4 Aralık 2004
Deyimler ve atasözleri ne kadar önemlidir bir milleti anlamak ve anlatmak açısından... Mesela bir memlekette <B>‘Partiyi vurmak’</B> diye bir deyime ihtiyaç duyulduysa, bu, orada onu bunu dolandırmaya, üçkáğıda meyilli insanların bolca bulunduğu anlamına gelmez mi? Aslında yasalar yerine bizim atasözleri ve deyimler sözlüklerinden birine bakacaktı AB... Misal ‘Öküz altında buzağı aramak’ deyiminin peşine takılıp ‘işkence’ye kadar gidebilirdi.
Ya da ne bileyim, eğer bizi oyalamak suretiyle sonunda bu işten sıkılıp vazgeçmemizi umuyorsa, sabırla koruğun helva, dut yaprağının atlas olacağına inandığımızı görüp anlardı yanıldığını.
Tabii deyimlerin tamamını okuyup anlayınca ‘Ayol siz bize dahil olsanız ne yazar, ‘Deve Kábe’ye gitmekle hacı olmaz’’ da diyebilirdi.
Laf nereden nereye geldi. Aslında AB falan değil konumuz. Geçenlerde Beyoğlu’nda bir pasajın üçüncü katından düşüp hayatını kaybeden gençle ilgili haberi okurken aklıma ‘Öküz altında buzağı arama’ huyumuz geldi de... Efendim, o gencin oradan düşmesi kaza değil intiharmış. Eski sevgilisiyle bir telefon görüşmesi yapmış, sonra atmış kendini. Telefonla görüştüğü eski sevgili de aslında o esnada aynı mekánda bulunuyor. Beraber gelmişler oraya. Böyle bir tuhaflık da var yani.
Tamam belki gerçek budur bu olayda ama dikkat ettiniz mi bilmiyorum, daima intiharın altında cinayet, kazanın altında intihar arıyoruz. Sıradan ölümler katiyen kesmiyor bizi. Bir hikáyenin altında yatan başka bir hikáye olacak illaki. Hayır, bu merakımızla ‘dünyanın en iyi polisiye filmlerini çeken ülkesi’ olmamız lazım lakin o da yok.
Ben şimdi 16 yaşındaki Zeynep’in servis şoförü tarafından kaçırılması olayının nerelere geleceğini merak ediyorum. Adam yakalandı, kız ailesine teslim edildi. Ve olay bitti öyle mi? Asla! Asla izin vermeyiz bitmesine. Kız çok da güzel üstelik. Bu durum iyice kışkırtacaktır bizi. Bakalım ne senaryolar yazacağız?
Saksılardan beklenen
Siz hiç kafeste kuş görünce aslında karısını sevdiğini anlayan erkek gördünüz mü?
Ya da kaktüs görünce düşman kesildiği kocasının boynuna atılan kadın?
Ama göreceksiniz bundan sonra.
Ankara 9. Aile Mahkemesi, boşanma davalarının görüldüğü mahkeme salonuna sıcak bir hava katıp çiftleri barıştırmak için iki saksıyla bir kuş kafesi koymak suretiyle bahçe yaratmış.
Vardır bir bildikleri.
Belki de bugüne kadar bu konuda yazılan çizilenler, uzman görüşleri falan fasaryadır. İlişkilerin yolunda gitmemesinin esas nedeni evdeki saksı eksikliği olabilir. Fakat bir yandan da salonun bir köşesinde hiç olmazsa bir adet devetabanının durmadığı Türk evi görmedim. Ya da camın önüne çiçekleri dökülmüş, yaprakları pörsümüş de olsa iki saksı Afrika menekşesinin dizilmediği... Ama işte ne hikmetse boşanmalar artıyor durmadan.
Belki de balkonlardaki kuruluktandır. Çiçeklerin sarktığı balkona rastlamak pek zordur Türkiye’de. UFO bile daha çok çıkıyor insanın karşısına. Vallahi UFO görenlerin sayısı çiçekli balkon görenlerin sayısından fazladır. İddia ediyorum.
Sahi neden kimse çiçeklerle donatmaz balkonunu?
Balkonda genellikle misafir ağırlanmadığı için olabilir mi?
‘Ne alákası var?’ demeyin. Zira siz de çok iyi bilirsiniz ki biz ne yaparsak gelen giden için yaparız. Ve ağacı, yaprağı, çiçeği, aksesuvar olarak görürüz. E, haliyle tabloyu, bibloyu nereye koyuyorsak saksıyı da onların yanına koyuyoruz. İşlem tamamlanmış oluyor. Gerisi gönül işi. O da bizde yok maalesef.
Şimdi mevzuu buraya kadar getirdik de tekrar mahkeme salonundaki bahçeye nasıl geçiş yapacağız... Fakat yatay geçiş yapmak şart değil tabii. Tepeden iniş de yapabiliriz.
