23 Ekim 2004
Ben de bu ‘Açılamayanlar’la bozdum. Ama ne yapayım çok önemli. Öyle büyük adam olmadığımdan küçük şeylerle meşgulüm daha ziyade. Hatta ne yalan söyleyeyim, Irak’ta olup bitenlerden bile daha fazla canımı sıkabiliyor günlük hayatta karşıma çıkan ufak tefek problemler. Oysa ben de isterdim elbet sabah uyanır uyanmaz aklıma dünya meselelerinin üşüşmesini. Düşüneyim, edeyim, çareler üreteyim... Fakat işte döndür Allah açılamayan bir pet şişe kapağı beni bundan alıkoyuyor. Ya da yoğurt kapağı.
En son, kaset, CD ve kitapları açamıyorum. Üzerlerindeki o ince şeffaf şey yüzünden. Bıçaklamak gerekiyor illaki. Hani öyle arabada aç, koy teybe, mümkün değil. Eve gidip ekmek bıçağı marifetiyle bir kenarından delmek, deşmek, yırtmak suretiyle açacaksınız.
Bisküvi paketlerinin çoğunu, deterjan kutularını da açamıyorum. ‘Buradan açınız’ yazıyor oysa. Bir ara üstüne ‘Buradan açamıyorum’ yazıp fabrikasına yollayayım diyorum.
Fakat belki de hayırlıdır bu mütemadiyen bir şeyleri açmaya çalışma durumu. Muzırlık yapmaya hal ve zaman bırakmaması açısından... Mesela bizim gidip ülkenin birini işgal etmeye kalkışmamamızın nedeni bu olabilir. Diyeceksiniz ‘Başımızda büyüklerimiz var; bizim vatandaş olarak işgale kalkışacak halimiz yok.’ Tamam, büyüklerimizin eline her şey açılmış gidiyordur ama milletvekillerinin, bakanların hiç olmazsa meclis lokantasında ayran kapağı açmışlığı da yok mudur? Ayranı üstüne dökmeden kapağı sıyırıp kaldırmanın nasıl dikkat isteyen bir mesai gerektirdiği herkesçe malum. Günde bir tane ayran kapağı açsa insan, başka bir şeyle uğraşamaz.
Zamanında Bush’a açsın diye iki yoğurt, üç beş de ayran yollayacaktık buradan, bakın Irak’a gitmek falan aklına gelir miydi? İnsanda keyif keka olunca bir süre sonra rahat batıyor haliyle, kime sataşayım diye bakıyor.
Dediğim gibi, bizim işimiz çok, o yüzden dünya için bir tehlike arz etmiyoruz.
Bakın mesela şu anda dörtlü tuvalet káğıdının naylon ambalajını açma işine soyunmuş bulunuyorum. ‘Açma’ dediysem, lafın gelişi... ‘deşme’ demek daha doğru. Ya da ‘parçalama’ Bıçaksız yaşanmaz bu memlekette abi!
‘Aşkım’ herkese uyar
Neyse ki bazı büyük meseleleri arada sırada da olsa düşünemeyecek kadar vahim değil durumum. Bir ayran ile bir tuvalet káğıdı arasında, birtakım konular üzerine ahkám kesecek kadar düşünme fırsatı buluyorum.
Mesela işte böyle bir fırsatta erkek kadın ilişkisine kafa yordum yine. Yolunda gitmeyen ilişkilerle ilgili şöyle bir tespitte bulundum:
‘Kadınla erkek arasındaki gerginliğin bir sebebi de çiftlerin birbirlerine hitap şekilleridir’
Bebeğim, tavşanım, balım, civcivim, çiçeğim, böceğim vs. Hele sevgilim, aşkım, canım, bir tanem gibi klasikler... Evet bunlardır taraftarı çaktırmadan geren şey.
Neden?
Zira hiçbiri karşı tarafa kendini özel hissettirmez.
‘Sevgilim’in nesi özel?
Sizden öncekine söylenmemiş, sizden sonrakine de söylenmeyecek olma ihtimali var mı?
Bazılarının da içi boşalmış zaten. Taksi şoförüne ‘Şurada ineyim aşkım’ diyen var.
