Oktay Ekşi

Önemsiz saydıklarına bakın

29 Şubat 2008
İNSAN bazen okuduğu metnin en can alıcı noktasını göz ardı edebiliyor. Bizim için de öyle oldu. Eğer Tufan Türenç ile Cüneyt Ülsever pek marifetli çıkan YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın: "Cumhuriyetin Anayasa’da belirlenen nitelikleri, (...) hiçbir biçimde kişi hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasının gerekçesi olarak kullanılamazlar" şeklindeki cümlesini yakalamasalardı o cümlede sırıtan vahim ve tehlikeli zihniyetin farkına bile varmayacaktık.

Gerçi aynı gerçek başka yerde karşımıza çıkar yine görürdük ama belki de gecikmiş olurduk.

Şimdi gelelim söz konusu açıklamaya ve orada geçen bu cümleye:

Yusuf Ziya Özcan’a akıl veren her kim ise -bizim tahminimiz yanlış değilse o Prof. Dr. İzzet Özgenç’tir- öylesine "özgürlükçü" biri olmalı ki gördüğünüz gibi "Cumhuriyetin niteliklerini" bile kolayca "yok" sayabiliyor.

O zaman bu anlayış sahibine soralım:

Anayasa’da, "Cumhuriyetin demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti" olduğu yazılı değil mi?

Hadi gel de "bana kimse karışamaz" diyerek "laikliğe aykırı" -böyle türban olayındaki gibi kaçamak türden de değil- açık bir eylemde bulun bakalım.

Laikliğin yoğun saldırı altında olduğu bugünkü Türkiye’de bile sana "Aferin, özgürsün! Ne istersen yap!" mı diyorlar, yoksa kendini bir "Cumhuriyet Savcısı"nın karşısında mı buluyorsun?

YÖK Başkanı o açıklamada, "Anayasamıza göre özgürlükler sadece ve ancak yasalarla kısıtlanabilir" diyor. O nedenle başka otoritelerin -Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM)- verdiği kararlara dayanarak türbanlı öğrencilere engel olunamaz, demek istiyor.

Peki o mahkeme kararları uygulanmayacak da, "YÖK Başkanı Yusuf Bey’in emri" mi uygulanacak?

Madem öyledir, Anayasa’nın 132’nci maddesindeki "Yasama ve yürütme organları ile idare (bu arada YÖK ve üniversiteler de) mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez" hükmü oraya süs olsun diye mi kondu?

YÖK Başkanı adına o açıklamayı kaleme alan zat belli ki "Madem Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10’uncu maddesindeki sınırlama sebepleri arasında Cumhuriyetin temel nitelikleri gibi bir hüküm yok, o halde bunlar sınırlama sebebi olamaz" demeye getiriyor.

Laik sisteme dönük bir suikast teşebbüsünün prelüdü sayılabilecek bir bakış bu.

Ama atladığı bir şey var:

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) "laikliğin" adı hiç geçmediği halde AİHM, Refah Partisi davasında, Leyla Şahin davasında laik sistemi koruyacak önlemler almayı "demokratik sistemin gereklerine uygun" görmüş ve bu önlemlerin AİHS’ye aykırı olmadığını karara bağlamıştır.

YÖK Başkanı adına laf üretenler bunları da görse ya...
Yazının Devamını Oku

Tutarsızlık

28 Şubat 2008
ADALET ve Kalkınma Partisi iktidarının birbiri ardından yaptığı reformların (!) sonuncusu da yaşamımıza girdi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün imzalayarak -teknik deyimle söyleyelim- "yayımlamak" amacıyla Resmi Gazeteye göndermesi sonucu "Vakıflar" yasamız baştan sona değişti.<br><br>Konu hayli teknik ve inanılmaz derecede kuru olduğu için yasa metnine ilişkin laf etmeyeceğiz. Zaten ona gerek de yok. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu konuyla ilgili konuşmalarını başa tarihlerini koyup özetle size sunarsak, bugün bulunduğumuz noktaya nereden geldiğimizi ve yasanın ne getirip ne götürdüğünü kendiniz de değerlendirebilirsiniz.

