane misali insan kaynıyor. Hem onlar olmasaydı halimiz nice olurdu. Herkesin postanede memur olduğunu düşünebiliyor musunuz? (Şimdi postane memurlarından tepki gelirse dünyada ilk defa birileri kendilerine ‘aklı başında, tutarlı, sakin’ dendiği için kızmış olacak. Ayrıca ‘onların içinden uçuk kaçık çıkmaz’ da demek istiyorum.)
* * *
Nerede kalmıştık... Ha, okur eksik olmasın çok yardımcı oluyor. Bazılarının verdiği akıllar hele... Bir ikisine uysam bir daha okumazsınız beni. ‘Sana resmi gazetede bir köşe versinler’ dersiniz.
Bir de köşeciyi köşeciye kırdırmak isteyenler var. ‘Söyleyin ona!’ diyen e-postalar geliyor. Eminim onlardan da benim kulağımı bükmeleri isteniyordur.
Fakat tabii hiçbirini Allah başımızdan eksik etmesin. Evde oturup hatıratımızı kaleme almaktan başka çaremiz kalmaz aksi halde.
MIŞ-MUŞ
Üst düzey bürokrat hediye alamayacakmış.
Maksat yeni yöntem arayışlarına sevk etmek suretiyle yaratıcılıklarını geliştirmek.
Mesut Yılmaz Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili ‘50 yıl nişanlı kalınmaz, ya evlenilir ya bitirilir’ demiş.
Burası Türkiye, bir şık daha var: ‘Ya da namus temizlenir.’
3 milyon Türk erkeği ‘sertleşme’ derdindeymiş.
Her yerde asık suratlarıyla ‘Türkiye’nin sorunları’ diye atıp tutmaları buymuş demek.
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2004
<B>BUGÜN </B>de bayram. Ama değilmiş gibi. Çoğunluk yollardadır şimdi. Sıkıntılı, yorgun... Yarın konvoyları, feribot kuyruklarını falan görürüz gazetelerde. Yoldakiler bir yana, evlerde de bitmiştir bayram. Ne tatlı kalmıştır ne çikolata... Ne gelen ne giden... Ev halkı günlük elbiselerine dönmüştür. Her şey aslına rücu etmiş, sehpaların, koltukların üstü, banyo eski dağınık günlerine dönmüştür.
Okul defterlerinizi hatırlıyor musunuz? Nasıl itinayla başlardık. İnci gibi yazılar... Sonlara doğru bakkal defterine dönerdi. Hiçbir ataş kurtaramazdı köşedeki kıvrılmaları.
Yeni aldığımız ayakkabı, gömlek, pantolon, şu bu... İlk günlerde koyacak yer bulamayız. Kutusuna koyup kaldırmalar, dikişi dikişine denk getirip katlamalar... Sonra at, fırlat, tıkıştır.
Yazın sonu da böyledir, kışın sonu da... Hálá sıcaktır, ama siz yaz başındaki siz değilsinizdir. Martta kar yağsın isterse kış kocamış maskara olmuştur.
* * *
Hele ilişkiler...
İlk zamanlar bir hoşluktur gider. Karşı taraf tadından yenmez adeta. Halk arasında buna cicim ayları denir ki bayramın ilk günlerine tekabül etmektedir. Sonra tırnaklar çıkar, dişler uzar. Her iki taraf da aslına dönmüştür. Bayramın son günü gelip çatmıştır yani.
‘Asıl’ insanların birbirleriyle öyle muhabbet içinde olmaları mümkün değildir. Bakmayın siz o sevgi ve hoşgörü yumağı hallerine. Geçicidir o. Salgıların falan etkisiyle öyle geçici bir hoşluk durumu yaşanır. İnsanoğlu esasında öpüşüp koklaşmaktan ziyade itişip kakışmaya programlanmıştır. Vallahi. Dikkat edin bakın...
Dünyanın her yerinde neden bu kadar çok barıştan söz ediliyor? Yok çünkü. Olan bir şeyi neden çağırsınlar habire.
İnsanoğlunun doğasında barış olmadığından ülkeler arasında ya da ülkelerin kendi içindeki toplulukların arasında da yok. Tesisi için işte bir mücadeledir gidiyor.
Dinler bile hoşgörüye, sevgiye, barışa davet ediyor. Biliyorlar insanın ne menem bir yaratık olduğunu. Kimseyle dalaşmasa ana babasıyla, sevgilisiyle dalaşır.
