Oktay Ekşi

Ders

10 Şubat 2008
BİLDİKLERİNİ okudular. Meclis’teki çoğunluklarına dayanarak Anayasa’nın iki maddesinde değişiklik yaptılar. Bunlardan biri yani 10’uncu maddeye ilişkin olanı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) kurmaylarının 12 saat tartıştıktan sonra bir maddenin hem değiştirilebileceğini hem de o değişikliğin hiçbir şey ilave etmeyip hiçbir şey çıkarmadan yapılabileceğini gösteren ilginç bir örnek oluşturdu.

Buna eskiden "haşiv" denirdi. Yani bir yasa hükmüne işlevsiz sözler koyarsanız, boşu boşuna laf kalabalığı yapmış sayılırsınız. Nitekim 10’uncu maddenin "Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar" şeklindeki dördüncü fıkrasına "bütün işlemlerinde" ibaresinden sonra gelmek üzere "ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında" ibaresini eklettirdiler.

Şimdi söz konusu maddeyi bu ibareleri eklemiş olarak tekrar okuyun bakalım, ne değişti? Ne yararı oldu, siz söyleyin.

Neyse... Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) programında yazılı olmayan misyonunu gerçekleştirebilmesi için böyle bir desteğe ihtiyacı vardı. Onu Devlet Bahçeli’nin feraseti, Ertuğrul Kumcuoğlu, Mithat Melen, Deniz Bölükbaşı, Tunca Toskay, Tuğrul Türkeş gibi bu tür bir öneri karşısında nasıl tepki verecekleri beklenen milletvekillerinin de desteğiyle çözdüler.

Tartışılan "türban" konusu yönünden önemli olan 42’nci maddeye, "Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir" şeklinde bir fıkra eklenmesini öngören öneri de yasalaştı.

Orada da -yükseköğrenim kurumlarında türbanın serbest bırakılmasını savunan- Prof. Dr. Ergun Özbudun’un "Aman bu fıkraya başı açık öğrencilerin baskı altına alınmalarını önleyecek bir ibare ekleyin yoksa yarın üniversitelerde sorun çıkar" yolundaki önerisini dikkate almadılar.

Böylece AKP’nin kendisinden "Bize özgürlükçü ve sivil nitelikli bir Anayasa projesi hazırlayabilir misiniz?" türü ricasını iyi niyetle kabul ettiğinden emin olduğumuz Prof. Dr. Ergun Özbudun’a, "kazın ayağının hiç de öyle olmadığını" gösterdiler.

Bilmiyoruz sevgili Ergun Özbudun şimdi AKP’nin demokrasi konusunda samimi olduğunu zannetmekle hata ettiğini düşünüyor mu?

Eğer düşünmüyorsa, "özgürlükçü" görünme adına birbiriyle yarışan ve kendilerini "liberal" sayan bir kısım yazarlarla üniversite öğretim üyelerinin son günlerde dediklerine, yazdıklarına bir göz atması sanırız ki tabloyu daha iyi değerlendirmesine yeter.

Öyle ya... Günlerdir "Anayasa’nın iki maddesinin değiştirilmesi ve YÖK Yasası’nın 17’nci maddesine bir fıkra eklenmesi" tartışmalarıyla doluyuz.

AKP’nin sözüne ve niyetine güvenerek yola çıkan, Haziran 2007’den beri yeni "Anayasa önerisi" ile yatıp onunla kalkan Özbudun ve arkadaşları, "O kadar emek ne işe yaradı? Hani AKP Ekim 2007 başında yeni Anayasa önerisini kamuoyuna ilan edecekti? Bunu iki üç ay boyunca yapılacak tartışmalar izleyecek, ardından da o önerilerin ve eleştirilerin ışığında yeni taslak ortaya çıkacaktı. Ne oldu?" diye acaba hiç sormuyorlar mı?