En özel hitap şekli karşıdakine adıyla seslenmektir. Ötekilerin hepsi herkese uyar. Sevgiliniz herkese ‘Tavşanım’ diyebilir ama başka kimseye sizin adınızla hitap edemez. Ebru, Nihal, Cengiz, Zehra, Ali sizsinizdir; civciv, kelebek, bal, tombik, kuş, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’dır.
Ben şahsen adımla hitap etmeyen sevgiliden şüphe ederim. Hayatında biri daha vardır büyük ihtimalle. Bir gün birimize, şaşırıp ötekinin adıyla seslenmek suretiyle felakete neden olmamak için ikimize de ‘Aşkım’ deyip geçmektedir. (Bakınız evli sevgililer)
Son olarak... Özellikle sevişirken kulağınıza adınızı fısıldayan sevgilinize sıkı sarılın. ‘Canım’, ‘Bir tanem’ falan diyene pek itibar etmeyin. Benden söylemesi.
MIŞ-MUŞ
İnsanda bulunan gen sayısı tere otundan az çıkmış.
‘Karizmayı çizdirmek’ diye ben buna derim.
Erdoğan, Fransız gazetecilerin eşcinsellerden ateistlere, türbana kadar tüm sorularına net yanıtlar vermiş.
Demek Fransa’dan basın kartı almanın yollarını arayacaksınız arkadaşlar!
Ilık bir kış geçirecekmişiz. Hayrola, Balkanlar’da üretim durdu mu?
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2004
<B>KONYA’</B>dan kötü adam çıkmaz...<br><br>İzmir’den çirkin kadın çıkmaz...<br><br>Yozgat’tan üçkáğıtçı çıkmaz... Afyon’dan hırsız çıkmaz...
Malatya’dan fahişe çıkmaz...
Uzatmayayım, Türkiye’nin hiçbir yerinden hiçbir şey çıkmaz.
İşte en son Denizli’den ‘eğreti gelin’ çıkmadı nitekim.
Belki bilmeyen vardır, yazar Şükran Kayalı romanında 1930’lu yıllarda Denizli yöresinde erkek çocukları evliliğe hazırlayan ‘eğreti gelin’leri konu etmiş. Atıf Yılmaz da bunu filme alıyor şimdi.
Fakat işte Denizlililer itiraz ediyorlar. Kayalı ‘Araştırdım’ diyor, Denizlililer ‘Olmaz öyle şey’ diyorlar. Hatta AKP milletvekili Mehmet Yüksektepe çekimlerin durdurulmasını istemiş. Belediye Başkanı Nihat Zeybekçi de ‘İstanbul’daki paşa konaklarında olur ancak’ demiş. İstanbul’da ne İstanbullu ne de paşa konağı kaldığından buna kimse itiraz etmeyecektir şükür. Yoksa iç savaşa kadar gidebilirdi.
Hayır ‘eğreti gelin’ almanın ya da olmanın nesi kötü anlayamadım. Bence pek de güzel bir gelenekmiş. En azından oğlunun yanına akrabadan bir abiyi takıp geneleve yollamaktan iyidir. ‘Eğreti gelin’ denen kızlar da gönüllü olduktan sonra mesele yok. Hakikaten var idiyse böyle bir gelenek, ileri görüşlülüklerinden dolayı tebrik etmek isterim o zamanın Denizlilileri. Ortalık bir nevi ‘eğreti gelin’den geçilmiyor zira.
*
Bir de meslek grupları var böyle... Tek bir meslektaşları için hoşlanmadıkları bir laf edemezsiniz. Topluluğun tamamına mal eder, teessüften başlayarak tehdide kadar varan tepkilerini yağdırırlar derhal.
Doktorlar sahtekár olamaz!
Kapıcılar da... Marangozlar da... Gazeteciler de... Müteahhitler de...
Artık aklınıza hangi meslek geliyorsa.
Peki bunca dolandırıcı, hırsız, çeteci, hortumcu, sahtekár, yağmacı, katil hangi memleketten, kimlerin arasından çıkıyor?
İthal ediyoruz zahir.
Oysa birileri çıksa, ‘Evet, bizim memleketin de her memleket gibi iyisi kötüsü vardır’ dese.
Ya da ‘Maalesef üçkáğıtçı meslektaşlarımız var. Diploma insanın huyunu suyunu, genlerini değiştirmeye yetmiyor’ dese...
Veya, ‘Evet eskiden böyle bir gelenek varmış’ diyebilse...
