6 Kasım 2004
Hiç niyetim yoktu vallahi Asena’yla İbrahim Tatlıses mevzuuna girmeye. Bu piyasada reklam için gerekirse ölüneceğini bile bildiğimden mi artık... Yoksa karı kocanın arasına şeytan bile girmezmiş, onun için mi... ‘Yağmurun yağışı, karı kocanın dövüşü’ demiş atalarımız... Bir bakmışsınız 180 derecelik dönüşler olmuş. Şahit olmadığımız şey değil.
Dur bakalım deyip bekliyordum. Ama okur sıkıştırınca... Efendim, bir köşeniz varsa şu hayatta, okur her konuda fikrinizi almak ister. Hele böyle ortalığa fazlaca saçılmış bir konu olunca, pas geçme şansınız yoktur.
*
Biraz da ortaya koyacak enteresan bir fikrim olmadığından susuyordum. Öyle ya, benim gibi birinin ‘Tabii ki erkek istemeden kadın ilişkiyi bitiremez’ diyecek hali yok. Ben de elbet her aklı başında insan gibi, isteyenin istediği zaman bir ilişkiyi bitirme hakkı olduğunu savunacağım. Kimsenin, kimsenin namusundan falan sorumlu olamayacağını... E, papağanlık yapıp günü geçirmek marifet değil. Ha, bu bir imza kampanyası olsaydı tabii ki ben de derhal koşup imzamı atardım.
*
Ayrıca bilmem farkında mısınız olay pek de sıradan. Yurdum insanının kimyasından mıdır artık nedendir, ayrılıklar üç aşağı beş yukarı Asena’yla İbrahim Tatlıses’inki gibi oluyor.
Özellikle kadınlar... Kibar kibar çantasını alıp giden pek az.
Öteki kadının evini basmalar...
Telefonla tehdit etmeler...
Çocukları göstermeyip adama eziyet etmeler...
‘Ölürüm de o kadına yár etmem seni’ler...
Eğer akrabadan şöyle ürkütücü biri varsa, onun aracılığıyla hem kocayı hem rakibi korkutmalar...
İşyerine gidip rezil etmeler...
İyi günlerde paylaşılan sırları ifşa etmeler...
O güne kadar yanından bucak bucak kaçılan kocanın zorla koynuna girmeye çalışmalar...
Habire çekiştirmeler, ah etmeler...
Mahkemelerde sürüm sürüm süründürmeler...
E kadınlar bile böyle yapınca, birtakım erkeklere ‘araba yolu...’
*
Hem şarkılarımız aşağıdaki gibi olunca ayrılmalarımızın da yukarıdaki gibi olması doğaldır.
‘Ben sevdim mi ölümüne severim.’
‘Senden başka yar seversem öldür beni.’
‘Yar üstüne yar seveni kurşunlamalı’
‘Ben senden vazgeçmem kapında köleyim, emret öleyim.’
Daha böyle neler var, siz benim yerime uzatabilirsiniz listeyi.
Fakat, ‘Ne yapalım, bizde ádet böyle’ deyip oturacak halimiz yok elbet. Hop oturup hop kalkacağız tabii ki. Oturup kalktık nitekim. Asena’ya sahip çıkmayan kalmadı. Çok şükür ki kimse çıkıp ‘A kızım sen İbrahim Tatlıses’in ‘kadın’a yaklaşımını bilmiyor muydun; kırk yıllık Káni, olur mu Yáni’ demedi.
Ki, ‘Son pişmanlık neye yarar / Her şeyin bedeli var’ diyen şarkımız da var. Maazallah yani.
*
Netice olarak Asena’yı kutluyorum. Son çıkışından ziyade ilk girişinden dolayı. Yani ilişkiye. Onun gıyabında bütün cesur kadınları da tabii. Kendileri bir nevi devrimci sayılırlar. Zira birini çağdaş insan sınırları içerisine çekmeye çalışmak rejimi değiştirmekten daha zordur kanaatimce. Ben şahsen hazır çekilmişini tercih ederim. Mücadeleci bir ruhum olmadığından...
Hayallerim de kıttır benim.
Tezgáha bir ucundan yün verip, öteki ucundan ipek kumaş çıkmasını bekleyemem mesela.
Yedi göbektir kara kaşlı kara gözlü birinden mavi gözlü sarışın çocuk doğurmayı da...
Ummalarım da yoktur öyle...
Ayağımı iki numara küçük ayakkabıya ittire kaktıra soktum diyeyim, fakat onunla bir güzel gezip tozamayacağımı bilirim.
Başlayışı, sürüşü ve bitişiyle ‘ideal ilişki’nin öyle ‘ideal kart’ gibi herkese uyacağını falan düşünemem.
Onun için işte Asena gibi kadınlara gıpta ile bakarım.
MIŞ-MUŞ
AKP ‘Gözaltındaki kadını kadın doktor muayene etsin’ demiş.
Kadın savcı, kadın hakim de isteriz! En sonunda bakarsınız şeriat da isteriz.