Neyse, her tecrübe yararlıdır. Tabii ders almasını bilirseniz.
Yazının Devamını Oku

Gidiş

9 Şubat 2008
BEŞ yılı aşkın süredir dokunmadığı "türban" meselesine 16 Ocak 2008 günü cepheden girerek üç haftayı aşkın süredir kamuoyunu bu konuya kilitleyen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi nereye getirdiğine hiç dikkat ediyor musunuz?<br><br>Hemen vereceğiniz yanıt şöyle olabilir: Kırk yıldır çözülemeyen türban meselesini büyük bir cesaretle ele aldı ve MHP’nin desteğiyle Meclise getirdi. Onunla da kalmadı. Anayasa’da yapılması öngörülen iki değişikliğin TBMM’deki birinci görüşmesi bitti. Geriye ikinci görüşmenin yapılması ve değişecek Anayasa maddelerinin yürürlüğe girmesi kaldı.

O da yapılır, ardından YÖK yasasının "türbanı resmen serbest bırakan" 17’nci maddesi yeni şekliyle yürürlüğe girerse mesele biter.

Biterse!

Görünen o ki pek bitecek gibi değil. Tam tersine geldiğimiz bu noktada Türkiye daha öncekilerle kıyaslanamayacak kadar ciddi ve derin bir bölünme sürecine girdi.

Görünürdeki sebep de, YÖK Başkan Vekili iken bu görevden önceki gün ayrılan Prof. Dr. İsa Eşme’nin ifadesiyle, yüksek öğrenim gören 600 bini aşkın kız öğrenci içindeki 3-5 bin türbanlının rahatlamasını sağlamak.

Kuşkusuz gerçek sebep o değil.

Herkes görüyor ki "türban" buz dağının ucudur.

Asıl yapılacaklar geride beklemektedir. Nitekim Başbakan Tayyip Erdoğan zamansız bulup kızsa da kendi dünyasından gelen öteki sesler gerçek niyeti ifşa ediyor.

Konya AKP Milletvekili Hüsnü Tuna’nın, "Hedefimiz, kamu hizmeti veren personelde de böyle bir yasağın olmamasıdır" şeklindeki sözü, AKP Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin’in -sonradan tevil etmeye kalksa da- 28 Ocak 2008 günü, "Kamuda çalışanların türban takması konusunu bugünden konuşmak yanlış olur. Çünkü konjonktür uygun değil" diye verdiği müjde (!?) AKP’li Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman’ın "Hedefimiz kamu hizmeti veren personelde de böyle bir yasağın olmamasıdır" şeklindeki sözleri neyi ifade ediyor?

Görüldüğü gibi Tayyip Erdoğan’a yakın çevreler artık "Memur da ilk ve orta öğretim öğrencileri de kapansın" türü istekleri pervasızca dile getiriyorlar.

Tüm bunlar Türkiye düşmanlarının ellerini ovuşturarak keyifle izledikleri bir süreç başlattı. Daha önceki bölünmelerle kıyaslanmayacak kadar ciddi bir süreç bu. Çünkü içinde dine ilişkin değerlerin siyasi amaçla kullanıldığı gerçeği var.

Sağla sol çatışması, o dönemin konjonktürüne göre yükselir de kaybolur da... Maddi çıkarlara ilişkin bölünmeler, dengeler değişince uçar gider. Ama içine dinin girdiği bölünme kuşaklar boyu kapanmayan yaralar açar.

Nitekim üniversitelerdeki öğretim üyeleri bölündüler. Hukuk dünyamızdan, bölündüğünü ortaya koyan sesler geliyor. Yüksek Öğretim Kurulu daha şimdiden kamplara ayrıldı bile.

Böyle bir Türkiye’yi ne TBMM Başkanı’nın, "Türban Meclis’e girmez" türü sözü yönünden çevirebilir ne de TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Zafer Üskül’ün "Şikayeti olan bize gelsin" demesi çare olur.

Tek çare, Atatürk’ün kızı olduğunu düşünen kadınların örgütlenip bu gidişi durdurmasıdır.
Yazının Devamını Oku

Kimse kimseyi aldatmasın

8 Şubat 2008
SON milletvekili genel seçimini yüzde 46’yı aşan bir oyla kazandığı akşam kamuoyunun karşısına çıkıp, "Cumhuriyetimizin temel niteliklerinden asla taviz vermeyeceğiz" diyen, ardından AKP’ye oy vermeyen vatandaşlara seslenerek sözlerine,

" Sizin sandıkta verdiğiniz mesajı da anlıyorum. Lütfen, müsterih olun.