Laf nereden nereye geldi...
Diyeceğim, ‘bayramın son günü’ hayatın tamamında var. Yaşlılıkta birçok şeyden elini eteğini çekmek de artık gücün yetmemesinden ziyade ‘bayramın son günü’ psikolojisinden olabilir.
Kısacası...
Bayram bitmeden biter. Daima.
MIŞ-MUŞ
Sarıgül, CHP’li muhalifleri bölmüş.
Serde amiplik var, bahane arıyorlar.
AB ülkelerinde üretilen oyuncaklarda cilde ve göze zarar veren kimyasal maddelere rastlanmış.
Aşağıdaki atasözünü tüm AB ülkelerine ithaf ediyorum:
‘Ele verir talkını, kendi yutar salkımı.’
Vitrin mankenlerinin popoları büyütülmüş.
Bakmışsınız bütün diyetisyenler vitrinlerin önünde kuyrukta!
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2004
<B>HER </B>şey çay tüketiminde dünyada yedinci ülke olduğumuzu duyunca başladı. ‘Nedir başlayan?’ diye sorarsanız, ‘Bu satırları kaleme almama neden olan, konuyla ilgili birtakım tespitler zinciri’ derim.
‘Her şey dediğin bu muydu?’ diyeceksiniz. E, tabii ‘Bakın aklıma ne geldi?’ diye daha mütevazı bir şekilde de başlayabilirdim fakat roman girişi gibi havalı olsun istedim.
Şimdi sadede geliyorum.
Önce şunu belirteyim, çok şaşırdım yedinci oluşumuza. Benden bir tahminde bulunmam istenseydi, ‘Birinciyizdir’ derdim. Zira benim bildiğim, burası 24 saat çay içilen bir memlekettir.
Sırf devlet daireleri yetmez miydi birinciliğe... Üzerinde içilmeyi bekleyen veya içilmekte olan bir bardak çayla, boşalmış üç-beş bardak bulunmayan memur masası gördünüz mü bugüne kadar?
Peki çaydanlığı olmayan ev?
On haneli bile olsa kahvehanesi olmayan köy?
Yemeğin üstüne garsonun ‘Bi çay alır mıydınız?’ diye sormadığı, hatta sormadan getirip önünüze koymadığı kebapçı, lokanta?
Çay ocağı olmayan işhanı?
Kadınların altın günlerinde tükettikleri çayı toplasak, o ülkelerin tamamını çayda boğarız vallahi.
Burası limonun ‘çaya, çorbaya’ diye satıldığı bir ülkedir.
Başka hangi memlekette bir eliyle cebindeki bozuk paraları şıkırdatırken öteki eliyle çay dolu tepsiyi sallaya çevire giden adamlar çıkar karşınıza?
Bu araştırmayı yapanlar, Türkiye nüfusunun çocuklar ve çarpıntısı olanlar hariç tamamının çay içmeden kafasının yerine gelmediğini bilmezler mi?
Her şeye rağmen yedincilik... Demek günün 25 saat olduğu ülkeler de var.
Fakat enteresandır, bu kadar çay merakına ve de çaydan başka bir şeyin içilmediği, emekli erkek kısmının adam başı otuz bardak çay tükettiği yerlere ‘kahve’ deniyor. Şirketlerde bile firmaya unvan aranırken hissesi büyük olan ortağın adından çıkılır yola.
Seçkin olma arzusundan desem, bunların doğum yeri Nişantaşı değil. Hatta bu kahve denilen yerlerden bir tek Nişantaşı’nda yoktur belki de.
Acaba çok eskiden, yani suyu testiden içtiğimiz günlerde daha ziyade kahveyi tercih eden bir millet miydik? Fakat Türk kahvesi öyle adına mekánlar açılacak kadar çok içilebilir mi? En fazla ilaç gibi, günde üç defa yemeklerden sonra tok karnına. Elin adamının otuz iki bin çeşit kahveyi getirip önümüze koyması ise daha yeni. Zaten bu kahvelerden o ‘kahve’lerde bulunmuyor.
Fakat şu espressoya olsun, kapiçinoya olsun düşkünlüğümüze bakılırsa, bunca yıl onlarsız nasıl yaşamışız anlaşılır gibi değil. Ben şahsen çok seviyorum. Daha siparişi verirken kafadan elit oluyor insan. ‘Bi demli çay’ demek var, bir de ‘Bi espresso lütfen, duble, uzun’ demek var. Nasıl anlatayım, çayla kahvenin durumu, rakıyla şarap misali.