ABD Başkanı Bush 4 yıl daha görevde kalacakmış.
Tanrı hepimizi müdahaleden korusun!
Uykunun fazlası zararmış. Herhalde etraftakileredir. Sizden mahrum kalıyorlar haliyle.
2070’te Kuzey Kutbu’nda buz kalmayacakmış.
Bu iyi haberdi. Kötüsü 2070’te hemen hemen hiçbirimiz kalmayacağız.
Üçüncü Bush 2008 seçimlerine hazırlanıyormuş.
Ömür biter Bush bitmez!
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2004
<B>ŞU </B>Saatli Maarif Takvimi diye bilinen takvimlere bayılıyorum. Hayattan yorulduğum zamanlarda hızır gibi yetişiyor. Yaprakları arkalı önlü okumaya başladığımda baba evine dönmüş gibi oluyorum. Hatta annemin kucağına oturmuş, başımı göğsüne dayamış gibi. Öyle bir huzur bulma hali. İnsan zaman tünelinden geçiyor adeta. Doğacak çocuğunuza Akif ya da Akife ismini koymayı düşünür müsünüz mesela... Hiç sanmıyorum. Olsa olsa Akifcan ya da Akifesu olabilir. Ama işte bir yandan da demek hálá Akif’le Akife’yi tercih eden birileri var bir yerlerde diye düşünüp rahatlıyorum. Bunun bana niye rahatlık verdiğini ise hiç sormayın, bilmiyorum.
*
Önümde açık olan yaprakta ‘Kasım Ayını Tanıyalım’ yazıyor. Sahi, ne gelir çoğumuzun aklına ‘Kasım’ deyince?
Yeni açılan kışlık mekánlar?
Bu kışın modası trençkotlar, kürklü ceketler?
Burada onlar yok. Ayın başında ve sonunda güneşin doğuş ve batış saatleri var. ‘Kasım günleri’ var. 8 Kasım’da başlayıp 6 Mayıs’a kadar sürermiş Kasım Günleri. Geri kalanı da Hızır Günleri’ymiş.
Ve ‘Kasım Ayında Bahçe İşleri.’
Bir balkonum ve de bir saksım bile yokken, evde ‘LX3900SA DVD entegre ev sinema sisteminde DİVX formatında’ bilmemne yaparken sümbül, lale, zerrin gibi çiçeklerin soğanlarının bu ayın ilk yarısında dikilirse seneye çok güzel açacağını bilmek hoşuma gidiyor işte.
*
Sonra ‘Büyük Sözler’i okuyorum... Geçici bir süre de olsa iyi insan oluyorum. Hz.Ömer ‘Hayásı gidenin kalbi ölür’ demiş mesela. A. Bin Kays ‘Cömertlik olmayınca malın, vefa olmayınca da arkadaşlığın hayrı olmaz’ demiş.
Claudius ise ‘Her bildiğini söyleme, her söylediğini bil’ demiş. Keşke adama ‘Hay ağzını öpeyim’ deme imkánım olsa. ‘Sen adamın dediğine uy, yeter’ diyeceksiniz. Ah, mümkün olsa!
*
Takvimde günümüzü aratmayacak durumlar da var. Mesela ‘Yavrularımız ve Biz’ köşesinde ‘Tepinmekle, ağlayıp sızlamakla hiçbir istek elde edilmez. İşte bunu çocuğa öğretmek gerekir’ derken, birden altında ‘ince kıyılmış 1 büyük soğanı kızgın yağda bir 1 dakika çevirin, maydanozu ince ince doğrayın’ şeklinde yemek tarifine geçilmiş, kenarına da bir ramazan manisi attırılmış. Günümüzü aratmayan şey, bu daldan dala hızlı geçiş durumu oluyor.
Vallahi, ciddi ciddi herkese tavsiye ediyorum. Birer tane edinin bu takvimlerden. Başucu kitabınız gibi olsun. Bunaldığınızda bir-iki yaprağına göz atın. Diliniz dışarıda koşarken iki dakika durup dinlenmek gibi bir şey. Sonra koşarsınız yine.
MIŞ-MUŞ
Japonya’da ‘Gelecek yıl bu zamanda hadi birlikte gülelim’ cümlesi ‘sevgiliye en iyi kur cümlesi’ seçilmiş.
Bence kendilerini yine teknolojiye verseler daha iyi olacak.
*
İngiltere kraliçesi Elizabeth, 3 günlük Almanya gezisine 3 ton ağırlığında 150 bavulla gitmiş.
Müebbet kraliçelik canına yettiğinden Almanya’ya iltica edecek belki de.
*
Devlet sırrı tarih oluyormuş.
Olamaz! Devletimizin coğrafyasına uymaz!
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2004
<B>HÜRRİYET </B>Pazar’da bu hafta, anneler ve oğullarıyla ilgili, yaşanmış hikáyelerle uzmanların görüşlerini okumuşsunuzdur. Ünlü <B>Semra </B>Hanım’la oğlu <B>Ata’</B>nın el ele fotoğrafının süslediği sayfayı atlamak mümkün mü...Semra Hanım, ‘Sinir olunarak sevilen kişiler’ listesinin en başına geçti oturdu. Hem de bütün zamanların yıldızı olarak.