Kime oy vermiş olursanız olun, oylarınız bizim için değerlidir, tercihlerinize saygı duyuyoruz" diyerek devam eden Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dünkü sözlerini dinlediniz mi? Almanya’ya hareketinden önce Esenboğa’da;

"Üniversitelerarası Kurul veya Türkiye Barolar Birliği, Türkiye’deki ne tüm öğretim üyelerini ne de tüm avukatları temsil ediyor. Kimse kimsenin iradesine ipotek koyamaz. Kendilerini destekleyenler vardır, onlara da saygı duyarız ama bu tamamen oradaki o kurumun üyelerini temsil ediyor anlamına gelmez, ne TBB’de ne de ÜAK’ta" dediğinden haberiniz var mı?

Böyle diyor, çünkü onların "türban" konusunda farklı düşündüğünü biliyor.

Yazının Devamını Oku

Ayıp etmiyorlar mı?

7 Şubat 2008
MARCO olayını anımsıyor musunuz? Hani Alanya’ya ailesiyle birlikte tatile gelen 14 yaşındaki bir İngiliz kız çocuğunun ırzına geçen, şikáyet üzerine tutuklanıp 8 ay Alanya Cezaevi’nde kalan gençten söz ediyoruz.

O kadarını anımsadınızsa, Alman basının bu konudaki yayınlarını da anımsarsınız.

Özellikle de büyük tiraj sahibi Bild Gazetesi’nin, "Bir Alman genci, turist bir İngiliz kızıyla duygusal ilişkide biraz ileri gitti diye Türkler bu çocuğu zindana attılar" anlamına gelen bir yaygarayla yaptığı yayınları da biliyor olmanız gerekir.

Önce bazı Alman bakanların, ardından Başbakan Angela Merkel’in "Marco’nun Noel tatilini evinde ailesinin yanında geçirmesine" yardım isteyen ricalarını da lafa buradan girmişken anımsatalım.

Marco biliyorsunuz 10-15 sene hapis cezası alabilecekken serbest bırakıldı ve Noel tatilini evinde geçirebilmesi sağlandı.

Tabii Türk adaletinin kesmesi söz konusu ceza da buharlaştı gitti.

Peki Marco için bu kadar duyarlık gösteren Alman hükümeti, beş gün önce Ludwigshafen’de muhtemelen kundaklama sonucu çıkan yangında 5’i çocuk 9 Türk’ün hayatını kaybetmesi üzerine ne gibi bir duyarlık gösterdi biliyor musunuz?

Bayan Merkel’den bu satırların yazıldığı dakikaya kadar herhangi bir üzüntü beyanı işitilmedi. En azından Türkiye Başbakanı’na iki satırlık bir "başsağlığı" mesajı gönderip de "olayda bir kasıt varsa, faillerin yakalanıp gereken cezayı almaları için her türlü çabanın gösterileceğini" ifade eden tek kelime etmedi.

Eğer yeterli sayarsanız Uyum Bakanı Maria Böhmer’i olay yerine gönderip çelenk koydurttu.

Bir de bunun aksini yani Türkiye’de yaşayan 5’i çocuk 9 Alman’ın bir yangın sonunda hayatını kaybettiğini düşünün!

Ağzını ilk açan, "Siz bu Almanların hayatına mal olan yangını kimin çıkardığını bulup en ağır şekilde cezalandırmadıkça Avrupa Birliği’ne giremezsiniz" diye lafa başlar, onu da akla hayale gelmedik başka tehditler izlerdi.

İşin ilginç yanı, bu son olayda da zeytinyağı gibi üste çıkmaya kalktılar. Berlin’deki Büyükelçimiz Mehmet Ali İrtemçelik haklı olarak, "Bazı Alman politikacıların yangın sebebi henüz kesinleşmeden olayın yabancı düşmanı bir saldırı olmadığı yönünde açıklama yapmalarını yadırgadığını" söyledi diye, Alman İçişleri Bakanı Wolfgang Schauble, kendisinden beklenebilecek bir kabalık yaparak, "Bazen büyükelçilere de görgü öğretmek gerekiyor" dedi.