Mahkeme salonundaki saksıların, ayrılmak üzere olan çiftlerin başına düşmesini ve bu suretle çiftlerin akıllarının başlarına gelerek mahkemeyi kol kola terk etmelerini temenni ederim. Zaten umulan da budur herhalde. Yani saksılardan beklenen.
MIŞ-MUŞ
Artık kamu kurum ve kuruluşlarına bakan da dahil hiçbir yöneticinin fotoğrafı asılmayacakmış.
Yağcıların yaratıcılıklarını geliştirmeleri gerekecek.
Mustafa Sandal yılbaşı için 100 bin dolar istemiş.
Hani yetmezse, istersen... Dağlar dağlar / Yerinden oynar oynar; bunu da yaparız yani.
Bundan böyle her yaz daha sıcak olacakmış.
Olsun bizim repliklerimiz hazır:
‘Bu ne sıcak yav!’
‘Sıcaklarla uğraşıyoruz.’
Nurgül Yeşilçay evinin kadını olacakmış.
Bir ‘değer’i daha pırasaya kurban veriyoruz demek...
Türkiye’de ‘cani grip’ riski bulunmuyormuş.
Bunu Türk olmamıza yoranlar olur şimdi.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2004
<B>PAZAR </B>günkü <B>‘Cem Yılmaz’a Mektup’</B> başlığı altındaki yazımı okumuşsunuzdur inşallah. Yok okumadıysanız bugünkü yazı sizin için bir mana ifade etmeyebilir. Efendim, birçok e-posta geldi yazıyla ilgili. Yani Cem Yılmaz reyting yaptı bir nevi. Fakat içlerinden sekiz tanesi var ki hakikaten gönderen arkadaşlara teşekkür ediyorum. Bugüne kadar, onca heves etmeme rağmen bir türlü hiçbir şeye oha olamıyordum. Artık yaş ilerledikçe insanın her şeye hazırlıklı olmasından mı, yoksa bu topraklarda yaşıyor olmanın verdiği şerbetlenmişlikten mi, oha olacak kadar şiddetli şaşırmalar yaşayamıyordum. Fakat işte bu sefer hakikaten oha oldum ben de. Tepki durumum dumura uğramamış demek.
* * *
Şöyle izah edeyim:
Bendeniz o Cem Yılmaz’la GORA’yı eleştirir gibi yapıp aslında Cem Yılmaz’la GORA’yı eleştirenleri eleştirmiştim. Yani hani ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla’ durumu vardır ya...
Fakat ne yazık ki yazının altına şu yukarıdaki izahatımı not olarak düşmemişim.
‘Düşülür mü?’ diyeceksiniz.
Evet, düşmek lazımmış.
Aşağıda, o sekiz kişinin yazıdan ne anladığını okuyunca bana hak vereceksiniz.
‘Yazınız gerçekten çok güzeldi. Herkes gibi Cem Yılmaz’ı pohpohlamak yerine gerçekleri yazmışsınız.’
‘Gora ile ilgili yazmış olduğunuz yazıyı dehşetle okudum. İnanın öyle bir üslubunuz var ki yanınızda olsa Cem Yılmaz’ı döveceksiniz gibi. Sanki çok kötü bir şey yapmış ve bundan dolayı herkesten özür dilemesi gerekiyormuş gibi.’
‘Yazınızda haksızca Cem Yılmaz’a yüklenmenizi doğru bulmuyorum. Kemal Sunal filmlerinde küfür yoktur diye yazmışsınız ‘eşşeoğlu eşşek’ lafı rahmetlinin dilinde milli olmuş bir kelimedir.’
‘Gora hakkında yazınızı büyük keyifle okudum. Bu yaptığınız yorumları film oynamadan evvel fragmanını seyrederek ben yapmıştım internet üzerinde. Büyük tepki topladım başta ama en sonunda herkes dediklerime geldi.’
‘Sayın Cem Yılmaz’ın film çekmesine neden bu kadar sinir oldunuz anlamıyorum. Türklerin küfür ettiği duyulmuş şeymiymiş... Siz başka memlekette mi yaşıyorsunuz?’
‘Adam sanki katil. Film yaptı, sanat eseri sözü vermedi. Küfür bizim içimizde vardır. Kaç saçma sapan Amerikan filmi için kaç 2.5 saatinizi verdiniz kim bilir.’
‘Sonuç olarak sizin de çok isabetli belirttiğiniz üzere herkes yaptığı en iyi işi yapmalı. Bence GORA Cem Yılmaz’ın beklenen sonu.’
* * *
Karışık duygular içerisindeyim. Bir yandan ‘Bu insanların adını, eşine, dostuna işyerine falan yanına ‘Dikkat! Anlamaz’ diye notunu ekleyerek duyurmak lazım’ diye düşünüyorum. Anlatılanı anlamamak ciddi bir sorun zira. Tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Ama yakınları farkındadır nasıl olsa.
Bir yandan da ‘İnsanlık halidir, olabilir’ diyorum. Hem bir gün hepimizin başına gelebilir. Bugün anlıyor olmamız yarın da anlayacak olmamızın garantisi değil. Bunun yaşlılığı var, hastalığı var, kazası var...