Fakat konumuz Semra Hanım değil. Kimi annelerin oğullarıyla aralarındaki garip ilişkileri okuyunca tanıdığım bütün anneleri, en başta da kendi annemi geçirdim aklımdan. Ve şuna kanaat getirdim ki, garip durumlar sadece annelerle oğullar arasında yaşanmıyor. Kızlarıyla da pek farklı değil annelerin ilişkisi. Yani ‘annelik’ söz konusu olduğunda çocuğun kız veya erkek oluşu pek fark etmiyor.
Kızlarla olan durum diğerindeki gibi bazen cinsellik de içeren bir nevi ‘aşk’ durumu değil tabii. Değil ama neticesi yine aynı kapıya çıkıyor. Yani tahakküm etmeye.
Tamam, Semra Hanım gibi direkt ‘Sen áşık değilsin; áşık olduğunda ben söylerim’ demiyorlar belki ama kızının seçtiği erkeği beğenen anneye rastlamadım ben daha.
***
Annem mesela... Geldik gidiyoruz şu dünyadan, bugüne kadar hiçbirimize kimseyi uygun görmemiştir. Bizi gözünde pek büyüttüğünden yeryüzünde layığımız olan bir adamın yaşamadığına hükmetmiş gibi görünse de aslında bilinçaltında yatanın, kızlarını kimseyle paylaşamamak olduğunu geç de olsa anlamış bulunuyoruz. Fakat işte o güne kadar nice değerli erkek arkadaşımızı, annemin takmış olduğu kulplarla uğurlamış bulunduk. Halá da cumhurbaşkanını getirsek karşısına, tabii bekár olduğunu farz ederek ‘Yavrum bunun da bir özelliği yok, bak ötekiler gibi kaşı gözünün üzerinde’ der eminim.
‘Siz de beğenisine sunmasaydınız... Evlilik olmadıktan sonra...’ diyebilirsiniz. Öyle yaptığımız da oldu. Fakat anacığım boş durmayacağımızı tahmin ederek erkek milleti üzerine genel sokuşturmalar yapmak suretiyle hayatımızdaki gizli arkadaşlarımızı tarafımızdan sorgulatmaya muvaffak oldu.
‘Sizin de Ata’dan farkınız yokmuş’ diyeceksiniz. Hayır. Biz daima çatıştık annemle. Öyle kavga şeklinde olmasa da soğuk savaşlarımız oldu. Ama nihai kararlarda hakikaten ciddi etkisi olmuş olabilir. Biz kendiliğimizden verdik o kararları zannetsek de...
***
İşin enteresan yanı, annemin şu günlerde en kızdığı insan Semra Hanım. Hiç tasvip etmiyor. Biz de ‘Anacığım, sen dahil bütün anneler biraz böyle aslında’ diyemiyoruz. Asla kabul etmez, üzdüğümüzle kalırız. O farkında değil ki hiçbir şeyin... Kimse kendisine karşıdan bakamaz.
Hem benim annem melektir. Bilenler bilir, nasıl yumuşak, nasıl sevgi doludur. Onun için içimiz daha çok acımıştır zaten onu dinlemediğimiz günlerde...
Size bir şey diyeyim mi... Böyle anlatıp durduğuma bakmayın. Ne annemi ne de başka anneleri suçluyorum. Annelik denen durumun marazi bir hal olduğuna kanaat getirdim zira. İnsanın içinden çıkardığı şeyle ilişkisi başkalarıyla olan ilişkisine benzeyemez. Bir tuhaflık olmalı. Var işte zaten. Meraklısına bildireyim, bu yazıyı annem asla okumayacaktır. Ufak bir operasyonla bugünkü gazetenin eline geçmemesi sağlanacaktır. Bu önlem bile tuhaf ilişkinin bir parçası işte.
MIŞ-MUŞ
Gül, AB’nin 17 Aralık’taki Türkiye kararı için ‘Bana göre bu iş bitti’ demiş.
Bize bakılırsa ilk müracaat ettiğimiz fi tarihinde bitmişti zaten.
*
İnsan ömrü 650 bin saatmiş.
Bak şimdi! Her saat başı moral bozukluğu. Şunu dakika cinsinden ifade edin de yüzümüz hiç gülmesin oldu olacak.
*
Türk erkeği yolculuktan eli boş dönmüyormuş.
Karıştırdığı haltlardan duyduğu suçluluktandır.
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2004
<B>SON </B>zamanlarda duyduğum en güzel söz... <B>Nurseli İdiz,</B> <B>‘Ben manken miyim ki tığ gibi olayım’</B> demiş.<br><br>Oh be! Hay ağzına sağlık! Demek mikrofon uzatıp kilolarını sordular. ‘Ne bu hal?’ mi dediler artık... Boş bulunup özür de dileyebilirdi. Milletçe öyle hale geldik ki... Hırsız ol, üçkáğıtçı ol ama yeter ki şişman olma! Her şeyin affı var, bunun yok. Geçenlerde Seray Sever, ‘Vallahi söz, zayıflayacağım’ gibi bir şeyler diyordu.