Başbakan Erdoğan’ın TBMM AKP Grubu’nda 12 Şubat 2008 günü yaptığı konuşmadan:

"Vakıf olayı (...) devletten devlete bir mahsuplaşma olayı değildir. (...) Eğer devletten devlete bir mahsuplaşma olayı olmuş olsa, karşımdaki ne yaptı, ben de ona göre ne yapayım diyebiliriz. Ama insana ait veya herhangi bir vakfa ait bir olay nedeniyle bizim bir mahsuplaşma veya bir mütekabiliyet arama anlayışımızı ben doğru bulmuyorum. Ve bunun istismarını da doğru bulmuyorum. Bunun üzerinden siyaset yapmayı da doğru bulmuyorum. Biz bu noktada tarihte nasıl örnek olmuşsak, aynen ecdadımızın torunları olarak yine biz örnek olmaya devam etmeliyiz diyorum."

Demek ki neymiş? "Biz bu konuda ne mahsuplaşma ne de mütekabiliyet arar"mışız!

Bu görüşü Başbakan Erdoğan 17 Şubat 2008 günü de şöyle özetliyordu:

"Bu devletten devlete bir vakıf hukuku değildir, olaya böyle bakmayacağız. Çünkü siz orada kalkıp bir mütekabiliyet arayabilirsiniz, bir mahsuplaşma düşünebilirsiniz. Ama burada kişilerin, kurumların hukuku var. Siz kalkıp da mütekabiliyet arayamazsınız..."

Gördüğünüz gibi burada "kişilerin, kurumların hukuku" varmış. Onu dikkate almalıymışız. Nitekim aynı konuşmada vurguladığına göre öteki (galiba) ülkelere:

"Bak, biz nasıl sizin hukukunuzu, hakkınızı koruyorsak, lütfen siz de bizim buradaki vatandaşlarımızın hakkını hukukunu koruyun" diyebilmeliymişiz.

Başbakan devam ediyor:

"Korumadı, korumazsa korumasın kardeşim. Biz pisliği pislikle temizlemeyiz, pislik temiz suyla temizlenir. Onlar böyle yapıyorsa yapsın."

Peki ama aynı Tayyip Erdoğan 26 Eylül 2006’da (bir buçuk yıl önce) bu konuda ne demiş? Okuyun:

"Bizler Vakıf Kanunu’yla alakalı olarak, Lozan’a dayalı olarak, biz mütekabiliyet esasına dayanarak adım atarız. Ve burada da Yunanistan’da Müslüman Türklerin vakıflar noktasındaki hakları neyse, burada aynı hakları biz de bu çıkaracağımız kanunda onlara veririz."

Tatmin olmadınız mı? Sayın Başbakan’ın şu sözlerini de okuyun öyleyse:

"Bu yasal düzenleme ile yapılan spekülasyonların aksine Lozan Anlaşması’ndan kaynaklanan haklarımız da korunmaktadır. Zira mütekabiliyet esası getirilmektedir. Yani Türkiye’de azınlık vakıflarına tanıdığımız hakların yurtdışında yaşayan Müslüman Türk azınlığına da tanınması şart koşulmaktadır."

Hálá mı tatmin olmadınız? O zaman tutarsızlık sizde olmalı.
Yazının Devamını Oku

Sen ilk örnek değilsin

27 Şubat 2008
BU defa sadece Hürriyet demedi. Dünkü gazetelerin -iktidarın dümen suyundan giden bağımsız (!) yayın organları elbet hariç- hepsinde "türban" tartışmasının geldiği aşamayı tarif için kullanılan tek kelime vardı: "Kaos!" yani "keşmekeş".

Bunun üç mimarı var.

Biri Başbakan Tayyip Erdoğan, ikincisi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve üçüncüsü YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan.