Fakat demek ki bundan böyle yazılarda eleştiri, övgü, espri, her ne yapılacaksa ‘kör kör parmağım gözüne’ şeklinde olacak!
Allah Allah! Hayır, düzgün de ifadeleri var. Hálá şaşkınlığımı atabilmiş değilim üzerimden.
MIŞ-MUŞ
TV programlarının hangi yaş grubuna zararlı olduğu ekrana konacak uyarı sembollerinden anlaşılacakmış.
Çoğu programın kime ne faydası olduğunu da sembollerden anlasak bari.
Psikiyatr Hamdi Kalyoncu ‘Kadın Dövmenin Faydaları’ isimli kitap yazmış.
En büyük fayda Kalyoncu’nun bütçesine tabii.
Türkler cinsel ilişkiye girme sayısını haftada ikiden üçe çıkarmış.
AB’den emir geldiyse.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2004
<B>BİLMİYORUM </B>size de oluyor mu... Ani fark etmeler yaşıyorum. Mesela en son yatak denen şeyin rahat bir uyku çekmeye hiç de müsait olmadığını fark ettim. Çocukluğumdan beri uğraşır dururum oysa. Rahat bir yatış pozisyonu sağlamak amacıyla, çeşitli yerlere, çeşitli kalınlıkta yastık takviyesi yapmak suretiyle yatağımı habire yeniden yapılandırırım. Ama işte yatakların aslında insan vücudunun uyurken almak istediği şekillere uygun olmadığı hükmüne yeni vardım.
Belki de cüret edemiyordum. Öyle ya, bir uyumsuzluk söz konusu olsaydı benden önce fark eden birileri çıkmaz mıydı? Ve de çoktan çaresine bakılmaz mıydı?
Fakat insan, yaşı ilerledikçe her şeye cüret edebiliyor. Gençlikte herkes gözde büyütülüyor; herkes çok şey biliyor, işini çok iyi yapıyor zannediliyor. Ya da böyle olması şiddetle umut ediliyor. Sonra, zaman içerisinde, insanlar elbirliğiyle yüzünüzü kara çıkara çıkara öyle hale geliyorsunuz ki işte benim gibi yatak olayını atlamış olabileceklerini düşünebiliyorsunuz.
***
Uzatmayayım, yatak aslında kanepe gibi olmalı. Zira insan uykusunda kolunu bacağını atacak bir yer arıyor. Ve şimdiki halde bulamıyor. Dediğim gibi açığı yastıklarla kapamaya çalıştım bunca zaman ama olmadı. Hiçbiri koyduğum yerde durmadı zira.
Şöyle tarif edeyim hayal ettiğim yatağı. Yine mevcut yataklar genişliğinde ancak iki yanı kanepenin sırtı gibi olacak. Fakat o kadar yüksek olmayabilir. Bacak atacağız dediysek uykumuzda engelli koşuya çıkıyor da değiliz.
Lütfen bana ‘Bekár olduğun için bacak atacak yer bulamıyorsun’ gibi kötü bir espri yapmayın! Bacağımın altında kıpraşan, terleyen, öksüren, en önemlisi seyyar bir şey istemiyorum. Hem işi sulandırmayın, ben hakikaten çok ciddi bir ihtiyaçtan söz ediyorum. Bu gece yatakta dikkat edin kendinize, aynı ihtiyaç içerisinde olduğunuzu fark edeceksiniz.
***
Sonra şemsiyelerden şikáyetim var. Sapı orta yerde. E, ben de orta yerde durmak istiyorum ki ıslanmayayım. Diyeceğim ikimize de dar geliyor o orta kısım. Sap mümkünse kenara kaysın. Nasıl olur bilmem ama bir yolu bulunur elbet. Tasarımcılar sağ olsun.
Klozetler için de bir önerim var. Şıklıklarına bir diyeceğim yok; geçen gün de yazdım, getir salonun ortasına koy! Fakat estetik hususunda tavan yapmasına rağmen hálá üstünde uzun uzun oturulacak kadar rahat değil hiçbiri.
‘Ne işimiz var uzun uzun?’ demezsiniz herhalde. Artık orada kahve çay içildiğini, gazete kitap okunduğunu siz yapmasanız da duymuşsunuzdur. O halde niçin tıpatıp bir koltuk şeklinde olmasın? Sırtıyla, kol dayama yerleriyle, bardak, fincan, kül tablası koyacak kısımlarıyla falan... Hatta çiftler için iki kişilik kanepe şeklinde olanı bile düşünülebilir. Her işi beraber yapmayı severiz ya... Bir tek orada ayrı düşülüyordu, o da bitsin!
Size dedim ama ben sulandırdım işi sonunda. Fakat hakikaten tasarımcılara bu üç nesne üzerinde düşünmelerini öneriyorum.