Toptan tornaya gireceğiz neredeyse. Tek tip çıkacağız. 30 milyon Çağla Şikel, 20 milyon... Bakın erkek manken gelmiyor aklıma. Sahi, piyasada erkek manken yok galiba. Onun için Kenan Doğulu’ya fotomodellik yaptırıp duruyorlar demek.
Bakın burada bile adaletsizlik var. Erkeklerin önüne konan idolü görüyorsunuz. Kısa boylu, tıknaz. Kimsede kompleks falan olmuyor haliyle. Bizim durumumuza bakın bir de... Karşımızda 38 beden kadın yok, hepsi 36. Bu, kadınları sindirmek için kurulmuş bir tuzak olabilir mi acaba? Eğer öyleyse başardılar sayılır. Kadın kısmının zayıflamaktan başka bir şey düşündüğü yok artık. Yaşlısı genci diyette. Aslında kadın erkek hepimiz için bir gündemi saptırma meselesi olabilir bu.
* * *
Hayır, öyle bir yerden vuruyorlar ki insanı... ‘Ben almayayım’ diyemiyorsunuz. ‘Sağlık’ diyorlar.
Türkiye kan tahlilinde. Bir kerelik olsa hadi neyse. Mütemadiyen yaptıracaksınız. Kolesterol inmiş mi çıkmış mı... Şeker, lipit, şu bu. Borsa takibi gibi. Her sabah bakacaksınız. Bir süre sonra alışkanlık yapıyor zaten. Hangisi inmiş hangisi çıkmış, bakmadan duramıyorsunuz. Kanınızla bir sıkı fıkılıktır gidiyor.
Son zamanlarda babaanneme takmış gibi duruyorum; ama ne yapayım bakın yine yeri geldi. Babaannem, kanın düşmeden şaşmadan, öyle enjektör marifetiyle vücuttan dışarı çıktığını bilmedi hiç. Kan tahlili yaptırmadı ömründe yani. Ne lipitini ayarladı, ne kolesterolünü. Buna karşılık yaş haddinden öldü.
* * *
Fakat sağlığa boşverseniz sosyalliğe boşveremiyorsunuz. Bu diyet ve kan tahlili mevzuu sosyal olmanın bir şartı adeta.
Eğer diyette değilseniz ya da hayatınızın bir döneminde, tarifini verebileceğiniz bir diyet hadisesi geçmemişse başınızdan, ortamda ayrık otu gibi kalmanız işten değil. Ayrıca aniden ‘Seninki kaç?’ diye sorulduğunda, bunun kolesterol seviyesi olduğunu anlamayıp ‘Ayak numaram mı?’ şeklinde bir soruyla karşılık verirseniz, Savaş Ay’ın karşısındaki mankene dönersiniz vallahi.
Sahi sizinki kaç? Bazı doktorlar ‘normal’i 170’ten 70’e indirmişler. Hadi hepimize kolay gelsin!
MIŞ-MUŞ
‘Çok su içme’ efsanesi bitiyormuş.
Tuvalete taşındığımızla kaldık.
Ünlüler alışveriş için Milano’yu tercih ediyormuş.
Ben de kendimi ünlü zannederdim...
Bin Ladin 13 ay sonra ortaya çıkmış, ‘ABD’yi yine vuracağız’ demiş.
Develerle haşır neşir ola ola ‘deve kini’ oluştu adamda.
Erdoğan, AB toplantısı için gittikleri Roma’da Gül’e sürpriz doğum günü partisi tertiplemiş.
Dostlar alışverişte görsün... AB yolunda kadeh bile tokuşturulabilir.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2004
Babaannem gibi olmama iki ay kaldı. Başbakanımızsa olmuş bile. YTL’nin görücüye çıktığı gün ‘Simitin yeni fiyatı 3 kuruş’ demiş, Babacan ‘30 kuruş’ diye düzeltmiş. Babaannem son yıllarında paranın değerini bilmez olmuştu. Yani kaç paraya ne alındığını... Mendiline sardığı emekli maaşından komik harçlıklar verirdi bize. Bazen bir çikolata almaya bile yetmeyecek, bazen de çikolata fabrikasından hisse alabilecek kadar. Tabii bize öyle geliyordu, yoksa babaannemin mendilinde ne arar o kadar para. Tamam bir zamanlar hayat daha ucuzdu belki ama emekli maaşıyla fabrikadan hisse alacak kadar olmadı hiçbir zaman. Demek o günlerde idrak konusunda bizim de ondan farkımız yokmuş.
Mendile sarmak deyince... Yaşlılıkta parayla garip bir ilişki kuruluyor galiba. Bir arkadaşımın bir zamanlar yüzlerce insanı yanında çalıştırmış, elinden ne büyük paralar gelmiş geçmiş olan babası son günlerinde bir çorap tekinin içine doldurduğu bozuk paraları sayar dururdu.