Oysa Türklere yönelik bu olay tek değil. Yıllar önceki Solingen faciasından yani bizim Madımak olayının oradaki versiyonundan söz etmiyoruz. Ludwigshafen’den sonra bir yangın da Kuzey Ren Westfalya Eyaleti’ndeki Herne’de ve -tesadüf bu ya- aynen Ludwigshafen’deki gibi Türklerin oturduğu binada, üstelik aynen onun gibi giriş katında çıktı.

Kızınca söylenebilecek en son lafı başta söylemeleriyle meşhur Alman dostlarımıza(!) bu durumda ne demek gerekir sizce?
Yazının Devamını Oku

YÖK’te yeni dönem

6 Şubat 2008
MALİYE Bakanı Kemal Unakıtan’a bakarsanız, "kendisinden isteneni söylemeye mahkûm" olan ama kendisine sorarsanız "üniversitelerden bütün yasakların kalkmasını" isteyecek kadar özgürlükçü görünen Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan için en önemli gün artık başlıyor.<br><br>Neden "artık başlıyor" dedik? Çünkü 10 Aralık 2007 tarihinde başlayan görevinin "peşrevi" bitti. Şimdi sıra icraata geldi:

7 Şubat Perşembe günü YÖK Genel Kurulu toplanacak ve yeni Başkanın koltuğunun altında ne gibi projeler olduğu o zaman ortaya çıkacak.

Bugüne kadar geçen peşrev döneminde Başkan Yusuf Ziya Özcan maalesef bir bilim adamının bağımsız kişiliğini sergileyemedi. Zaten Maliye Bakanı ile Maliye bürokratları kendi aralarında geçen ve 24 Ocak 2008 tarihli gazetelere yansıyan bir konuşmada, YÖK başkanını susturmanın -veya hükümetin istediği yönde konuşmasını sağlamanın- zor olmadığını söylediler.

Başkan bugüne kadar sağlam ve güçlü bir kişilik sergileseydi dönüp o sözleri anımsatmazdık. Maalesef Üniversiteler Arası Kurul’un yaptığı son toplantıda, "türban konusundaki tartışmalara karışmamalarını" tüm üniversitelerin temsilcilerinin gözünün içine baka baka söylemesi "özgürlükçü" olmak iddiasına ters düştü.

Bir YÖK Başkanı’nın, üniversite öğretim üyelerine "bu ülkenin aydını olmanın onlara yüklediği sorumluluğun gereğini yerine getirmelerini" değil de, "olup biten karşısında suskun kalmaları gerektiğini" söylemesi kadar hazin bir şey olabilir mi?

Yusuf Ziya Özcan göreve geldiği gün basına bir de "üniversitenin asli görevi olan bilimselliğe daha fazla önem vereceğini" söylüyordu.

Şimdi sıra bu dediğini yapmaya geldi.

O noktada da ilk işaret maalesef iyi olmadı. Üniversiteler Arası Kurul’un 24 Ocak tarihli toplantısında YÖK üyeliğine gönderilecek isim olarak seçtiği Prof. Dr. Celal Şengör’le ilgili yazıyı aradan 13 gün geçmesine rağmen, Çankaya’ya göndermediği ortaya çıktı.

Celal Şengör’ün kafa yapısının Yusuf Ziya Özcan’la uyumlu olmadığı biliniyor. Ama burada o değil, "özgürlükçü" geçinen Özcan’ın, Şengör gibi bilimsel niteliği çok yüksek bir öğretim üyesine YÖK’te tahammül edemeyeceği gerçeği ortaya çıkıyor.

Prof. Özcan, "Üniversitenin bilimsel faaliyetlerine" önem vereceğini söylemişti değil mi?

Şimdi kendisine emanet edilmiş camianın bir önceki Başkan Prof. Dr. Erdoğan Teziç döneminde (Avrupa üniversitelerinin bilimsel düzeyini yükseltmeyi amaçlayan ve onların performansını ölçen) Bologna sürecinde en iyi puan olan 5 üzerinden 4.17’yi yakaladığını ve bu puanın aynı süreç içindeki diğer ülkelerin üniversitelerinden iyi olduğunu anımsatalım. Keza bu performansın hükümetin engellemelerine rağmen başarıldığını belirtelim. Bu bir.