NOT: Bebek Parkı’nda bir hafta önce Golden Retriever türü bir köpek bulundu. Sahibi, karnesiyle gelirse alabilir. (0212 227 72 65)
MIŞ-MUŞ
Erdoğan, Erzurum’da karın üstüne kırmızı halı seren bürokratlara kızmış.
Asla vazgeçmezler, bir dahaki sefere kırmızının tonunu değiştirirler, o kadar.
*
Almanya’da gençleştirme etkisi olan bira piyasaya sürülmüş.
Gerçi göbek de biraz yaşlı gösterebilir ama...
*
Erdoğan, çiftçiye ‘Millet size mi çalışacak’ demiş.
Doğru. Zaten milletin kapasitesi ‘bankacı’larla falan dolu.
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2004
<B>SEVGİLİ Cem,<br><br></B>Şu hayatta her şeyi yapacaktın ama film çekmeyecektin! ‘Çizmeyi aşmak’ diye bir deyim vardır, bilirsin... Dikkat ettim, çizmeyi aşma durumu senin gibilerin film çekmesine tekabül ediyor.
Stand-up yapmana izin vermiştik; hatta her birimiz beşer kere gelip izledik ama sinema dedin mi orada duracaktın.
Neden?
Zira sinema, adeta mesaj servisidir. Seyirciye habire mesaj göndereceksin. Adam salondan güle güle değil, düşüne düşüne çıkacak.
Bilmem hatırlar mısın, bir zamanlar çekilen filmler yüzünden Türk sineması neredeyse sessiz sinema devrine dönüştü. Film başlar, biter, konuşma yok. Sadece manalı hareketler, bakışmalar. Bununla ne mesajı veriliyordu tam olarak çıkaramadım hiçbir zaman ama böyle olunca film kafadan ağır, kaliteli, iyi film oluyordu.
Seninse çenen durmuyor abi! Oradan kayıptasın bir kere. Ve küfür.
Ben de seni iyi gözlemci sanırdım. Nerede büyüdün oğlum sen? Türklerin küfür ettiği duyulmuş şey midir? Kalkmışsın gerçekle hiç alakası olmayan bir Türk insanı kurgulamışsın. Bak mesela, neredeyse okullarda ders diye okutulacak Kemal Sunal filmlerinde tek bir küfür duyamazsın.
Küfürlerin yüzünden filmini çoluğuna çocuğuna izlettirmeyen var. Geçen gün gazetelerde bir değerli işadamımızın gişeden bilet alırken çekilmiş fotoğrafı vardı. Fakat, ‘Sakın GORA’ya geldiğimizi zannetmeyin, çocuğuma izlettirmem o küfürlü filmi’ diyordu. Zavallı adamcağız... Derdi sırf senin filmin olsa... Kendimi bildim bileli bu beyefendinin iş ve özel hayatıyla ilgili bin türlü dedikodu döner ortalıkta. Kimbilir bunların çocuklarının kulağına gitmemesi için ne mücadele vermiştir.
***
Sonra sen ne diye yapılanı bir daha yapıyorsun? Daha önce ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ ve ‘Turist Ömer Uzayda’ yapılmış. Uzay dediğin zaten kısır bir mevzu. Türk sinemasında konusu birbirine benzeyen ikiden fazla filmin varlığından söz edilebilir mi? Tarih yazmış mı böyle bir şeyi?
Nitekim Cüneyt Arkın’a da beğendiremedin filmi. Tabii o, kendisinin bile farkında olmadığı, komikliği içinde saklı Malkoçoğlu filmlerinin oyuncusudur, beğenmemekte haklıdır.
Bizim boşa geçirilecek iki saatimiz yok Cem’cim. Daima bilgilenmek, mesajlanmak için yanıp tutuşan bir millet olarak, ‘Canım işte iki saat güldük, eğlendik’ diyemeyiz. Yakında seni, ‘Türk insanının zamanını gereksiz yere almak’ suçundan ifade vermeye çağırabilirler, haberin olsun.
Sırf iki saatle kalınsa iyi. Bazılarımız ilaveten ne kötü film yaptığına dair halkı bilgilendirmek amacıyla mesai harcıyoruz. Sayfalar, köşeler dolusu eleştire eleştire bitiremedik. Ayrıca senin kim olduğun, ne yapmak istediğin, nereden gelip nereye gittiğin hususunda analizler, sentezler... Sen olmasan halbuki, solun ‘s’si ile ilgisi olmayan birinin nasıl olup da solun umudu haline geldiğini irdeleyeceğiz mesela. Fakat işte bu tarafta Türk sinemasının senin yüzünden düştüğü hal dururken, kimsenin eli ötekine gitmiyor.
Son bir şey...
Aklında bulunsun, film daima müzeye sanat eseri bırakmak niyetiyle çekilir.
A, bir dakika... Az kalsın unutuyordum. Sen esas hiç yapılmaması gereken bir şeyi yaptın. Başarılı oldun ve para kazandın. İcabına bakılacak haliyle. Şu fıkrayı duymuşsunuzdur... Her milletin ayrı ayrı kaynadığı kazanların başına birer zebani dikmişler de bir tek Türklerinkinde yokmuş. Nasıl olsa sudan başını çıkarmaya çalışanı yanındakiler aşağı çeker diye...