Uzatmayayım, hakikaten YTL beni zorlayacak, biliyorum. Zira ben saatler ileri ya da geri alındığında bile bocalayan biriyim. Bir süre adapte olamıyorum. Yatarken kalkarken, randevu verirken eskiden yeniye, yeniden eskiye çevirme yapıyorum durmadan.
Şimdi de başıma gelecekleri biliyorum. Elimdeki 20 liraya 20 lira muamelesi yapamam mesela. İlla bileceğim, eskiden ne idi. Ona göre değerlendireceğim. Bu durumda hayat bayağı yorucu olarak benim için. Gerçi zihin açıcı da olabilir bir yandan. Bulmaca çözmek gibi. Ayaküstü ha bire altı sıfır koy, dört sıfır at...
Biraz da yabancı dil meselesi gibi olacak bu iş. Hani yabancı dili az bilenler cümleyi kafada Türkçe kurar ya önce... Bu da o hesap. TL düşün, YTL öde! Baktım çok zorlanıyorum, alışverişi hayatımdan çıkarıp, zorunlu tasarrufa giderim.
Fakat kafam ne kadar karışık olursa olsun, bu sıfırların atılması hadisesinin ucuzluk anlamına gelmediğini biliyorum. Her ne kadar başbakanımız ‘Allah bir daha bol sıfırlı günler göstermesin’ demek suretiyle hayatın kuruşlarla ifade edilecek kadar ucuzladığı intibaını yaratmak istese de... Adamın adı ‘Nizamettin’di, ‘Nizam’ olarak kısalttık. Adam aynı adam. Huyu suyu, kaşı gözü... Paramıza olan budur. Kimse yemesin bizi.
Etik değil diye diye
Doktor hastasına aşık olamazmış. Olursa etik olmazmış.
Aşkın aklı, fikri, mantığı vardır zira. ‘Olmaz’ dedin mi anlar, oturur oturduğu yerde!
Efendim, Zeynep Tokuş jinekoloğuyla aşk yaşıyormuş da... Mesele bu. Bir ilişki sürüp gidiyor, biz de tartışıyoruz. Doğru mudur değil midir? Doğru olmadığına karar verdiğimizde evlenmiş olurlar bakarsınız.
Üniversitelerdeki hoca-öğrenci aşkıyla işyerlerinde patron-personel aşkı da etik değil biliyorsunuz.
İyi ki anneme sormuyorlar. Bu liste uzar gider yoksa.
Komşunun oğlu...
Arka kapının dış mandalı bile olsa, akrabalar...
E, benim kendi eklentilerim de var tabii. Arkadaşlarımın, değil beraber olup ayrıldığı, uzaktan beğendiği biri bile asla!
Nikáh konusunda henüz siftahımın olmaması bu liste yüzünden olabilir. Etik değil diye diye...
Şaka bir yana, hayatımda böyle saçma şey duymadım. Sarkıntılık, taciz, istismar falan değil ki... Bu iki kişi birbirini beğenmiş. Hatta belki de aşık olmuşlar. Bir önceki aşamada ilişkilerinin doktor-hasta ilişkisi olmasının ne mahzuru var? Aşk zaten insanın karşısına zırt pırt çıkan bir şey değil. Çıkmışsa bir de etiğe kurban gitmesin bari.
Fakat laf jinekologdan açılmışken, bu meseleden bağımsız olarak, aklıma takılan bir hususu sizlere aktarmadan geçemeyeceğim.
Oldum olası erkek jinekologlar kafamı kurcalamıştır. Kadının vücudunda iğne deliği kadar açık bir yer görse, artık öldür Allah kendini oradan alamayan erkek kısmı, bir odada belinden aşağısı çıplak bir kadınla yalnız kalınca nasıl olur da aniden erkekliğini unutur? Hakikaten hayrete düşürüyor bu durum beni.
Hani ‘Erkeğin en şaşırtan yönü nedir?’ diye abuk sorulardan birini sorsalar bir gün, bunu söylerim cevaben.
Demek gerektiğinde düğmeye basıyorlar. Fakat nedense hani üzerinde ‘kırınız’ yazan, camın içindeki yangın alarm düğmesinden bile az çalışıyor bu düğme.
MIŞ-MUŞ
Aşk romanları artık satmıyormuş. Yeni neslin denemekten okumaya zamanı yok.
Alerji yapmayan kedi geliyormuş. Ne o öyle ‘Taze yufka geldi’ gibi...
Erdoğan gecenin ikisinde Gül’ün uçağını merak edip gezmiş.
‘Gece gündüz çalışıyoruz’ dedikleri bu demek.
Yaygın kanının aksine çocuklar için bilgisayar oyunu faydalıymış.
Bu ‘yaygın kanı’ denen şey yalancı dolma gibi bir şey zaten.
Cem Özer’le Nurgül Yeşilçay, geline de sürpriz olan bir nikáhla evlenmişler.
Buna ‘sürpriz’ demezler, ‘emrivaki’ derler.