İlk ikisine artık bir şey demiyoruz. Onlar politikacı. Onlar ne kadar kendilerini ulusumuzun hizmetine adadıklarını, her adımda, her koşulda başka hiçbir şey düşünmediklerini ileri sürseler de biliriz ki beyinlerinin yarısıyla da "Bunun oy olarak bana getirisi nedir, götürüsü nedir?" diye tartarlar.

Hesaplarını da sonunda oy sandığında verirler.

Ama YÖK Başkanı öyle değil. Onun diğerlerinden farklı sorumlulukları var. Ötekiler "kıvırtsa" bile o kıvırtamaz. YÖK Yasası’na göre yapmak zorunda bulunduğu görevler var. Örneğin söz konusu yasanın 4’üncü maddesine göre, yükseköğretim kurumlarındaki öğrencileri, "Atatürk inkılapları (devrimleri)ve ilkeleri doğrultusunda (ve) Atatürk milliyetçiliğine bağlı" olarak yetiştirmek onun görevidir.

Onlardan, "Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren" bireyler inşa etmek de...

Keza, "Öğrencilere, Atatürk inkılapları (devrimleri) doğrultusunda, (...) hizmet bilinci kazandırmak", YÖK başkanının temel görevidir.

Yasa ayrıca yazmamış ama görevlerini "hukuka bağlı" bir kişi olarak yerine getirmesi de herkes gibi onun da borcudur.

Oysa Yusuf Ziya Özcan, hukuku çiğneyen bir YÖK başkanıdır. Yaranmak için uğraştığı kadro tarafından değiştirilen Anayasa, "Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir" demesine rağmen söz konusu yasa olmadan verdiği talimatla alenen suç işlemiş durumdadır. Bu ülkede hukukun kırıntısı varsa, YÖK Başkanı’na bu eyleminin hesabını bir gün ve mutlaka ödetilmelidir.

Başkan sadece "Anayasa hükmünü hiç sayarak" değil, kendisini o makama oturtan yasanın 7’nci maddesinde "Yükseköğretim kurumları arasında bu kanunda belirlenen amaç, ilke ve hedefler doğrultusunda birleştirici, bütünleştirici, sürekli, ahenkli ve geliştirici işbirliği ve koordinasyonu sağlamak" diye tanımlanan görevin de tam tersini yaptığı için hesap vermelidir.

Aksini düşünen lütfen söylesin:

"Bu konunun anayasa yoluyla ele alınması büyük karışıklıklara yol açar" diyenler haksız mı çıktı?

Onlar haksız çıktıysa bir kısım üniversitelerde 25 Şubat sabahı başlayan ve yer yer devam eden gerilim ve keşmekeş neyin nesi?

Biz eski yıllardan örnek verince birileri hemen pirelenip "Vaaay! Ne demek istiyorsun?" diye feryadı basıyor. Ancak "tarihten ders almayı bilmeyenlere" doğru olanı anlatmadan da olmuyor. O nedenle YÖK Başkanı Özcan’a, 1955-56 yıllarında Adalet Bakanı olan ve yargının bağımsızlığı ile güvencesi ne varsa hepsini mahveden Hukuk Profesörü Hüseyin Avni Göktürkün hikáyesini ve o ismin şimdi nasıl anıldığını öğrensin demekle yetiniyoruz.
Yazının Devamını Oku

İğrençlikte rekor

26 Şubat 2008
ÇOK şükür, "aklını peynir ekmekle yemiş" bir YÖK Başkanımız da var artık.<br><br>Göreve başlarken "özgürlükçü" olacağını vaat etti, ama ağzını ilk açışında üniversitelerden önce "yasaları gevşek bir şekilde uygulamalarını", onun ardından da "kışla disiplini" istedi. Dünkü gazetelerde görmüş olmalısınız:

YÖK Başkanı, üniversitelerde yeni yarıyılın başlamasından bir gün önce tüm rektörlere talimat göndermiş. Anayasa’da MHP’nin "değerli katkılarıyla" gerçekleşen değişikliğe atıfta bulunmuş. Örneğin, yeni haliyle 42’nci maddenin, "Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğretim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez" dediğini belirtikten sonra, "Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir" hükmünü içerdiğini yazmış.