Ayağını denk al Cem!
MIŞ-MUŞ
Kadında ihanet geni varmış.
Fakat tam olarak değerlendiremiyoruz, ona yanıyorum.
*
ABD ile aramızdaki sessiz gerginlik artmış.
İster misiniz bu bahar askerler barışın tesisi için bize gelsin...
*
Kadınların sık sık söylediği ‘Bu gece başım ağrıyor’ sözü bilinenin aksine seks yapma isteğinin bir ifadesi olabilirmiş.
Olan, başı sahiden ağrıyana olacak şimdi.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2004
Benim bildiğim yurdum insanının bünyesi bunu kaldıramaz. Her tanıştığına ilk ‘Burcunuz ne?’ diye soran, o günkü falında ‘Bugün sağlığınıza dikkat edin’ yazıyor diye derhal yarım bardak suda bir Aspirin eritip içen insan hakikaten kaldıramaz bunu. Yani burç değiştirmeyi. Duydunuz mu bilmiyorum, burçlar kaydı. Bir nevi saatlerin bir saat geri alınması gibi bir önceki burca geçiş yaptık hepimiz. Zira yeni bir burç çıktı ortaya. ‘Yılancı.’ Boğacı, Aslancı, Balıkçı değilken bu neden Yılancı, o da ayrı konu. Yılan pek seveni olan bir hayvan olmadığından, mensuplarının psikolojisi bozulmasın diye midir artık... Fakat akrebin de yılandan kalır yeri yok ona bakarsanız.
Aslında burçların sayısının artması fena değil. Onca insan 12 burca sıkışıp kalmıştık. Çeşitliliğimiz artıyor şimdi. E, insanoğlunun 12’ye ayrılması başka, 13 çeşit olması başka.
Fakat mahzurları daha fazla tabii.
Ben mesela... Boğa’yken Koç oldum. Yani kendimi dağınık, boğazına düşkün, suyla yapılan işleri seven biri olarak bellemişken şimdi tamamen yabancıyım kendime. Koç kadını olarak ne severim, neye düşkünüm, kiminle anlaşırım...
Burçbilirler şıp diye tanırlardı beni oysa.
‘Siz Boğa’sınız’ derlerdi. ‘Evet, evet tipik Boğa’sınız.’
Şimdi neyim ben?
Tipik olmayan Koç...
Boğa’dan bozma Koç...
Siz kimsiniz?
İkizler. Lakin tipik değil. Zira eski burcunuz Yengeç olduğundan, o alışkanlıkla ota boka ağlamaya devam ediyorsunuz.
Kim karıştırdığı ortalığı? Hayır, YTL’nin telaşındayız zaten... Nasıl alışacağız diye. Sen kalk bu arada bir de burçları kaydır. Dokuz ayın çarşambası bir araya geldi.
Bunca yıllık huyumu suyumu terk edip yepyeni bir insan oluyorum, dile kolay. Mesela, ya yazma yeteneğimi kaybedersem... Belki de Boğa burcunun bir özelliğiydi bu, Koç olunca elim kalem tutmaz olacak... Kimden soracağım bunun hesabını?
Fakat sevgili okurlar, bir kez daha görüyoruz ki, kimse için kötü düşünmemek lazım. Mesela bugüne kadar Kova’lara ‘Yaramaz burçtur’ diye çamur atan bir Balık aniden Kova oldu. Hiç akla gelir miydi ki bir gün burçlar kayacak... Bu bile dönüp dolaşıp başına geldikten sonra insanın... E, Allah’ın sopası yok. İnsanoğlunda ise hakikaten akıl yok.
Sezen’in Mithat Can’a hediyesi
Bugün size bir kıyağım var. Mithat Can’ın doğum günüydü geçenlerde. Bu vesileyle ana-oğul, arkadaşlarını ağırladılar Sezen’in evinde. Ben de oradaydım.
E, insan Sezen Aksu olunca çocuğuna vereceği hediye de çarşıdan değil yüreğinden geliyor haliyle. Bir şiir yazmış Mithat Can’a... İlk benden duyacaksınız. Ve eminim siz de benim gibi çok duygulanacak, Sezen’in bir şarkısında dediği gibi annenizi daha iyi anlayacaksınız.
Ne yiyor, ne içiyorsun
Elde değil aklım sende
Gece çok geç yatıyorsun
Gel de bir demli çay iç bende
Olmadı akşam yemeğe yetiş bari
Yolunu gözlüyor Perihan Hanım
Bu ‘ayrı ev’ işine alışamadım
Sızlıyor ince ince sol yanım
A nenni nenni
Kınalı kuzum
Büyüdün de adam mı oldun
Yanağı pembem, dudağı kirazım
Gözü okyanusum iyi ki doğdun
Bu yürek çarpıntısı ömürlük biliyorsun
Büyümedin hiç gözümde
Bebeğim sen ne diyorsun
MIŞ-MUŞ
CHP kendi önerisine Meclis’te karşı çıkmış.