İkincisi Türk üniversitelerinin ürettiği bilimsel makale sayısının son dört yılda 12 bin 246’dan 17 bin 385’e yükseldiğini, bu sayede Türkiye’nin bilimsel yayın açısından dünyada 22’nci iken 19’unculuğa çıktığını anımsatalım.

Yusuf Ziya Özcan’ın bu şekilde devraldığı bayrağı nasıl teslim edeceğini de birlikte izleyelim.
Yazının Devamını Oku

Sırf Ortodoksların işi mi?

5 Şubat 2008
TAYYİP Erdoğan kendine göre zamanını, zeminini iyice hesap edip "Velev ki türban siyasi simge olsun" diye başlayan cümleyi kullanalıberi kamuoyu o konuya kilitlendi.<br><br>Tam bir "cambaza bak cambaza!" uyanıklığı... Herkes "türban" yüzünden karşısındakinin saçını başını yolarken kimse "Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis’in Türkiye’ye yaptığı gezinin sonuçları" üzerinde kafa yormak ihtiyacını duymadı.

Oysa Tayyip Erdoğan hükümeti, Türkiye’nin uzun yıllardır istikrarlı bir şekilde izlediği bazı politikaları değiştireceğinin (hatta değiştirmiş olduğunun) işaretlerini verdi:

Başbakan’a göre, "Fener Patrikhanesi’nin ekümenik olup olmaması tamamen Rum Ortodoks kiliselerini ilgilendiren bir konu" imiş. Öyle dedi.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan da, hem 1971’den beri kapalı bulunan Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun tekrar açılması konusunu, hem de bu "ekümeniklik" meselesini "tabu gibi görmemek gerektiğini" söyledi.

Bunlardan ayrı olarak iki ülke arasındaki çözülmemiş sorunların da ele alınmış olduğu anlaşılıyor ama ona ilişkin yeterli bilgi kamuoyuna yansımadığı için şimdilik sadece ekümeniklik konusuna bakmaya niyetliyiz.

Baştan belirtelim ki ekümeniklik meselesi yani Fener’deki Rum Ortodoks Patriği’nin kendi dünyasında "evrensel" bir statüye sahip olduğunu kabul edip etmeme meselesi sadece Rum Ortodoks kiliselerini ve cemaatini değil, -Başbakan’ın sözlerinin aksine- hepimizi, özellikle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ilgilendirir. O nedenle "Ne halleri varsa görsünler" demek, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetme sorumluluğunu taşıyan bir kişi için en azından görev ihmalidir.

Türkiye devletini neden mi ilgilendirir?

Önce Patrikhane bir Türkiye Cumhuriyeti kurumudur da ondan. Zaten Patrikhane’nin İstanbul’da kalmasına Türkiye bu koşulla -biraz da Başdelege Yardımcısı Dr. Rıza Nur’un Lozan’da İsmet Paşa’ya yaptığı bir emr-i vaki yüzünden- razı olmuştur.

Türk kurumu olan Patrikhane Türk yasalarına tabidir. O nedenle sadece Patriğin değil Piskopos olacak rahiplerin ve Sen Sinod (Kutsal Meclis) üyelerinin "Türk vatandaşı" olmaları hem hukuk mantığının hem de Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi kurallarının amir hükmü gereğidir.

Ne var ki Erdoğan’ın bir önceki hükümeti, Sen Sinod üyeliklerine 2 Yunanlı, 1 Amerikalı, 1 İngiliz ve 2 Yeni Zelandalının getirilmesine ses çıkarmamıştır.

Bu tepkisizlik, Patrikhane’nin ekümenik olma çabalarına destek anlamına gelmektedir.

Patriğin ekümenik olduğunu kabul ederseniz artık onun getirdiği götürdüğü din adamlarına Türk yasalarını zor uygularsınız. Çünkü Patrikhane’nin Türk yasalarının üstünde bir statüye sahip olduğunu kabul etmiş sayılırsınız.