Neyse mevzuu burada kesiyorum. Çay içilen yere ‘çay’ değil de ‘kahve’ denmesinin sebebini bilen varsa bana da bildirsin.
‘Takıldığın şeye bak!’ da diyebilirsiniz.
Sizin demeniz bir şey değil de Başbakan’ın, ‘Bakın memlekette bir tek sorun bırakmadık, gazete köşelerinde çay, kahve muhabbeti yapılıyor’ şeklinde durumu kullanmasından korkarım.
MIŞ-MUŞ
Barbara Cartland’ın kitap haline gelmemiş 160 romanı daha bulunmuş.
Hepsi birbirinin aynı olduktan sonra, 160 bin tane daha çıkabilir bir yerlerden.
Tren kazasının sorumlusu TCDD’ymiş.
Buna da şükür, hiç olmazsa bir gariplik yok; THY de suçlu çıkabilirdi.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2004
Sevgili Babacığım,<br>Dünyadan haberlerle mektubuma başlıyorum. ABD halkı, dünyanın bütün ülkeleri adına seçimini yaptı, Bush’u yeniden başkan seçti. Hiç de demokratik değil. Kaderimizin elinde olduğu adamı biz seçemiyoruz, Amerikalılar seçiyor ki bir ABD başkanının meselelerine en az kafa yorduğu, en az mesai harcadığı ülke ABD’dir herhalde. Bir nevi davul dünyanın boynunda, tokmak Amerikalıların elinde oluyor.
Ayrıca bu seçimle ‘ahlak’ denince Amerikalıların da bizim gibi bacak arasını anladıkları çıktı ortaya. Bush’a dünyayı bir kere daha teslim etmekte bir beis görmediler.
Şimdi bekliyoruz bakalım, neler yapacak... Daha seçim zaferinin rehavetini atamadı herhalde, oturuyor. Daha doğrusu eski girdiği ülkelerle oyalanıyor. Bilahare piyangonun hangi ülkeye vuracağını göreceğiz.
*
Filistin Lideri Arafat hayatını kaybetti.
Buraya kadar her şey normal. Tuhaf olan bu hadisenin alışılmış seyrinde olmaması. Tıp açısından demiyorum; karısı ve öteki Filistinli liderler yüzünden adamcağızın başucu adeta Ortadoğu gibi kaynadı. Bir taraf kaldırıp oturtmaya çalışırken, öteki taraf makinenin fişini çekmeye kalktı. Belki de bu hengámeye dayanamadığından öldü gitti.
Bu satırları kaleme aldığım sırada defin töreninin nasıl olacağı henüz belli değildi. Korkum, çekişme ve çekiştirme neticesinde naaşını hasta yatağında değil de savaş meydanında can vermiş hale getirmeleri. Bu türlüsünü daha manalı bulup tercih de edebilirler yani.
*
Tavuklar antibiyotikli çıktı babacığım.
Sen tabii tavuğun hayatımızdaki rolünü, önemini bilmezsin. O zamanlar insanların tavuksuz günleri vardı. Gençler inanmaz ama...
Şimdiyse bir kahvenin üzerine ditmediğimiz kaldı. Üretmekle falan yetişilebilecek gibi değil tüketime. Takviye olarak fabrika ortamında tavuk imal edildiğini düşünüyorum. Zaten tadına, daha doğrusu tatsızlığına bakınca, kesinlikle olan budur. Kaç defa gözlüğümü takıp incelemişimdir, plastik mi diye...
İşte biz her şeye rağmen kendimizi topluca tavuğa vermişken bu antibiyotik söylentisi çıktı. Hormonlu olduklarını biliyor, tınmıyorduk da bunu yeni duyuyoruz. Fakat tabii şu ana kadar ortada ne belge, ne kanıt, ne devletin duruma el koyup araştırması durumu falan var. Sadece söylenti var. Her zamanki gibi. Tevatür Cumhuriyeti.
Halkın sağlığı gerçekten tehdit altında mı; bu sadece söylentiden ibaretse satışların düşmesi nedeniyle haksızlığa uğramış olanların, tavuktan ekmek yiyenlerin hali ne olacak? Meçhul. Kimsenin de umurunda değil. Umursamazlar Cumhuriyeti de aynı zamanda.