Milletçe abukluk sınırının nerede bittiğini çok merak ediyoruz ama bu gidişle bilmek mümkün olmayacak galiba.
Koşuyolu Kalp Hastanesi uzmanlarından Kaan Kırali hastasıyla konuşa konuşa kalp ameliyatı yapıyormuş.
Ameliyat başarıyla tamamlanırsa mesele yok da ‘Bıçağı kaydırdım, maalesef gidiyorsunuz’ deme durumu da var.
Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı, Erdoğan’a ‘Keşke solcu olsaydınız’ demiş.
Hiç fark etmezdi. Bizim memleketin havasından mıdır, suyundan mı, sağcılıkla solculuk aynı kapıya çıkıyor.
Evcil hayvanda son moda ‘timsah’mış.
Yine de ne olur ne olmaz ev ahalisi her gece abdest alıp Kelime-i Şahadet getirsin öyle yatsın.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2004
İ.A.
‘Merhaba! Sadece bir merhaba almak için yazıyorum. Hani hayran olur insan birine ve ulaşamaz zanneder ona... Sonra birden bir adres bulur -eskidendi bu- ya da bir numara ve umutlanır, coşar... Öyle benimki de.
.....
Bir merhaba istiyorum ama Cevap Veriyorum’a olursa isimsiz. Keşke buraya olsa. Şımarır mıyım o zaman bilmem ki.
.....
Merhaba gelmese de yazarım ben. Belki okunma ihtimaline karşı.’
‘Okunma ihtimaline karşı’ demişsin ya... Senin şahsında, okunduğundan şüphe duyan herkese bildiririm ki okunuyorsunuz. Ama takdir edersiniz ki herkese cevap veremem, benim canımdan çok sevdiğim aziz okurlarım. Mail’leşme işine ise hiç giremem. Ama buradan ara sıra merhabalaşırız. Merhaba!
***
F.Sarıteke
‘İki oğlumdan küçük olanı, açık öğretim üniversitesi, işletme 2. sınıfta okuyor.
.....
Dikkat ettim, sürekli çizim kitapları alıyor ve karakalem çalışması olarak korku yaratıkları çiziyor. Kendisiyle görüştüğümde böyle bir çalışmaya meyilli olduğunu gördüm. Fakat bir yandan da bu camiada tanıdığının olmadığını bildiğim için oğlumun çaresiz olduğunu gördüm ve bu beni ziyadesiyle üzdü; can havliyle size yazmaya karar verdim.
Sizin bu camiada tanıdığınız ve nazınızın geçebileceği insanlar vardır. Lütfen bizim için hafızanızı bir yoklayıp yardımcı olmaya gayret ederseniz bizi çok sevindirirsiniz.’
İlahi beyefendi! Nedir bu telaş, can havli falan... Başınıza bir felaket gelmiş gibi. Ben önce korku yaratıklarına taktınız kafaya zannettim, o da değil.
Olabilecek en güzel şey olmuş, çocuğunuz genç yaşında neye meyli olduğunu fark etmiş. Siz benim yazmaya meyilli olduğumu kaç yaşımda fark ettiğimi biliyor musunuz?
Çok şükür dağ başında da yaşamıyorsunuz, İstanbul’dasınız. Götürün çocuğunuzu bir kursa, orada hocaların da yardımıyla yolunu çizecektir. Bu iş için kimsenin kimseye nazının geçmesi falan gerekmez. Hayır, bildiğim biri olsa ben yine ‘Hamili kart yakınımdır, ressam olmasına yardımcı olun!’ derim ama vallahi yok.
***
Nilgün Möller
‘Sizden iki ricam var. Dostluklara çok önem veririm, dostlarıma köpekler kadar sadık bir insanım, hepsinin en gizli sırlarını taşırım, kellemi verir onları vermem. En değerli dostumu kaybettim bu yıl. Çocukluk yıllarımdan beri hayatımda çok önemli bir yeri olan, acıları tatlıları paylaştığımız, en kısa telefon konuşmamızın bile üç saat sürdüğü bir dostluk. Onunla bir elmanın iki yarısı gibiyken birdenbire kaybettim. Ama sandığınız gibi bir ölüm olayı değil. Bu sene birdenbire değişti ve ufak tefek anlamsız şeylerden dolayı birkaç telefon konuşması ve birkaç mail’den sonra iyice koptuk. Yıllarca emek verilmiş bir dostluk öyle hemen biter mi?..
İkincisi, bilmiyorum acaba yaptınız mı eğer yapmadıysanız bir ‘Mış-Muş’ kitabı yapın. Hem de mümkünse seri halinde. Günlük birkaç Mış-Muş beni kesmiyor.’
İkinciden başlıyorum. Evet ‘YenilMİŞ YutulMUŞ Sözler’ adı altında Mış-Muş’lardan derlenmiş bir kitabım çıktı geçtiğimiz yıl. Epsilon Yayınları’ndan. Hálá vardır belki kitapçılarda.