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2004
A.O.
‘Niye bilmem dertliyim bugün. Derdim var ama aslında ne olduğunu kendim de bilemem, sıkılırım anlatamam, anlatsam da dinletemem, kısacası bende saklı, bende kilitli bir şey. Sevgisizlikten, sevgiye özlemden girdik bir sevdaya, hem de hiç olmaması gerekenle, gidiyoruz işte. Bazen havalarda uçuyor, bazen daralıp bırakıyor, bazen de bir yumruk gibi iniyor enseme, hatırlatıyor yanlış yolun yırtıp parçalayan çalılarını. Çıkamıyorum işin içinden, sorularımın cevapları yok, kıskansam olmuyor, sevsem acı veriyor, yanımda olsa gidiyor, kal desem olmuyor, yokluğu nefes aldırmıyor, birlikteyken mutluluk rüya gibi (...)’
- ‘Aramızda kalsın’ dediğin için adını gizliyorum. Ama anlattıklarının aramızda kalmasına gönlüm razı olmadı. Aşkın nasıl bir şey olduğunu herkes duysun istedim. Evet sen şikáyet edeyim derken aşkı anlatmışsın aslında.
‘Ne yapayım?’ diye soruyorsun. Keyfini sürmeye bak. Nasıl olsa bir süre sonra geçecektir, ararsın sonra bugünleri. İlla her konuda kararlar almak zorunda mıyız hem? Biraz akışına bırakamaz mıyız bazı şeyleri? Hem ben sana istediğin o tokadı atsam da duymazsın ki. Áşık insan dışarıdan gelen bütün etkilere kapatır kendini.
***
Banu Birgücü
‘Elimde değil katlanamıyorum. Sahur vakti pat pat, dan dan çalan ramazan davulcularına katlanamıyorum. Müslümanım elhamdülillah, orucumu da tutuyorum ama davulcu kardeş el insaf, ben senin istediğin saatte sahura kalkmak zorunda mıyım? Ben sabah işe gidiyorum, sahur yiyeceğim vakti de ona göre ayarlıyorum ki tekrar yatıp uykumu alabileyim (...)’
- Evet, çok haklısın. Bırak çalar saati, artık cep telefonları bile bizi istediğimiz saatte uyandırırken davulun bir fonksiyonu kalmadı hakikaten. Ama sana bir şey diyeyim mi, en derin uykumdan uyanmak, ertesi günü sersem gibi geçirmek pahasına bile olsa davulcuları duymak istiyorum hálá. Çünkü davulcu benim çocukluğum demek, babaannem demek, bütün ailenin bir arada olduğu günler demek, annemin yemekleri demek.
Kaç yaşında olduğunu bilmiyorum ama bunları özleyecek kadar geride bırakmadığın belli. Onun için beni anlayamamanı doğal karşılarım.
Diyeceğim, doğru söylediğini bile bile, duygularım ağır bastığından seninle birlik olamıyorum.
***
Candaş Vural
‘Sizden bir konuda fikrinizi almak istiyorum. Acaba kitap yazarken kitabın konusunu nasıl oluşturuyorsunuz? Ben rüyalarımda çeşitli senaryolar görüyorum. Bunlar film konusu olabilecek şeyler, aynı bir film şeklinde görüyorum ve daha önce hiçbir filmde gördüğüm şeylerle alakası olmayan şeyler. Bunları yazmak istesem nasıl bir kitap haline getirebilirim?’
- Ayol ne şanslısın sen! Eline hazır senaryo geliyor. Hálá ne yapayım diye soruyorsun. Yattığı yerde senaryo yazmak kime nasip olmuş. Sana bir tek kalkıp yayınevine gitmek kalıyor.
Esas ben sana sorayım... Böyle tam teşekküllü rüyalar görmek için ne yapıyorsun? Annem, sabah kalkıp rüyamızı anlattığımızda ‘Sırtınız açık kalmış’ derdi mesela, var mı buna benzer şeyler hakikaten?
***
Elif G.
‘...
Köşe yazarlığı için deliriyorum! Ne yazıcağım konusunda hiçbir fikrim olmadan, gecenin bu saatinde fırladım ve ‘Bir şeyler yapmam lazım artık’ diyerekten doğaçlama yazıyorum. (Daha kitap yazıcam, içimde ki her şeyi paylaşıcam insanlarla)
...
Köşem olsa bir yayın organında, hayattaki her şeyden bassetmek isterim (...) Röportaj yapmak isterim. Balıkçı amcayla, barmenlerle, fahişelerle, travestilerle, çocuk esirgeme kurumundaki çocuklarla, hatta bekçiyle, gardiyanlarla... Herkezle...’