Onu kabul edince Patrikhane, Ruhban Okulu’nu kimseye sormadan açar, siz de ses çıkartamazsınız. Ekümenikliğin sırf Ortodoksları ilgilendirmediğini de anlarsınız ama geç kalmış olursunuz.
Yazının Devamını Oku

Tuzağa dikkat

3 Şubat 2008
ROL çalmak diye bir deyim var. Profesyonel tiyatro dünyasında bir başka anlama gelir mi bilmiyoruz ama aslında başkasına ait olan bir konumu, bir görüntüyü fark ettirmeden kendisine aitmiş gibi gösterme anlamına geldiğini düşünüyoruz. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile MHP düpedüz rol çalıyor.

Dediklerine bakarsanız "özgürlük" için uğraşıyorlar.

Káğıt üstünde çok makul görünen bir istek. Öyle ya, "şiddet" içermeyen, "başkalarına zarar vermeyen" bir kıyafete (türbana) sınırlama getirilmesin diyorlar.

Hele üniversite gibi, özgürlüğün en geniş şekilde yaşanması gereken bir ortamda, öğrencilerin kılığı, kıyafeti, başındaki örtü şöyle mi olmalı, böyle mi? Kime ne?

İşte bu evrensel değerlerin ve uygar anlayışın savunucusu AKP ile MHP imiş. Öyle görünüyorlar.

Onlara, "Bu yaptığınız yanlış ve tehlikeli" diyenler de özgürlüklere karşı çıkan, dar görüşlü, kendi vehimlerinin esiri, dar kafalı oluyor.

Şimdi oturup manzaraya bakalım:

Atatürk devrimleriyle yetişmiş, çağdaş, demokratik değerleri içine sindirmiş, çağdaş dünya ile bütünleştiğini son dört kuşak boyunca bilimde, her türlü meslek dalında, sosyal yaşamın her noktasında ispat etmiş kadınlar "özgürlüğe karşı" sayılacak. Anıtkabir başta olmak üzere Antalya’da, İzmir’de, Dikili’de, Sivas’ta, Adana’da, Muğla’da, İskenderun’da, Çanakkale’de, Mersin’de, Zonguldak’ta, Bartın’da "çağdaş değerleri korumaya" yemin eden kadınlar "Türkiye’yi geri götürüyormuş gibi" gösterilecek, buna karşın AKP ile MHP özgürlükçü olacak!

Cumhuriyet’in yarattığı "özgür kadın" değil de, "helalin yanında değilse sokağa çıkamazsın" diyen anlayışın koruyucuları özgürlükçü olacak!

Kadına saygı gösteren anlayışın meydanlardaki savunucuları değil de, onun yargı önündeki tanıklığına bile "kadındır, ne de olsa aklı yarımdır" diye bakanların anlayışı özgürlükçü olacak.

Kadını toplumsal yaşamın eşit ve özgür bireyi yapan anlayış değil de, onun erkekle aynı hizada yürümesini bile hazmedemeyen, erkekle aynı masaya oturmasına bile izin vermeyen anlayışın koruyucuları özgürlükçü olacak.

İnsanların inançlarına saygı duyan, kimseye "senin dinin ne?" diye sormayı bile insanın özgürlüğüne haksız bir müdahale sayan laik anlayış değil de, başkasının dini inançlarına burnunu sokan, onu kendisi gibi davranmaya zorlayan, eğer başaramazsa zor kullanmayı bile hak sayan anlayışın koruyucuları özgürlükçü olacak!

İşin tuhafı, kendisini "özgürlükçü" sayan birtakım -uçuk- aydınlar da aylardır, hatta yıllardır sürüp gelen bu tartışmada, "gerçek özgürlükçülerin" değil, -sırf Atatürk’ün başarılarını küçümseme veya ona düşmanlık adına- "türbancıların" yanında yer alıyorlar.

İnsanın aklına ister istemez İran deneyimi geliyor. Hani Humeyni’yi "özgürlükçü" diye destekleyip İran’a getiren liberaller vardı ya onlar...