Böylece Anayasa’yı değiştiren iradenin bile, "bu konuda bir yasa çıkarılmadıkça bu hüküm uygulanamaz" dediğini itiraf etmiş.

Sonra ne yapmış?

Başkan bey, Anayasa’nın şart saydığı "yeni yasa"ya gerek görmemiş.

Öyle ya... Rektörlere -merhum Turgut Özal’ın "Anayasa’yı bir kere ihlal etmekle bir şey olmaz" vecizesini (!) andırır şekilde- "yasaları gevşek bir şekilde uygulamayı" tavsiye eden de o idi.

Bir insanın "hukuk"la ilgisi bu kadar zayıf olunca, ona her sorunun çözümü kolay görünür.

Nitekim Başkan bey, -yeni yardımcısı Prof. Dr. İzzet Özgenç’in kaleminden çıktığı izlenimini veren talimatında- "Anayasa değişikliği göz önünde bulundurulmak suretiyle uygulama yapılması, kamu görevi ifa eden yüksek öğretim kurumlarının yöneticilerinin görev, yetki ve sorumluluğunda olduğu izahtan varestedir" buyurmuş.

Dahası... Anayasa’nın açık hükmüne rağmen, "Anayasa’nın 10 ve 42’nci maddelerine göre uygulama yapılabilmesi için ayrıca bir kanuni düzenlemeye ihtiyaç bulunmamaktadır" demiş.

Yani, "Benim talimatım Anayasa’nın emrinden de önemlidir" diyor.

Peki neden öyle imiş?

Çünkü "hangi kıyafetlerin toplumsal ortamda giyilemeyeceğine dair açık düzenleme" meğer "Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair" 1934 tarih ve 2596 sayılı "Devrim Yasası"nda varmış.

Yüce Tanrım! Büyük Atatürk’ün "Devrim" yasasını "irticai" amaç için kullanan şu demagojinin ihtişamına veya iğrençliğine şapka çıkarılmaz da neye çıkartılır?

Bakın YÖK Yasası’nın "Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir" diyen ek 17’nci maddesinden söz etmiyor. Çünkü Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay ve son olarak da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kesin kararlar karşısında o maddeyi uygulamanın "laik devlet" ilkesine ters olduğunu biliyor.

Peki YÖK Başkanı’nın sığındığı 2596 sayılı yasa ne diyor?

O yasa, "ruhani"lerin yani din adamlarının, "izcilik, sporculuk" gibi konularla meşgul cemiyet ve okulların (üniversitelerin değil) özel kıyafet kullanmak istedikleri zaman uyacakları kuralların, "yabancı ülke temsilcilerinin" uyacakları kural ve yasakların ne olduğunu belirlemiş.

YÖK Başkanı o yasaya sığınacağına -bu kadar saçmaladıktan sonra- "Tababet ve Şuabatı (bölümleri) San’atlarının Tarz-ı İcrasına dair" 1933 tarihli kanuna sığınsa daha iyi olmaz mıydı?
Yazının Devamını Oku

Gül inandıramadı

24 Şubat 2008
HİÇBİR demokraside hiç kimse anasından Cumhurbaşkanı olarak doğmaz. O nedenle "yeni" Cumhurbaşkanı seçilmiş birinin, rolünün gereklerini özümsemesini, Anayasa’nın verdiği görevleri zamanında ve tam olarak yerine getirmesini beklemek zaman alabilir. Biz bunu son olarak Sayın Ahmet Necdet Sezer’de gördük.

Önce bocaladı ama sonra taşıdığı sıfatı "kullanmayan" ve "kullandırmayan" kişiliğiyle tertemiz bir isim bırakarak Çankaya’ya veda etti.

Sezer Çankaya’da iken, "Cumhuriyet’in temel felsefesine bağlı" ve "hukuk"a inanan insanlarımızın hepsi kendisini güvencede sayıyordu.