Kimse diyemiyorsa bir sebebi var elbet. Milletçe ‘şanlı tarih’ merakımızın bir parçası bu diyememek. Böyle her meselede sütten çıkmış ak kaşık olduğumuzu iddia ederek yuvarlanıp gideceğiz anlaşılan. Evet, imajımız ‘Sütten çıkmış ak kaşık.’ Eğreti imaj.
MIŞ-MUŞ
Çağla Şikel ‘İlhan Mansız’ı tanımam bile’ demiş.
Biz evvelallah ‘Yap, işlet, devret’ misali tanıştırır, seviştirir, ayırırız.
*
Haluk Levent Bush için aşk şarkısı yapmış.
Savaşma seviş’ falan deseydi bari.
*
Eski ‘Kızıl’ yeni ‘Yeşil’ Bendit ‘Erdoğan benim kadar değişti’ demiş.
Yok canım! Bizimki sadece ‘Koyu yeşil’di, ‘Açık yeşil’ oldu.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2004
<B>HER </B>zaman böyle oluyor... Gazetede yayımlandığı gün yazımın şahane bir versiyonunu kafamda yeniden yazıyorum. Size hep beş para etmezini okumak kısmet oluyor yani. Çok talihsizsiniz. İstersem on kere kontrol edeyim, gazetede okuyunca bir sürü eksik, yanlış, konuyla ilgili atladığım önemli bir nokta buluyorum. Sanki gazeteyle beraber bir de zihin açıcı veriyorlar bana.
Bunlar sıfıra indiğinde mi gerçek bir yazar olacağım?
Biraz geç kalmadım mı? 7 sene oldu, daha ne kadar pişeceğim? Vs. vs.
İşte mesela pazar günkü ‘Sahurda Yatıp İftarda Kalkanlar’ başlıklı yazımı okuyunca ‘Tüh!’ dedim yine... Oruç tutanlar sınıflandırılır da ‘Akşama kadar kapalı kapılar ardında yiyip içen, akşam şahane iftar sofralarında besmeleyle oruç açanlar’ unutulur mu?
Atlamışım işte. Neyse şu anda telafi etmiş oluyorum. Aklıma başka bir şeyler gelirse bilahare dile getiririm. Söz veriyorum ramazan bitene kadar yazıyı tamamlayacağım.
***
Buraya kadar yerinme faslıydı. Şimdi övünmeye geçiyorum.
Size, çok sevdiğiniz, bütün kitaplarını okuduğunuz bir yazardan, bir mektup eşliğinde bir kavanoz reçel geldi mi günün birinde?
Bana geldi.
Karpuzla ilgili bir yazı yazmıştım, bilmem hatırlıyor musunuz... ‘Ne reçele gelir, ne turşuya...’ demiştim. Reçeli oluyormuş meğer.
Sevgili Ayşe Kulin, yazım üzerine Urla’dan dönüşünde bir kavanoz karpuz reçeli getirmiş bana. Oysa tanışmıyoruz kendisiyle. Hiç karşılaşmadık, ortak arkadaşımız falan da yok. Ama yazdıklarımız aracılığıyla bir bağ kurulmuş işte aramızda.
Mektubunda diyor ki, ‘Tabii siz Hürriyet’i okumamın üç nedeninden biri olduğunuzu bilmezsiniz’.
Ben şimdi bu söz üzerine neler hissettiğimi anlatmaya kalksam beceremem. En iyisi siz empati yapmak suretiyle anlamaya çalışın.
Kardeşim, ‘Sakın bunu köşene taşıma, çok ayıp’ dedi.
Hayır kardeşim! Seni dinlemiyorum. Bu benim bir nevi referansım oluyor. Referans göstermenin nesi ayıp. Herkes CV’sine yazıp duruyor da...
Teşekkürler sevgili Ayşe Kulin... Reçel için... Samimiyetiniz için...
MIŞ-MUŞ
Her yıl 1.6 milyon kişi sobadan zehirleniyormuş.
İşte gerçek ‘İlerleme Raporu!’
*
Bitlis’te vali ve belediye başkanı tuvalet açılışı yapmışlar.
Ne yapsınlar... Fabrikalar kurdunuz da açmadılar mı?
*
Kadınların çoğunun erkek egemenliğine karşı işletme okuduğu anlaşılmış.