Birinci sorunuza gelince... Hayır bitmez. Bazen böyle sizinki gibi sekteye uğrar ama... Eminim şimdi o da bir yerlerde birilerine bu durumu anlatıyordur üzüntüyle. Sizin anlattığınız hikáyede siz, onun anlattığınızda o haklıdır mutlaka. Ama ne önemsizdir aslında kimin haklı kimin haksız olduğu. Çok beylik bir laf ama çok doğru ‘hayat kısa’ Nilgün Hanım. İnsan zaman zaman kendisiyle bile bambaşka iki elmanın iki yarısıymış gibi uyuşamıyor. Hazır yarınızı bulmuşken, hemen bugün arayın arkadaşınızı ve bitirin bu kırgınlığı.
MIŞ-MUŞ
Türkiye’de nüfus artış hızı düşüyormuş.
Sebebi ‘Ünlüler Çiftliği’yle ‘Gelinim Olur musun’ olabilir.
*
Uzanlar bacaya kamera koyup uydudan çiftliği izlemiş.
Kıymetini bilmiyoruz adamların, CIA kapıp götürecek, ondan sonra ‘beyin göçü’ diye hayıflanacağız.
*
Atatürk’ün annesinin vefat ettiği köşkün bahçesinde şimdi oto yıkama varmış.
İkisinin ortası yok! Ya her bastığı yere heykel dikeceğiz, ya annesinin evinde araba yıkayacağız.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2004
<B>POLİTİKACILARDAN </B>şikáyet ediyoruz ya durmadan... Özellikle lider konumunda olanlardan. ‘Beceriksiz.’
‘Partiyi bir türlü iktidara taşıyamadı.’
‘Muhalefeti bile kıvıramadı’ diyoruz hani...
İktidara gelseler bu sefer icraatını beğenmiyoruz ya...
İyi hoş da sürpriz midir olanlar?
Beceriksiz ve kifayetsiz çıkma ya da ne bileyim görevi kötüye kullanma ihtimalleri her zaman mevcut değil midir?
Onları o konuma getirmeden önce test etmiyoruz ki. Hiç sormuyor, hiç merak etmiyor, hiç araştırmıyor, hiç sınırlarını öğrenmek istemiyoruz ki. Kiminin endamını beğeniyoruz, kiminin hitabetini, kiminin karısını. Kimini sırf ötekine inat alıyoruz omuzlarımıza. Bunun iyi olduğuna inandığımız için değil, ötekinin kötü olduğunu düşündüğümüz için.
***
Rüzgárlara kaptırıyoruz kendimizi. Şarkılarla, türkülerle, sloganlarla, konvoylarla, kestiğimiz hayvanların kanını alnına süre süre, lakaplar taka taka hem kendimizi hem karşıdakini gaza getirirken arada durup ‘Hele bi anlat bakalım, ne yapacaksın, ne edeceksin?’ diye soran çıkmıyor. Sormak bir yana, adam kendiliğinden anlatmaya kalksa dinleyen olmuyor. Kimse ciddiyet istemiyor. Hiçbir konuda. Herkesin talebi gülmek, eğlenmek, oyalanmak.
Meydanları dolduranlar neden orada olduklarını bilmiyorlar. Koyu renk takım elbiseli kurmaylar da... Yok, pardon onlar biliyorlar. Şimdi rüzgár bu taraftan esiyor diye orada olabilirler mesela. Kimi, arkadaşları orada diye oradadır, kimi, ötekine gördüremediği birtakım işleri buna gördürme umudundadır.
Kalabalıkları görünce ‘çak’ derler birbirlerine, ‘Oldu bu iş!’
Sizin için oldu da Türkiye için durum nedir?
‘Sırtına vurduğunuz adamı gerdeğe değil Türkiye’nin başına uğurluyorsunuz’ deseniz, aval aval bakarlar yüzünüze.
***
Tam da Mustafa Sarıgül meydanlara çıkmışken onu kastettiğim zannedilebilir. Katiyen değil. Onun arkasında hiç olmazsa düşmanlarının bile inkár edemeyeceği başarılı bir belediyecilik var. Zaten benim lafım ‘onlara’, yani liderlere değil, ‘biz’e. Bütün zamanlardaki ‘biz’e. ‘Onlar’ hoş ama boş laflar duymak istediğimizi biliyorlar, teamüle uygun davranıyorlar. Kabahatli olan, bu teamülü yaratan ‘biz’iz.
Esas lafımsa yukarıda sözünü ettiğim koyu renk takım elbiseli ‘kasaba politikacıları’na. Aslında liderler için de hiç güvenilir olmamalı bu tip adamlar. Birinin peşine takılmaları ne kadar kolaysa, ayrılmaları da o kadar kolay oluyor zira. Bir bakmışsınız başkasının konvoyuna girivermişler. Keşke ‘Eksik olsun sizin desteğiniz’ diyebilen biri çıksa. Ama ah işte, maalesef bu ‘konvoy çocukları’na ihtiyaç duyuluyor bu sistemde.