Sayın Abdullah Gül için bunları söyleyemiyoruz. Tam tersine hálá zihinlerde tereddüt uyandıran tavırlar sergiliyor.

"Türban" kavgası adına Anayasa’da yapılan son değişikliği onaylamasından söz etmiyoruz. Biz onu onaylayacağından ve yeni hükümlerin yürürlüğe girmesini istediğinden emindik. Dahası, "imzalamasın, tekrar görüşülmek üzere Meclis’e göndersin. Bu suretle iç barışı korumaya itina ettiğini göstersin" türü istek ve temennileri fazlasıyla hayalci buluyorduk.

Nitekim hem onayladı hem de "suret-i haktan görünmek" adına bir açıklama yayınlattı.

Verilen bilgiye göre "sivil toplum kuruluşları" -ilginçtir sivil toplum kuruluşu diye, özel bir yasayla kurulduğu için aslında sivil toplum kuruluşu olmayan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nden söz ediliyor- bu konuda bir teşebbüste bulunmuşmuş da... TOBB’un sempatik Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu parti liderlerini "Aranızda anlaşın da bu konu Anayasa’ya gerek kalmadan çözülsün" diyerek ziyaret etmişmiş de... Cumhurbaşkanı da onun sonucunu almak için 11 gün beklemişmiş.

Oysa 7 yaşındaki bir çocuk bile bunun "göstermelik" bir bekleme olduğunu kolayca tespit eder.

Nedeni de Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu Cumhuriyet’in temel felsefesi ile barışık olup olmadığı konusunda zihinlerden silinmeyen tereddüttür.

Bu tereddüdün somut bir örneğini geçenlerde yaşadık:

Gerçi Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Levent Bilmen yalanladı (bir sözcü için bundan talihsiz şey olamaz) ama Cumhurbaşkanı 70 kadar emekli büyükelçiye, geçmiş hizmetleri nedeniyle "teşekkür plaketi" vermeyi amaçlayan "eş"li bir tören daveti yaptı. Emekli büyükelçilerin yarıdan fazlası bu törene "katılmayacaklarını" bildirince davet iptal edildi.

Bu sütunu izleyen okuyucularımız anımsarlar. Biz de onun üzerine "Meşruiyetini tartışmıyorsanız, kendisini temsil ettiğiniz Cumhurbaşkanı’nın davetine hayır dememeniz gerekir" anlamında sözlerle "hayır" diyenleri eleştirdik.

Ama sonra, bu yazının diplomatlarımız arasında çok tartışıldığını öğrendik. Bunlardan biri bize kendi eşinin de, Sayın Cumhurbaşkanı’nın Cumhuriyet’in temel felsefesine bağlılığı konusundaki tereddüdü nedeniyle "hayır" dediğini anlattı. Kanıt olarak da eşinin, "Bayan Gül’ü" gösterdiğini söyledi. Kendisine bunun üzerine, "Eşiniz hanımefendinin ve sizin duyarlık gösterdiğiniz hususların tamamını paylaştığımı dikkatinize sunmak isterim. Açıklamanız için de teşekkür ederim" dedik. Yeri gelmişken belirtelim de ne demek istediğimiz anlaşılsın.
Yazının Devamını Oku

Sadece PKK değil

23 Şubat 2008
IRAK’ın kuzeyindeki bölgenin pek çalımlı lideri Mesut Barzani’nin karizması çizildi mi çizilmedi mi, onu kendisini lider sayanlar düşünsün. Ama bir gerçek var ki, Barzani son olarak 19 Şubat günü El-Arabiya isimli televizyon kanalına: "Sabrın da bir sınırı vardır. Şunu bildiriyorum ki, Türkiye’nin federe Kürdistan topraklarına olan saldırıları devam ederse artık sessiz kalmayacağız" dedikten iki gün sonra Irak’ın kuzeyindeki PKK yuvalarına karşı harekát başladı.