Her yaptığımızın ucunda erkek olacak illa ki.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2004
<B>MÜBAREK </B>ramazan ayını idrak ettiğimiz şu günlerde halkımız ikiye ayrılmış bulunuyor. Oruç tutanlarla tutmayanlar. Oruç tutanlar da kendi aralarında birtakım sınıflara ayrılıyorlar.
Mesela, oruç tuttuğu yüzünden belli olanlar...
‘Yüzlerine nur geliyor zira’ demek isterdim lakin öyle değil, şöyle: Suratlarından düşen bin parça oluyor. Gidin bir banka şubesine, postaneye, şuraya buraya, şıp diye anlarsınız. Siz anlamazsanız onlar birkaç saniye içinde ‘Kusura bakmayın kafam yerinde değil, oruçluyum da...’ demek suretiyle kendilerini belli ederler.
Bir diğer sınıf, ramazanın en az yarısını budayanlar...
Bunlar da kendi aralarında sınıflara ayrılırlar. Orucu baştan üç gün tutup sonra bırakanlar, bir gün tutup bir gün tutmayanlar, başında, ortasında, sonunda ve Kadir Gecesi tutanlar gibi. Bunlara ‘kendini kandıranlar’ da denilebilir.
Bir taşla iki kuş vurmak isteyenler...
Bu grubun mensupları, yapacakları zayıflama diyetini ramazan ayına denk getirirler. Niyetleri ramazan sonunda hem zayıflamış hem de sevaba girmiş olmaktır. Lakin sabaha karşı pilav, börek yiyip yattıklarından ramazanı şişmanlamış olarak tamamlarlar. Mübarek günleri emellerine alet ettiklerinden sevaba falan da girmezler.
* * *
Sahurda yatıp iftarda kalkanlar...
Bir ay boyunca işi gücü terk ederler. Oruçlu saatleri uykuda geçirmek suretiyle ramazanı nefsine çaktırmadan atlatmak niyetinde olan bu grup mensuplarının orucunun kabul görüp görmediğini Allah bilir.
Ramazanı bir süre aç kalıp sonra yemeğe saldırmak şeklinde algılayanlar...
Ne kalplerini temizlemeye, ne üçkáğıttan vazgeçmeye niyetleri vardır. Dakikada bir yanındakilere ‘Kaç saat kaldı yav?’ diye sorarlar. İftardan sonra soda içip geğirirler.
Ve ramazanın hakkını verenler...
Her konuda nefsine hákimiyetiyle, ibadetiyle, sükûnetiyle, yüzünün nuruyla, tevazuuyla... Dedelerimizle beyaz başörtülü anneannelerimizi, babaannelerimizi hatırlayın...
İşte onlar gibilerin ramazanı mübarek olsun.
MIŞ-MUŞ
ABD’de başkanlığı daha çok adı kısa olanlar kazanıyormuş.
Amerikalılar yine iyi, biz seçerken hiçbir şeyine bakmıyoruz.
YTL’den sonra eski paralar asfalt olacakmış.
Sonunda servet ayaklarımızın altına seriliyor ama...
Tuğçe Kazaz, ‘İleride şarkıcılığa soyunabilirim’ demiş.
Tek umudumuz Sezen Aksu’nun kaynanalığını göstermesi.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2004
Türkiye’nin AB için baştan sona değişmesi gerekiyormuş. Hayır, hazır değişmişi yok mu bunun, bizde neden ısrar ediyorlar anlamış değilim. Gerçi ısrar eden biziz ama onlar da olmaz deyip kestirip atmıyorlar. Demek çocukluğumuzdan beri duyduğumuz ‘Türkiye’nin coğrafi konumundan gelen siyasi önemi’ falan gibi laflar boşuna değilmiş.
Fakat nasıl değişecek baştan sona.... Koskoca bir ülkenin adeta yeniden tesisi gibi bir şey. Kıytırık dört katlı apartmanı depreme karşı güçlendiremezken... Bunda ‘Can benim canım’ deyip yarıda da bırakamazsınız, jandarma gibi bekliyorlar başımızda.
Hayır bari bir iki tane değişmesine gerek olmayan husus olsa... AB ‘Şunun şöyle şöyle olması gerekiyor’ dediğinde ‘A, bizde durum tam da öyle zaten’ diyebilsek... Fakat yok. Yani yasa üretim merkezi kursak bir tane, seri imalata başlasak yetişilecek gibi değil.