MIŞ-MUŞ
Asyalılık yeniden tanımlanacakmış.
Esas AB arifesinde bize bakıp Avrupalılığı yeniden tanımlasalar iyi olacak.
*
Sarıgül, Baykal’a Mersin’den meydan okumuş.
E, Baykal da Mersin’deki ‘Meydanı okumuştur’ herhalde.
*
Türkiye’ye konsere gelen dünyaca ünlü Fransız soprano, ‘Yemekleriniz nefis, trafiğiniz korkunç’ demiş.
Demek hálá ‘şiş kebap’tan öteye geçememişiz.
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2004
<B>ANILARI </B>kitap haline getirmek çok moda biliyorsunuz. Aslında her zaman revaçta olmuştur. Hep çok satmıştır bu tür kitaplar. Fakat tabii sıradan birinin kalkıp da ‘Ben çocukken komşumuz Müzeyyen Teyze bize sabah kahvesine gelirdi, annemle öteki komşuları çekiştirirlerdi’ demesi şeklinde değil. Gerçi ‘gözetleme’ye bu kadar meraklı olduğumuz ortaya çıktıktan sonra bu da olabilir ama esasen ünlüsü bol olacak anı kitaplarının. Adı geçen on kişiden dokuzu tanıdık bildik kişiler olacak ki okur Pazar Keyfi misali sahiplensin kitabı.
Ama üzerinden 50 yıl geçmiş olayların ne cazibesi olur, o da başka. Ünlülerin ünü, hatta kendisi bile yok olmuşken... Dedikodu, ay pardon anı dediğin taze olacak.
Aslında yılların geçmesini beklememek lazım. Yani anıları saçmak için. Erkenden yazacaksınız. Mesela Deniz Akkaya yazsa şimdi... Hakikaten Karadağlı’yla yataklı tren kaçamağı yaptılar mı; Akmerkez’de Okan Bayülgen’le yaşadığı tokat olayı nasıl gelişti... Yok satar vallahi. Ama işte illa 80 yaşına gelince anlatacak. O zamanın gençleri -ki bu hesapla 25 yıl sonra doğacaklar- Akmerkez’i bile bilmiyor olabilirler oysa.
* * *
Bir de geçtiği dönemden politik, sosyolojik, ekonomik kesitler de sunan anı kitapları var ki bunlardan bir tane de ben yazmak istiyorum. Fakat olmuyor maalesef. Hiç not almamışım zira. Hafıza deseniz sıfır.
Mesela, ‘Bu nereye gidiyor?’ diye taksiyle arabasını takip ederken, Unkapanı Köprüsü’nün üzerinde yanlışlıkla önüne geçtiğim sevgilimin ‘A, bu ne arıyor buralarda?’ diye beni takip etmesiyle neticelenen anımı anlatırken, araya o zamanlar kiralar ne mertebedeydi, ekmek kaç paraydı, başbakan kimdi, bunları serpiştirmek istemez miyim... Ama olmuyor işte.
Hadi bunlardan vazgeçtim, bari yaz mıydı, kış mıydı onu hatırlasam... ‘Soğuk bir kış günüydü’ ya da ‘İstanbul boğucu sıcakların pençesindeydi’ dememe bile izin vermiyor hafızam. Atmak da istemiyorum. Anı bu. Hava durumu bile gerçek olmalı.
* * *
Ben de bu durumda bu işi ertelemekte buldum çareyi. 25-30 yıl sonra yazacağım anılarımı. Not tutmaya başladım onun için.
2004 sonları...
Amerika yeni bir gezegen peşinde... Üzerinde tek canlı kalmayınca Irak topraklarını bir uzay mekiğine yükleyip uzaya götürecek.
Kan tahliliyle bozdum. Habire kan değerlerimi değerlendiriyorum.
Annemin deyimiyle ‘gök delindi’.
Recep Tayyip Erdoğan başbakan. Dışarıda çok tutuluyor.
Türkiye, Ukraynalı kızlardan sonra Ukraynalı 11 erkekle de tanıştı.
Haftada beş gün anam ağlıyor.
Şişli Belediye Başkanı Sarıgül’ün bulunmadığı tek yer Şişli.
CHP muhalefette. Fakat muhalefetin de muhalefeti var. Hatta onun da muhalefeti var.
Doygun çavdar ekmeğinin fiyatı 2 milyon 250 bin TL.
30 yıl sonra hepsini değerlendireceğim inşallah bunların.
MIŞ-MUŞ
Rusların sır silahının adı ‘Büyük İskender’miş.
Peki ‘İskender’in esasının ‘Skender’ olduğunu bilir misiniz?
Bu bakımdan, çok uygun olmuş.
Hülya Avşar, GORA’yı topa tutmuş.
GORA’yı top yıkamaz, ışına tutacaktı.
Yazının Devamını Oku