Barzani de sessiz kalmayacağını, başında bulunduğu Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP) Dış İlişkiler sorumlusu Sefin Dizayi’nin, "Peşmergelere kendilerini savunmak zorunda kalmadıkça silaha davranmamaları talimatı verdik" anlamındaki demeciyle ispat etti.

Bizim Genelkurmay Başkanlığı’nın ve onun ardından hükümet adına Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, "Bu harekát sadece PKK’ya yöneliktir. Onun dışındaki herhangi bir unsur veya sivil halka yönelik hiçbir tarafı yoktur" yolundaki açıklamalarına rağmen kabul edelim ki bu harekátın dolaylı bir hedefi de kendisini hedef haline getiren Mesud Barzani’dir. Çünkü PKK’ya yıllardır orada yerleşme ve palazlanma hakkını veren, bu terör örgütünü koruyan Mesud Barzani’nin kendisidir. O nedenle PKK’ya atılan şamarın izini Barzani’nin suratında da aramak gerekir.

Zaten bu harekáta Türkiye dışında hiç kimse karşı çıkmazken bir tek onun rahatsızlık duymasının başka bir açıklaması yoktur.

Keza Barzani dahil herkes bilmektedir ki bu harekátla PKK’nın varlığı sıfıra inecek değildir. Ama bu harekát Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sillesinin ne kadar ağır olduğunu hatırlatmak yönünden yararlı ve gereklidir.

Yeri gelmişken belirtelim:

Önceki gece başlatılan kara harekátının uluslararası hukukun kurallarına ve gereklerine uygun şekilde uygulanmaya konmuş olması nedeniyle hem hükümeti hem de Genelkurmay Başkanlığı’nı kutlamak gerekir.

Nitekim içeride ve dışarıda herkes kabul ediyor ki (pardon herkes derken galiba Demokratik Toplum Partisi’ni (DTP) göz ardı etmiş olduk) bu harekát Türkiye’nin kendi huzur ve bütünlüğünü koruması için zorunludur. Bir başka deyişle bu bir "meşru müdafaa" operasyonudur. Başka bir şekilde yapılacak açıklama ancak PKK isimli cinayet şebekesiyle en azından ruhi ortaklığa işaret edebilir.

Ne yazık ki DTP adına dün bu partinin TBMM Meclis Grup Başkan Vekili Selahattin Demirtaş’ın yaptığı açıklama ister istemez yukarıdaki ihtimalleri akla getirmektedir. Nitekim Demirtaş, "Türk Silahlı Kuvvetleri’nin operasyonunun durdurulmasını" istemekte, sonra da bu sözünün gerekçesini kamuoyunun kabul edebileceği bir şekilde sunmak amacıyla:

"Biz, operasyonlara PKK’yı savunmak için karşı çıkmadık. (Operasyonları) Türkiye’nin çıkarlarına uygun görmedik. Biz ’Operasyonlar dursun’ derken, ’PKK da eylemlerini durdursun’ dedik. Yoksa ’Operasyonlar dursun, PKK da istediği gibi saldırı yapsın’ şeklinde bir düşüncemiz yoktu. Biz tümden çatışmaların durması gerektiğini savunduk" demektedir.

Demektedir ama dediklerinin samimi olduğunu ispat etmek için daha pek çok kanıta ihtiyaç vardır.
Yazının Devamını Oku

Siyasi ahlak mı demiştiniz?

22 Şubat 2008
KEŞKE Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) programının "Yerel Yönetim"lerle ilgili parti görüşünü belirleyen 43’üncü maddesine, "Partimiz (...):<br><br>* Kendi alanlarıyla ilgili düzenlemelere gidilmeden önce yerel yönetimlere danışılması ilkesini getirecektir. * Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na (AYYÖŞ) (European Charter of Local Self-Government) uygun olarak, anayasal sistemimize yerel yönetim hakkının dahil edilmesini sağlayacaktır. (...)" diye yazmasalardı.