*
Bir 10 Kasım’ı daha geride bıraktık.
Gazete başlıklarına dikkat ettim de bu sefer bir formaliteyi yerine getirme, adeta yasak savar gibi, rutine bağlanmış bir anma değildi yapılan. Canı gönülden bir anma seziliyordu. Bilmiyorum, belki de bana öyle gelmiştir. Bazen Atatürk’ün ismine acil ihtiyaç duyulur ya... İşte bu aralar o aralar galiba. Bakarsın yarın ‘out’ olur yine. Atatürk’ü bile bu hale getirdik anlayacağın.
Bu arada 10 Kasım vesilesiyle Latife Hanım’ın yeğeni halasının evliliğini anlatmış. Biliyorsun Ata’ya verdiği sözden dolayı Latife Hanım hiç konuşmamıştı. Ama akrabalarının öyle bir sözü yok. Ben olsam bu kadar bekleyemez, çoktan çenemi açardım. Hatta halamı kıskanç, hırslı, hırçın olarak tanıtanlardan hesap bile sorardım.
Neymiş, bir gün ‘Kemal çok içtin, yeter!’ demiş. İnsan kocasına diyemez mi? Belli ki sağlığını düşünüyormuş. Nitekim sirozdan öldü Atatürk.
Kadınlar kocalarıyla, işinden gücünden konumundan bağımsız olarak bir ilişki kurarlar benim bildiğim. Marangoz kocaya ayrı, doktor kocaya ayrı bir dil geliştirilmez. ‘Kemal çok içtin yeter!’ sözünün nesilden nesile aktarılacak bir yanı yok. Ha bu sözü kaldıramayacak kocalar vardır ama bunun ulusal kahraman olmakla bir ilgisi bulunmamalı bence.
Bu günlük bu kadar, hoşçakal babacığım.
MIŞ-MUŞ
Erdoğan ‘Laiklik de değişir’ demiş. Tabii tabii... Ama seçmenin tercihi de değişir.
İstanbul’da bir tabak makarnanın beş günlük İspanya gezisine denk olduğu yerler varmış.
Gerekçe olarak makarnayı yediğiniz esnada kıçınızın Avrupa, bakışlarınızın ise Asya kıtasında olduğunu göstereceklerdir.
İstanbul dünyanın gezilecek en iyi 10 kentinden biriymiş.
‘En büyük kazık yenecek 10 kenti’ ise henüz seçmediklerinden birincilik hakkımız mahfuzdur.
Başbakan Erdoğan ‘Yılın Avrupalısı’ ödülüne aday gösterilmiş.
Kaşa göze mi bakıyorlardır nedir...
Duyuru!
Sevgili okurlar,
‘14 Kasım Dünya Diyabet Günü’ dolayısıyla yarın Tünel-Taksim arasında bir yürüyüş var. Herkes katılabilir. Şeker hastalığıyla tanışıklığı olanlar yürüyüşün bu hastalıkta ne kadar önemli olduğunu bilirler. Zaten başka bir etkinlik yerine yürüyüşün tercih edilmesi de bundan. Ayrıca bu yürüyüş Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeye aday. Rekora katkınız olsun istiyorsanız yarın 12.00’de Tünel’de olun. Sonrasında bir de Reyhan Karaca konseri var.
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2004
Akın K.
‘Türkiye’de eğitim nereye gidiyor?’
- Hiçbir yere gitmiyor. Bir yere gitmesi için önce yola çıkması gerekiyor zira. Fakat bizimkiler henüz ne tarafa gideceklerine karar veremediklerinden... Bakın bu yıl liselerde sınıfta kalma başlıyormuş yeniden. Yarın yine kalkar bakarsınız.
Sevgili okurlar, Akın Bey’in esas derdi... Kendisi bir dershanenin pazarlama müdürüymüş. Dershane olarak ayrıca sınav kaygısını yenme, meslek seçimi, ÖSS ve LGS’ye hazırlık teknikleri, anne baba yaklaşımları vs. konularda seminerler tertipliyorlarmış. Ücretsiz olarak. İlgisizlikten yakınıyor Akın K.
Ben de diyorum ki, demek kimsede kaygı falan yok. Siz de kaygılanmayın o zaman. Ne zorunuza... Zaten bedavaymış da... Keyfinize bakın Akın Bey!