Hadi yasalar tamam diyelim. Çift vardiya falan idare ettik... Lakin ‘insan’ı ne yapacaklar.
Mesela romatizmaya iyi geliyor diye kuduz tilkiyi pişirip yiyenleri nasıl uyduracaklar AB’ye...
İstanbul’u sel aldığında ‘Ne yani, başkan burada olsaydı menfez mi açacaktı’ diyen belediyecilere...
Sazlık meselesi yüzünden kavgaya girişip kuş cennetini yakanlara...
Mafya babalarına ‘evliyam’ diyenlere...
‘Benim pisliğim pis değildir’ deyip tuvaletten çıkınca elini yıkamayanlara...
Çayı yağlı dudak ve parmak izli bardakla önümüze getirenlere...
Eli daima burnunda adamlara...
‘Bi şey olmaz’ deyip ‘bi şey’e sebebiyet verenlere...
Ne yapacaklar...
Bence her birimize birer ‘uyum hapı’ yutturmalılar. Başka türlüsü zor. Hatta imkánsız.
Duygu yumaklarım benim
Geçtiğimiz hafta Hürriyet Pazar’da Sibel Arna ve Savaş Özbey’in tur rehberleriyle yaptığı röportajları okuyunca Türk erkeğini sarıp sarmalama, bağrıma basma isteği hasıl oldu bende. Seks turizmine giden Türk erkeği o kadına áşık olup dönüyormuş.
Senelerdir şikáyet ederiz oysa... Akıllarının aşktan ziyade sekste olduğundan dem vururuz. Gerçi bu hálá doğru. Baksanıza ta Rusya’ya gidiyorlar bu iş için. Hiçbir kadın yapmaz. Şahsen bana ‘Kevin Costner seni bekliyor’ deseler şuradan Küçükçekmece’ye kadar bile gitmem. Fakat erkekler öyle değil işte. ‘Kuzey Kutbu’nda kadına benzer bir yaratık görüldü’ deseniz bakmışsınız yola dökülmüşler.
Uzatmayayım, meğer erkeklerimizde bunun yanı sıra áşık potansiyeli de mevcutmuş. Sen kalk, sırf bir gece sevişmek için anlaştığın, bu işi meslek edinmiş kadına áşık ol! Canlarım benim. Hakikaten gözlerim doldu. Aşk böceklerim, duygu yumaklarım benim.
Fakat üstünde biraz düşününce... Bu yine aşktan ziyade, neredeyse sokakta çarpıştığı kadına bile ‘Sen benimsin lan!’ deme eğiliminin bir tezahürü olmasın?
Türk erkeği ‘sahip olma’ya kurgulanmıştır zira. Hani turistik gezi için şehrin kalesine girse tepesine bayrak dikmeden çıkmaz desem abartmış olmam. Bu bahsi geçen mevzu da bu hesap olabilir.
Neyse gençler öyle değil artık. Gerçi onların durumu da başka türlü bir içler acısı ya... Neredeyse evlenirken bile nikáhı başkasının üstüne yapacaklar ki kızın sorumluluğunu almasınlar. Diyeceğim ikisinin ortasını bulan bir kuşak yetişmedi. Oradan buraya atladık.
Yani netice olarak bi koşu gidip áşık olup geldiği söylenen erkeklerin hissettikleri gerçekten aşk mıdır, yoksa geleneklerden gelen ‘Bi kere yattık, helálim oldu’ duygusu mudur bilinmez.
MIŞ-MUŞ
Memura maaş zammı tiryakiden çıkacakmış.
Kim derdi ki ‘haram’ bir gün hayırlara vesile olacak...
Diyarbakır Karapınar Belediyesi’nde çalışan işçiler eşlerini döverlerse maaşlarının yarısı kesilecekmiş.
Şimdi de ‘Parasıyla değil mi...’ diyebilirler.
En hızlı Taylandlılar sevişiyormuş. Ama en uzağa biz gittik. (Bakınız ‘Duygu Yumaklarım Benim’ başlıklı yazı)
Yunanistan, pahalı ve halkın sinirini bozuyor diye askeri tören düzenlememe kararı almış.
Bakarsınız komşuda pişer bize de düşer.