Humeyni’nin ilk işi onları ipe çekmek olmuştu.

Özgürlük elbet temel değerdir. Onu koruyabilmek de en az onun kadar önemlidir. O nedenle tercihimizi ya "türbana özgürlük" lehinde yapmaya mecburuz yahut tüm insanlarımıza özgürlük lehine.
Yazının Devamını Oku

Göz dönünce...

2 Şubat 2008
İNTERNETE girip "TBMM.gov.tr" adresinden önce "Komisyonlar"ı, ardından da "İhtisas Komisyonları"nı ve sonra Anayasa Komisyonu gündemindeki "Kanun Teklifleri"ni bulursanız karşınıza çıkan listenin en sonunda 2/241 numarayla Anayasa’nın 10 ve 42’nci maddelerini değiştirmeyi amaçlayan yasa önerisini, ondan bir sonraki sırada da 2/242 numarayla YÖK Yasası’nın 17’nci maddesinin değiştirilmesini isteyen öneriyi göreceksiniz. Ne var bunda demeyin.

Bunda siyasi iradenin bir kere gözü dönmeyegörsün, Meclis’in kurallarını, ahlaki vecibeleri ve mantığın emrini bile dinlemeyeceğinin somut bir örneği var.

İsterseniz ona gelmeden önce günlerdir tartışılan "türban" konusunda "siyasi iradenin gözünün döndüğüne" ilişkin bir başka örnekten söz edelim:

Ankara’daki arkadaşlarımızdan Süleyman Demirkan, AKP ile MHP’nin bu konuyla ilgili Anayasa ve YÖK Yasası değişikliklerini Meclis’ten geçirmek üzere "taahhütname" imzaladıklarını bildiriyor.

İki parti bir konuda elbet işbirliği yapabilir. Ama iki partinin yetkilileri işbirliği yapacakları konuyla ilgili bir "taahhütname" imzaladıkları takdirde, mensubu oldukları -ve her fırsatta en üstün otoriteyi temsil ettiğini söyledikleri- TBMM’ye karşı saygısızlık yapmış olurlar. Çünkü yaptıkları, TBMM’nin iradesine ipotek koymaktır.

Bu "parti içi demokrasiye" izin vermeyip "parti içi dikta" kuran siyasi liderlerimizin, onunla yetinmeyip bir de "Meclis içi dikta" oluşturduklarının kanıtıdır.

Oysa aynı liderler pek demokrat olduklarını iddia ediyorlar, değil mi?

Uygulamada despot ama özünde demokrat olmak mümkün mü?

Dahası... Anayasa’da ve YÖK Yasası’nda yapılmasını istedikleri değişiklikleri de "özgürlükçülük" adına savunuyorlar.

Öteki örneğe gelince:

Halen 1982 Anayasası’nın 10 ve 42’nci maddeleri yürürlükte olduğuna göre YÖK Yasası’nın 17’nci maddesinin -daha önce Anayasa’ya aykırı bulunduğu için iptal edilmesine yol açan yönde- değiştirilmesini öngören bir öneri TBMM Başkanlığı’na verilince Başkan’ın, "Bu konuda Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı var. Anayasa değişmedikçe bu öneriyi işleme koyamam" demesi gerekmez miydi?

Dememiş!

Hadi o "Anayasa’ya aykırılık olup olmadığı komisyonlarda görüşülsun" dedi ve işleme koydu.

Bu öneri YÖK Yasası’nı değiştirmeyi öngördüğüne göre öncelikle Milli Eğitim Komisyonu’na gönderilmesi gerekmez miydi?

Başkanlık belli ki orada da "gözü dönen siyasi iradeyi" dikkate almış ve öneriyi önce Anayasa Komisyonu’na göndermiş.

Diyelim o gönderdi... Henüz Anayasa değişikliği gerçekleşip yürürlüğe girmeden bu öneri Anayasa Komisyonu gündemine alınabilir miydi?

Belli ki Anayasa Komisyonu Başkanı da "gözü dönen siyasi iradeden" korkup öneriyi gündeme koymuş.

Usul yok, sıra yok, mantık yok... Ama siyasi irade var!
Yazının Devamını Oku