***
Gültekin
‘(...) Sizi okuduğumda arkadaşlarımla konuşuyor gibi oluyorum. Bazen rahmetli babaannemi hatırlıyorum sizin babaanneniz gibi. Bazen 7 yılımın geçtiği İzmir’e götürüyorsunuz, bazen de memleketime (...)
Bu arada affınıza sığınarak bir de soru sormak istiyorum. Eskiden de bu kadar tatlı mıydınız? Yoksa kadın-şarap hikáyesi gerçek mi?’
- Bana bak, ağzını topla! Ne şarabı, ne yıllanması? Ben olsam olsam dalından yeni koparılmış, buğusu üzerinde üzüm olurum. Zaten o tatlılık durumu da oradan geliyor. Yoksa şarabın tatlısı nerede duyulmuş? (Ama belki de vardır. Varsa aman mail’e boğsun okur beni.)
***
Serap Hugül
‘(...) Dün gece sizi rüyamda gördüm. Annemin yaşadığı Altınoluk’taki eski evimizin önünde siz ve güya sevgiliniz olan uzun saçlı, gözlüklü, enine boyuna hoş bir adamla beraber beni bekliyorsunuz. Hep beraber Ayşe Arman’a çaya gidiyoruz. Ben sizi kendi arabamla götüreceğim. Siz yolu bilmiyormuşsunuz. Komik olan, ben, balkonda oturan eşim sizin sevgilinizi kıskanacak diye size mesaj atıyorum. Ama sizden de korkuyorum. Böyle bir davranışa nasıl tepki vereceksiniz diye (...)’
- Dikkat yorum yapıyorum!
Siz yakında hamile kalacaksınız. Bir oğlunuz olacak. Oğlan büyüyünce uzun saçlı, gözlüklü, enine boyuna hoş bir adam olacak. Ama babasıyla geçinemeyecekler. Ben o zaman da yazı yazıyor olacağım, siz bana bu geçimsizlik durumunu yazıp soracaksınız. Bu arada Kurban Bayramı’nda Dubai’ye gidiyorsunuz. Fakat tur şirketi sizi dolandıracağından ancak bir çay içip geleceksiniz. Nasıl?
***
Aylin S.
Aylin Hanım’ın mektubu çok uzun. Birkaç cümleyle özetlemeye çalışacağım.
Türk kadınlarının, bilinen yerleşik ahlak kuralları nedeniyle seks konusunda evlenirken tecrübesiz olduklarını ve bunun maalesef öylece devam ettiğini, buna karşılık Rus kadınların bu konuda çok özgür yetiştikleri için Türk erkeklerinin aklına başından aldığını ifade ediyor Aylin Hanım.
Ayrıca gözlerinin erkeklerin sadece parasında olduğunu ve bunu kolayca elde ettiklerini iddia ediyor. Bu durumun genç kızlarımıza kötü örnek olduğunu söylüyor. Bu gidişe birilerinin dur demesini istiyor. Ama kim ve nasıl? Bilmediğinden bir umut bana yazmış Aylin Hanım.
- Aylin Hanımcım, evet piyasada sanat icra eyleyen Rus kadınlarının maharetleri konusunda çeşitli söylentiler dolaşıyor. Eğer bunlar doğruysa, benim bile erkek olasım geliyor. Zavallı erkeklerimiz ne yapsın. Artık onlara istediğiniz kadar ‘Bunların gözü paranızda’ deyin, ‘Helal olsun’ diyeceklerdir. Nitekim kulağımla duymuşluğum var.
Bilmiyorum ki resmi makamlar bir şey yapabilir mi?.. ‘Türk Parasını Koruma Kanunu’ gibi ‘Türk Karısını Koruma Kanunu’ çıkartılabilir mi?.. Fakat her şeyi devletten beklememek lazım. Sivil toplum örgütleri, bu kadınların bizim kadınlarımıza kurs vermesini sağlayabilir mesela... Hiç olmazsa rekabet adil olur.
E, benim vereceğim akıl da bu kadar olur.
MIŞ-MUŞ
İstanbul’daki kapkaçların nedenini araştırmak için dört bakandan oluşan bir komisyon kurulmuş.
Pek derin bir şeyler beklemeyin, neticede vatandaşın tedbirsiz olduğuna karar verip çıkacaklardır işin içinden.
*
Tavukta antibiyotik varmış.
Sekiz saatte bir tok karnına bir porsiyon soya soslu tavuğa ne dersiniz?