Hızlı trenin makinisti ‘Kaza günü ilk kez hızlı tren kullanıyordum’ demiş.
Bizim toplum olarak benzer itirafları duyuşumuz ise ilk değil, son da değil.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2004
Murat Güzel
‘Şu anda Hatay Serinyol’da, Şırnak Hakkári’ye gitmek için aldığım keskin nişancılık eğitimlerinden başarıyla geçtiğim için bugün çarşı iznindeyim. Ve sizden nişanlım için bir iyilik isteyeceğim. Ona bir not iletmek istiyorum ve bu notu hayatı boyunca unutamayacağı bir anı olarak hatırlamasını istiyorum. Yanında ben olmasam da!..
‘121. Jandarma Er Eğitim Komutanlığı’nda yetiştirilen Jandarma Er Murat Güzel artık vatan ve aşkı Mehtap için canını vermeye hazır. Seni çoook seviyorum.’’
Duydun mu Mehtap! Adam hazır canını bile verecek kıvamdayken ne isteyeceksen iste! Kavuşup da aradan üç ay geçtikten sonra senin için çok geç olabilir.
* * *
Selda
‘Üşenmedim yazdım. Bakın biz kadınlar, erkeklerden sadece ne bekliyoruz...
Bizden güçlü olsun. Bizi korusun. Bize ihtiyacı olsun. Duyarlı olsun. Romantik olsun. Akıllı olsun. Zeki olsun. Ömür boyu bizimle olsun. Yaratıcı olsun. Hayal kursun. 40 yıl bir yastıkta kocayalım. Evde dursun. Başarılı olsun. Fazla çalışmasın. Bizle gezsin. Bakımlı olsun. Yakışıklı olsun. Kimseye bakmasın. Aktif olsun. Sosyal olsun. Sadece bizle yapsın. Bizi dinlesin. Bizi anlasın. Bizle konuşsun. Entel olsun. Bilgili olsun. Fazla okumasın. Estetik duygusu olsun. Güzelden anlasın. Sadece bizi güzel bulsun. Herkes kusurlu olsun. Şık olsun. Komik olsun. Fazla dikkat çekmesin. Güzel sevişsin (...)’
Yarıda kestim Selda’cım. Mecburen. Fakat hakikaten tamamına yer vermek isterdim. Kadın kısmı bu kadar güzel anlatılır... Ben de bir şey ekleyeyim. Bir mucize oldu karşımıza böyle bir erkek çıktı diyelim... Bir süre sonra ‘Abi yav adam öyle kusursuz ki insanı bunaltıyor’ deyip sıradan bir adama gideriz.
* * *
Belgin Stubbs
‘O Bir... O Bir Hava Parası’ başlıklı yazım üzerine Amerika’da bu işlerin nasıl yürüdüğüne dair bilgi içeren bir mail göndermiş Belgin Hanım. AB’ye gireceği söylenen ülkeme belki bir faydası olur diye durumu özetliyorum.
Kiracıdan alınan ve adına ‘depozit’ denen para, sözleşme başlangıcında kiracı ve ev sahibi adına bir bankaya yatırılıyor. Polisten alınan bir belge olmadan ikisi de parayı çekemiyor. Bu arada faiz de işlediğinden para bir yandan da büyüyor tabii.
Kiracı evi boşalttığında, eğer bir hasar varsa, ev sahibi o hasara yaptığı harcamaların faturasıyla bankaya gidiyor. Banka faturaların karşılığını ev sahibine, geri kalan parayı ise kiracıya ödüyor. Bu kadar basit ve adil.
Arslan Tüten isimli okurumsa, Brüksel’deki durumu anlatmış. Orada ev sahibinin garantisi kiracının bir bankadan aldığı teminat mektubu; kiracının garantisi ise ekspertiz belgesiymiş.
* * *
Barış Balcıoğlu
‘Bayağı bir gecikmeli olarak, arkadaşlarımdan ve annemden daha önce hakkınızda olumlu yorumlar duymuş olmama rağmen, işte gecikerek yazılarınızı okumaya başladım. Bir iki aydır en sevdiğim üç yazardan birisi oldunuz. Ama birisinin yazılarını çok sevince, kişiliğinin de iyi olması beklentisi oluşuyordu ve bir gün hakkınızda beni üzecek bir şey duymaktan korktuğum için size sempatimi ifade etmeye çekiniyordum.’