- Ne diyeyim, Allah sana tez günde bir köşe nasip etsin kızım! Dolmuş taşıyorsun. Köşe senin için bir nevi boşaltma musluğu olacaktır. Ama boşalmak da öyle pek kolay değil. ‘Şar’ diye salıvermeyeceksin kendini. Mesela ‘diyerekten’ diye bir sözcük olmadığını bileceksin. Her ‘ki’nin bağlaç olmadığını... ‘Herkez’ değil ‘herkes’, ‘bassetmek’ değil ‘bahsetmek’ olduğunu... Yoksa ne balıkçı amcan kurtarabilir seni ne bekçi. Neyse zamanla öğrenirsin tabii. Fakat bu arada olan okura oluyor; onların huzurunda pişen pişene...
Kimdir o yaratık?
SEVGİLİ arkadaşım Sarı Kız, Milliyet’teki köşesinde birinden bahsetti geçenlerde. Annesini döven bir kadından. Kadın şu sıralarda bir televizyondaki yarışma programında jüri üyesiymiş. Hastanelik edinceye kadar dövüyormuş annesini. Sonra da elenen yarışmacı için gözyaşı döküyormuş milyonların önünde. Sanki insanlıktan nasibini almış gibi.
Sarı Kız’dan bu kadının kimliğini açıklamasını rica ediyorum. Saklamak, onu korumak demektir. Dünyada korunacak son insan da annesini döven evlattır herhalde. Her şeyin mazereti olur, bunun olamaz zira.
Lütfen Sarı Kız...
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2004
<B>BİR </B>adam, bir adamı, sokağın ortasında, herkesin gözü önünde tabancayla ateş etmek suretiyle öldürüyor. Şimdi buna hiçbirimiz, ‘Allah Allah nasıl oluyor?’ diyemeyiz. Maalesef. Kanıksadık çünkü.
Peki duyunca tepki vermememiz tamam da, olay gözümüzün önünde gerçekleşirse ne yaparız?
Yürüyüp geçer miyiz?
Hiç sanmam. Ama pek duyarlı olduğumuzdan değil. Merakımızdan. Bugüne kadar bu konuda araştırma yapmak kimsenin aklına gelmedi gerçi ama yapılacak olsa dünyanın en seyirsever milleti olduğumuz çıkacaktır ortaya. Hani birini balkonda çamaşır asarken görsek, toplaşıp bakarız. O derece yani. Bu durumda cinayet işlenirken geçip gitmemiz düşünülemez elbet. Hele televizyonda Kurtlar Vadisi yayınlanırken sokakta insan kalmamasını da göz önüne alırsak...
Nitekim, yukarıda sözünü ettiğim cinayetin, tesadüfen olay yerinden geçmekte olan muhabirin çektiği fotoğraflarına bakınca görünüyor. Gelen geçen durmuş seyrediyor.
* * *
Buraya kadar bir tuhaflık yok. Tuhaflık seyreden insanların duruşunda.
Duruştan duruşa fark vardır benim bildiğim. Vitrine bakarken, bir arkadaşıyla ayaküstü sohbet ederken, bir töreni seyrederken, denize bakarken ve işte cinayete tanık olurken aynı olur mu insanın duruşu?
Bir adamın duruşundan nereye baktığını bulmamızı isteseler şıp diye doğru cevabı veremesek de en azından bir felakete mi yoksa keyifli bir olaya mı tanık olduğunu anlamaz mıyız?
Vücut dili denen bir şey yok mudur arkadaşlar?
Her yerde kendini göstermez mi?
Gözünüzün önünde kıvranarak can veren birini eliniz cebinizde seyredebilir misiniz? Hani dudağınızda bir ıslık eksik vaziyette?
Eliniz yüzünüze gitmez mi mesela farkında olmadan?
Ağzınız açılmaz mı şaşkınlıktan?
Yüzünüzde bir dehşet ifadesi belirmez mi?
Öne doğru hamle etmez misiniz, hani koşup kurtaracak gibi?
Yok, hiçbiri olmuyormuş demek. Ben bilmiyormuşum.
Şaşkınım. Üzgünüm.
Adem ile Havva’dan beri aynı mıydık, yoksa sonradan mı böyle olduk? Onu söyleyin bari bana.
Ha, bir de şu var:
İki genç öpüşüyor olsaydı cinayet yerine, o yukarıda saydığım tepkilerin hepsi gerçekleşirdi. Ama çok uzun sürmezdi tabii, anında biri koşup ayırırdı gençleri birbirinden.
MIŞ-MUŞ
Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu üyesi Özdemir, ‘Türkiye’de sağ sol karışmış’ demiş.
E, normaldir; biz kendi sağımızı solumuzu sarmısak ve soğan asmak suretiyle bulan milletiz.
Arılar da sarhoş oluyormuş.
Soktuğu yeri bilmemesi ondan demek.
Bankayı soyan müdür kasaya bıraktığı notta, ‘Bizi geç saatlere kadar çalıştırdığınız ve az para verdiğiniz için yaptım’ demiş.
Hiç olmazsa gerekçesini bildirmiş, bankanın içini boşaltanlardan bunu da duymadık.
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2004
<B>BANA </B>kimse dokunamaz. Dokunduğu anda üstüne kalırım. Bir arkadaşım elini omzuma attı diyelim, değdiği yeri ovdurmadan bırakmam. ‘Hah tam orayı sıksana biraz!’