*
ANAP Genel Başkanı Nas, yardımcılarına cepten mesaj atarak istifa ettiğini bildirmiş, sonra yine aynı yolla vazgeçtiğini iletmiş.
Herhangi bir bilmemneseverler derneği bile daha ciddidir.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2004
<B>HAYATIMDAKİ </B>eksiğin ne olduğunu buldum sonunda. Muhallebi. Geçenlerde arabayla Tarlabaşı’ndan geçerken baktım dükkánın birinin camında <B>‘Muhallebici’</B> yazıyor. O anda şimşek çaktı. Hemen ‘Vay! Demek tek eksiğin muhallebi’ demeyin. Vardır elbet başka eksikler de farkında olduğum, olmadığım. Ama işte sanki o dükkána girip, bir tabak muhallebi yersem, o nereden geldiği belli olmayan ama beni asla terk etmeyen tatminsizlik hissi bir ölçüde yok olacak gibi geldi. Fakat dediğimi yapamadığımdan neticeyi bildiremiyorum size. Hijyen takıntısı var bir de zira. Uğur Dündar hayatımıza girdiğinden beri aklımda daima farelerin oynaştığı imalathaneler var. Her ne kadar sevme hususunda hayvan ayırt etmesem de farelerle hamamböcekleri malzemenin tadına benden önce bakmış olmasınlar mümkünse.
Uzatmayayım, o gün sadece tarafımdan ikinci defa keşfedilmiş oldu muhallebi. Birincisini hatırlamıyorum. Yani annemin ağzıma ilk kaşığı ne zaman verdiğini. Ama çocukluğum bir muhallebisever olarak geçti, onu biliyorum.
Okuldan gelir gelmez mutfağa koşardım ki muhallebi tabakları bankonun üstünde dizili mi... Buzdolabına konmadan önce oda sıcaklığına gelmesi için bekletilir ya yeni ocaktan inmiş her şey... Kaç tabak girerdi netice olarak buzdolabına bilmiyorum. Belki de hiç. Ilık ılık icabına bakılırdı üstüne tarçın serpilmiş muhallebilerin.
***
Sonra muhallebi çıktı gitti hayatımızdan. Birincisi, gazeteler yüzünden. Bir diyabet korkusu saldılar içimize... Soyadından dolayı İbrahim Tatlıses’i dinlemeyeceğiz neredeyse. Öyle bir tatlı fobisi. Sırf muhallebi olsa iyi. Ne kek kaldı ne poğaça. Un da öcü ya. Ömrümüzün son gününde bütün vazgeçtiğimiz unlu ve şekerli mamullerden dolayı pişmanlık duyacağız oysa, eminim. Türkünün birinde ‘Rakı içen öldü de su içen ölmedi mi’ diye bir söz vardı...
İkincisi, kırk yılda bir yasakları delmeye kalktığımızda da önümüze kazandibiyle tavukgöğsünü dayadılar muhallebi yerine. Gerçi onlara da bayılırım ama muhallebi başka. Öyle piyasadaki sakızlı muhallebi değil benim dediğim. Zaten onlar daha çok ‘muhallebili sakız’ kıvamında. Sakızdan başka bir şeyin tadını almak mümkün değil.
Benim dediğim ‘anne muhallebisi’. Hani her seferinde aynı kıvamda olamayan... Bazen biraz sulu, bazen biraz katı... Bazen de karıştırırken kaytarıldığının delili olarak dibini tutmuş... Bazen şekeri biraz fazla kaçmış... Bilirsiniz işte, hepinizin hayatından geçmiştir.
MIŞ-MUŞ
Binlerce Amerikalı, Bush’tan kaçıyormuş.
Amerika hareket halinde... Bush’tan kaçanlarla Bush’a koşanlar.
Ruslara göre uzun yaşamın sırrı uykuymuş.
Uykuda geçecekse uzamasa da olur.
Florida’da timsah öldüren balıkçı tutuklanmış.
Parkın havuzundaki ördekleri yiyenlerin kulakları çınlasın!
Türkler, zamanında İsviçre’ye götürdükleri paralarını geri getiriyorlarmış.
Hükümet hiç üstüne alınmasın, AB’ye dua etsin!