En iyisi kimseden duymadan ben sana ne olduğumu anlatayım. Gerçi insan en az kendini tanırmış ama ben hiç olmazsa ‘En kötü huyum iyi kalpli oluşumdur’ diyenlerden değilim, onu biliyorum. Yani söyleyeceklerim gerçeğe en yakın olacaktır, inan.
Pakize Suda’nın gözüyle Pakize Suda, kavgacı, hatta saldırgan, her zaman, her şartta, her yerde odak noktası olmak isteyen, paranoya derecesinde kimseye güvenmeyen, bu yüzden kimseyle tam anlamıyla dost olamayan biridir.
Hálá sevecek misin bakalım yazılarımı.
Fakat az rastlanır meziyetlerim de var tabii. Övünmek gibi olmasın diye saymıyorum.
MIŞ-MUŞ
Baykal-Sarıgül kavgası büyüyormuş.
E, hükümetle bir kavgaları olmayınca açığı kendi aralarında kapatıyorlar.
Gülben Ergen, ‘5 ay sonra hamileyim’ demiş.
Demek bu işte de rezervasyona başlandı.
Türk erkeğinin sperm sayısı 70 milyondan 20 milyona inmiş.
Allah beterinden saklasın ki Türk erkeği için bu penis boyundaki iniştir.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2004
<B>‘BU mevsim ayrılık dolu’</B> demiş <B>Bekir Coşkun </B>pazar günkü yazısında.<br><br><B>‘Ağaçlar yapraklarından, güneş topraktan, çiçek arıdan, gül dalından ayrılıyor.’<br><br></B>Doğru. Bu mevsim ayrılık mevsimi hakikaten. Ama ağaç yaprağa, güneş toprağa, çiçek arıya, gül dalına kavuşacak yeniden.
Yaz aşkları bittiyse kış aşkları var.
Güneş şemsiyeleri depolara kalktıysa dolaplardan çıkan yağmur şemsiyeleri var.
Kumrular yine döner gelir. Şunun şurasında kaç ay kaldı bahara.
Ama bu mevsimin kavuşmasız ayrılıkları var bir de. Ben bütün sevdiklerimi bu mevsimde kaybettim. Bunun farkında olduğumu ilk defa itiraf ediyorum. Aklıma gelmesine izin vermedim bugüne kadar. Kondurmak istemedim sonbahara. Tesadüf dedim.
Alıkoymak istedim kendimi sonbaharı sevmemekten. Endişeyle beklemekten.
Ama o her seferinde yaptı yapacağını.
***
Hálá sevmek istiyorum sonbaharı. Direniyorum. Bir çıkış yolu arıyorum. Bu mevsimin kavuşmalarını bulur çıkarırsam iyi gelir belki diyorum. Hepimize.
Issız okul bahçeleri çocuklara kavuşur mu mesela bu mevsimde...
Bütün yaz perdeleri örtülü duran sessiz kışlık evler sahiplerine...
Dalından ayrılan yapraklar toprağa...
Kar da bekliyor mudur yukarılarda bir yerde toprağa kavuşmak için...
Sobalar oduna, kömüre...
Kazaklar bedenlere...
Tatile gidenlerin komşuya bıraktığı çiçekler evlerine...
Yaz boyu, üst üste konmuş sandalyeleriyle karanlığa terk edilmiş eğlence yerleri coşkulu kalabalıklara...
Doğumlar da oluyordur değil mi, hatta ölümlerden fazla...
Araya yazın girdiği aşklar da vardır belki, sonbaharı bekleyen...
Kendimizi kandırmaksa kandırmak... Hayatın kendisi nedir ki zaten.
MIŞ-MUŞ
Türkiye’nin AB üyeliği konusunda Almanlar ikiye bölünmüş.
Başbakanımızın üslubuyla ifade etmek gerekirse, ‘Koskoca milletleri böleriz icabında!’
*
Gülben Ergen, ‘Assolist olma gibi bir derdim yok’ demiş.
Assolistlik müessesesinin ise hiç ama hiç yoktur herhalde.
*
Yılbaşı için 10 milyon dolarlık bir adet sutyen tasarlanmış.