Fakat bu kadar masaj düşkünü olmama rağmen bir profesyonele masaj yaptırmışlığım yoktur. Eş dostla idare edip işi bedavaya getirmişimdir.
Ta ki refleksolojiyle tanışıncaya kadar. Sizi bilmem ama refleksolojinin ne olduğunu ben yeni öğrendim vallahi. Ayaklara uygulanan bir masaj türüymüş. Ama öyle ayağı avucun içine alıp rastgele orasını burasını sıkmak değil, bayağı bilimsel bir iş.
Ayak tabanının haritasını çıkarmışlar. Vücutta ne kadar organ varsa tabanda her birinin bir parseli var adeta. Zaten onun için önemli refleksoloji. Bir ayak masajıyla bütün vücudunuz rahatlıyor. Uzakdoğu’da bu yolla hastalıkları teşhis de ediyorlarmış. Karaciğerin parseline dokunulduğunda, adam yüksek sesle annesini anıyorsa mesela, karaciğerinde bir problem var demek oluyormuş.
* * *
Nasıl yapıldığına gelince...
Bir yatar koltuğa uzanıyorsunuz. Soyunmak falan yok, paçalarınızı kıvırmanız yeterli. Önce yattığınız yerde ayaklarınızı yıkıyorlar. İçinde antiseptik sabunlu su bulunan, titreşimli özel bir kapta. Daha masaj başlamadan rahatlıyorsunuz yani.
Sonra bu işin eğitimini almış Taylandlı masajcılar, zaman zaman ellerini, zaman zaman özel çubuklarını kullanmak suretiyle sizi uyutuyorlar. Evet, masajın onuncu dakikasında uyumayan yokmuş hemen hemen. Anlayın yani nasıl bir gevşeme olduğunu.
‘Çubuk’ deyince Çinlilerin yemek yediği çubuklar gelmesin aklınıza. Bunlar daha kısa, kalın ve yuvarlak uçlu.
Tam bir saat sürüyor masaj. Bir saatin sonunda ayağa kalktığınızda yerde değil de gökte yürüyor gibi oluyorsunuz.
* * *
Bağışıklık sistemini güçlendirici bir etkisi varmış refleksolojinin. Bu sebepten haftada bir yaptırılması tavsiye ediliyor. Ekstradan stres ve yorgunluğunuz varsa daha sık yaptırabilirsiniz tabii.
Bebeklere ve hamilelere de uygulanıyormuş. Malum, hamilelerin ayakları şişer ya, çok iyi geliyormuş. Ama onlara biraz daha hafifini yapıyorlarmış. Refleksolojinin de ilaç gibi dozu ayarlanıyor anlayacağınız.
Ödem, varis gibi şikáyetleriniz varsa özellikle tavsiye ediliyor. Ama yanlış anlamayın, tedavi edici değil rahatlatıcı etkisi var sadece. Ha, henüz sağlıklıyken düzenli yaptırırsanız bu hastalıkların oluşmasına engel olabilirsiniz, o başka.
* * *
‘Thai’ denilen vücut masajı var bir de. Pijamaya benzer bir şey giydirip sert bir yer yatağına yatırıyorlar sizi. Sıkıştırma ve esnetme yöntemiyle masajı uyguluyorlar. Bu da bir saat sürüyor. İçinde refleksoloji de var tabii. Ama elbet özeti.
Fiyatlara gelince...
Hiç girmeyeyim en iyisi, bin çeşit fiyat var zira. Bir sürü ‘paket’ hazırlamışlar. Ailecek gidersen şöyle, haftada bilmemkaç kere gidersen böyle... Ben çıkarken ‘365 gün 24 saat’lik bir paketiniz var mı?’ diye sordum. Kibar insanlar, ‘Siz dipsoman mısınız?’ demediler.
Meraklısı için internet adresiyle telefonlarını veriyorum refleksoloji merkezinin...
Gerçi biliyorum siz bunu bir tarafa kaydetmez, çeşitli yollarla bana ulaşır, numaraları bir kez daha, bir kez daha sorarsınız ama usulen vereyim yine de...
www.reflekspoint.com
Tel: 0.212 325 45 19-0212 325 45 69
MIŞ-MUŞ
34 ülkede yapılan araştırmada Türk halkının kitapla arasının iyi olmadığı ortaya çıkmış.
Tabii okur olarak, yoksa yazar olarak herkesin bir kitabı var neredeyse.
Ünlü büyük beden mankeni Dillon, ‘Her kadının ince bir yeri vardır’ demiş.
Mesele de bu zaten. Neden arkadaşımın her yeri inceyken benim bir yerim ince olsun?
Trene bedava bindirdiği köfteciden rüşvet olarak ekmek arası köfte aldığı iddia edilen gişe memurunun 1 yıldan 3 yıla kadar hapsi istenmiş.
İçinde soğan da varsa müebbete kadar gider bakarsınız; uygulamalarımız sıradan vatandaşa sıkıdır.
Yazının Devamını Oku