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2004
<B>BİRKAÇ </B>senede bir dekorasyonum gelir benim. Yine geldi. Peki gelince ne olur? Evi tepeden tırnağa yenilerim demek isterdim fakat değil. Gerçi bir kalkışma durumu yaşarım ama tepe kısmında kalırım, tırnağa kadar inemem. İşin orta yerinde sıkılıveririm, ruh durumum değişir, kimi eşyaya kıyamam, karar kıldığım tarzdan vazgeçerim, vs.
Netice olarak evin her bir köşesi ayrı telden çalar. Çünkü değişime sehpalardan başladıysam koltuklara kadar gelemediğimden bir bakarsınız sehpalar bir uzay istasyonundan aparılmış gibi dururken koltuklar paşa dedemden kalmış gibidir. Bir sonraki operasyonda ise tam tersi. İkisinin denk geldiği vaki değildir.
* * *
Aslında şu dekorasyon dergileri olmasa oturacağım oturduğum yerde fakat mümkün değil. Ağır tahrik durumu var. Mankenleri gördükçe karısından cayan erkeklere döndürüyorlar insanı.
Ne tasarımlar... Hani altına neyin ne olduğunu yazmasalar anlamak mümkün değil. Belki de bu bilinmezlik cezbediyor adamı. Bazılarının ise ne olduğunu uzun uzun anlatmalarına rağmen anlayamıyorum şahsen. Gerçi bakınca Türkçe ama ben yine de sökemiyorum. Tasarımca diye bir türü var Türkçe’nin. Kursu falan olsa gideceğim.
Bakın, kumar meraklısıysanız arkadaşlarınızla objeler üzerine bahse girebilirsiniz. Sizin ‘sandalye’ dediğinize başka biri ‘lamba’ diyecektir ama netice olarak o şeyin aslı ‘lavabo’dur mesela.
Hakikaten özellikle lavabolar... Yani böyle tekámül görülmemiştir. İnsanın gönlü razı olmaz helada durmalarına. Al salonun orta yerine koy! ‘Görmemişin lavabosu oldu’ desinler.
* * *
Tekámülde lavaboyu sandalye izliyor. Çanta saplı tekerlekli sandalye yapmışlar mesela. Tekerlekli dediysem, sakat sandalyesi gelmesin aklınıza; bu oradan oraya kolay taşınsın diye.
Hayır, bir sandalye ne kadar dolaştırılır evin içinde... Benim bildiğim masanın kenarında durur. Nasıl, neden ihtiyaç hasıl oldu bu türlüsüne... Tut sapından çeke çeke pazara git bari. Arada yorulunca açar oturursun. Bir yerinde sepeti falan da vardır muhakkak. Bakmayın siz öyle hilkat garibesi gibi ürünler yarattıklarına, tasarımcılar fonksiyona da çok meraklıdırlar aslında. Bir taşla üç fonksiyon vururlar. Bir sehpa yapmışlar mesela, yan çevirince tabure, ters çevirince gazetelik oluyor.
Böyle birkaç parça eşya alacaksınız eve... Sonra geleni gideni eğlendireceksiniz. Şapkadan tavşan çıkarır gibi. Masadan koltuk, koltuktan şifonyer...
* * *
Yukarıda sözünü ettiğim saplı sandalyeyi bir öğrenci tasarlamış. Ne yapsın çocukcağız... Dört bacaklı normal bir sandalye yapsa çakacak. Mecburen şeyini çomaklamış.
Bu yine iyi. Bazıları var ki tam plastiğe şekil verirken ustayı telefona çağırmışlar, konuşma uzun sürmüş malzeme öylece sandalyeye beş kala donmuş kalmış gibi. Etrafında döner durursunuz, neresine oturayım diye.
Lambalara ise hiç girmeyeyim. Sadece şunu söyleyeyim, yakında adamın içini boşaltıp ağzından bir ampul sarkıtabilirler. Bakmışsınız bütün deliklerinden soft ışık sızıyor. Bu derece yani.
MIŞ-MUŞ
‘Of of’ adlı şarkısıyla çıkış yapan Gülşen, yılbaşı gecesi için bir otelden 52 bin dolar, 2’si business 11 gidiş-dönüş uçak bileti, 2 süit, 5 çift kişilik oda istemiş.
Of of! Kömür gibi yanma sırası bizde.
Sokak çocuklarının sayısı 40 bini aşmış.
Ben sizin yerinizde olsam bi bakarım çocuğum odasında mı diye.
Cepten TV izleme dönemi başlıyormuş.
Geriye bir tek ‘cepten döllenme’ kalıyor.
Yazının Devamını Oku