Alıcısı, ‘Yeter ki çıkarma karıcığım’ diyen, 30 yıllık evli bir adam olacaktır büyük ihtimalle.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2004
<B>ARTIK </B>bu sefer Alibeyköy şehir haritasından silinmiş olabilir. Tabii ki bunu resmi ağızlardan duyacak halimiz yok. 17 Ağustos depremiyle tren kazasında hayatını kaybedenlerin gerçek sayısını öğrenebildik mi? Resmi açıklama dediniz mi bilin ki orada bir ‘pembe yalan’ durumu vardır. Büyüklerimiz moral durumumuzu her şeyin üstünde tuttuklarından...
Deli dana yok!
Radyasyon yok!
Kimse ölmedi!
Ekonomi tıkırında!
Asayiş berkemal!
Son günlerde çok sevdiğim birinin ciddi bir rahatsızlığı nedeniyle ‘Dünyada ölümden başkası yalan’ durumunda olduğumdan olan bitenle ilişkim kesik gerçi ama meteoroloji çuvalladı galiba bu sefer. Bu delici yağmur için uyardı mı bizi? Hayır geçen sefer sayesinde savaşa hazırlanır gibi hazırlanmıştık... Gerçi onca hazırlığa, gele gele alelacele yapılan kısa bir duş kıvamında bir yağmur gelmişti. Bu sefer ise sanki biri havuza itti bizi...
Neyse, bu satırları okuduğunuz sırada yağmur sırasını savmış, yerini güneşe bırakmış olacaktır büyük ihtimalle. Benim şu anda yaptığım, televizyondaki spor programları gibi oldu biraz. Oynanmış bitmiş maçın bir hafta yorumunu yapıyorlar ya...
* * *
Esas ve de şuraya kadar yazdıklarımla bir ilgisi olmayan mevzua geçiyorum. Şimdi de ‘Tüketicinin şikáyet köşesi’ gibi olacak ama mecburum, talep çok... Yani bu bir istek yazısı olacak. Umumi arzu üzerine...
Lafı hiç dolandırmadan hemen durumu bildiriyorum. Ev sahipleri depoziti geri vermiyor!
Evet, depozit almayan ev sahibi olmadığı gibi, geri veren ev sahibi de yok. Depozitin adı depozit. Aslında o bir, o bir... ‘Hava parası.’ E, hava parası geri istenir mi?..
Şimdi ev sahipleri, ‘Ama sor bakalım niye?’ diyeceklerdir.
Soruyorum. Lakin, ‘Efendim, bir daha yüzünü görmeyeceğim, hiçbir alışverişim olmayacak birine çıkarıp bilmemkaç bin dolar verecek kadar enayi değilim’ şeklinde bir cevap almayacağımı biliyorum. Kiracının yakıp yıkanından, takıp kaçanından bahsedeceklerdir.
Tamam da konumuzun kahramanı onlar değil. Bir gün onlardan da uzun uzun söz ederiz. Benim dediğim, evle beraber bir de ağzıyla tuttuğu kuşu ev sahibine teslim eden kiracılarla, evin her bir santimetrekaresine büyüteç tutmak suretiyle ‘Bakın buraya sinek konmuş kalkmış’ diye çamura yatan ev sahipleri...
‘Peki ne yapacağız, bir çözüm önerin mi var?’ diyeceksiniz.
Yok.
‘Hükümet depozit işine el atsın’ falan da demiyorum. Kiralara atıyor da ne oluyor... Hálá yürürlükte ‘vicdan’ var. Ev sahibinin vicdanı...
Bu yazı sadece mağdur okurlarıma ‘Oh! Ağzına sağlık!’ dedirtmek için yazılmıştır. Hep beraber boşalmış oluyoruz, o kadar.
MIŞ-MUŞ
Erdoğan, Baykal’a, ‘17 Aralık’ta Brüksel’e birlikte gidebiliriz’ demiş.
Hemen sevinmeyin! Aralarındaki ahengin hayırlı olmayacağı yegane beraberlik iktidar-muhalefet beraberliğidir.
Türk kadını şişmanlıyormuş.
Enteresan olan, bir elinde kepekli bisküvi, bir elinde kibrit kutusu kadar beyaz peynir.
Baykal, AB’yle ilgili ‘Nişanlanıyoruz ama evlenmeyebiliriz’ demiş.
Yok, cesaret edemezler, bizim namus cinayetlerini duymuşlardır.
Yazının Devamını Oku