O zaman aklımıza "Bunların demokratlığı nerede? Verdikleri söze sadakati nerede? Kendi partisinin millete taahhüdünü dahi yok sayan bir zihniyetin ’siyaset ahlaktır’ gibi sözler söyleme hakkının dayanağı nerede?" diye sormak gelmezdi.

Son günlerde gazetelerde biliyorsunuz AKP’nin "yerel yönetimler reformu"na ilişkin pek çok haber yayınlanıyor.

Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in hükümet adına verdiği bilgiye göre hükümet "halen mevcudu 3225 olan belediye sayısını 2101’e indirmeye, nüfusu 2000’in altında olan yörelerdeki 863 belediyeyi kapatmaya; 283 ilk kademe belediyesinden 34’ünü ilçe haline getirmeye, kalan 241’ini en yakın ilçenin mahallesine dönüştürmeye; tüm bunlardan ayrı olarak 8’i İstanbul’da olmak üzere 42 yeni ilçe kurmaya" karar vermişler.

İyi etmişler de... Bu kararı vermeden önce AKP parti programındaki, "Kendi alanlarıyla ilgili düzenlemelere gidilmeden önce yerel yönetimlere danışılması ilkesini" çöpe mi atmışlar?

Hadi yerel yönetimleri "adam yerine koymaya" değer bulmamışlar. Öyle ya, "kızarsan iki tokat atar susturursun" kafasıyla yönetilen bir ülkede yerel belediyelere, "şunu şöyle yapmayı düşünüyoruz, siz ne dersiniz?" türü bir soru sorulmasını beklemek fazla hayalci sayılabilir.

Zaten bu yasa tasarısından etkilenecek olan belediyelerden hiçbirine "sormak"tan vazgeçtik, tüm olup biten hakkında tek kelimelik olsun bilgi verilmediğini bizzat başkanlar da söylüyor.

Şimdi oturup konuşalım:

Kendi parti programınıza, AYYÖŞ’e bağlı kalınacağını yazdıktan sonra o sözleşmenin:

"Belediyelerin mevcut yerel sınırlarında yapılması öngörülen değişiklikler hakkında öncelikle ilgili yerel yönetimlerin görüşleri alınmasını" ve "Taraf ülkelerin anayasaları öngördüğü takdirde referandum (halkoylaması) yapılmasını" emreden 5’inci maddesi karşısında ne diyeceksiniz?

Üstüne üstlük Anayasa’nın 90’ıncı maddesini değiştirip, AYYÖŞ gibi uluslararası sözleşmelerin "Anayasadan ve yasalardan bile önce geldiğini" ilan ve taahhüt eden bir Türkiye’desiniz.

Bunlar işin "hukuk"la ve "siyasi ahlak"la ilgili boyutları. Gerçi şimdi diyeceğimiz de "siyasi ahlak" cümlesinden sayılır ama bir de "yerel yönetimlerin sınırlarını değiştirip 2009 Mart ayında yapılacak belediye seçimlerinde AKP’yi daha avantajlı kılma" tertibinden söz ediliyor.

Siyasi ahlak kavramına zerre kadar saygılı bir iktidar, seçime bir yıl kala bunu yapar mı?
Yazının Devamını Oku

Susturarak değil

21 Şubat 2008
BÖYLE bir öneriyi vermek TBMM Başkanlığı koltuğunda 5 yıla yakın süre oturmuş Bülent Arınç’a yakışır mı, yakışmaz mı ona siz karar verin.<br><br>Ama bu milletvekili şimdi Hasan Sönmez isimli parlamenter arkadaşıyla oturmuş, "Yasaların hangi tarihte yürürlüğe gireceğine ve kim tarafından yürütüleceğine" ilişkin, her yasa metninde bulunması gerekli hükümlere artık yer verilmemesini önermiş. Káğıt üstündeki maksada bakarsanız, "Meclis’in çalışmalarının daha verimli ve ekonomik olarak yürümesini" amaçlıyorlarmış. "TBMM’nin yasama ve denetime ilişkin iş yoğunluğu söz konusu olduğu halde kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi sırasında yürürlük ve yürütme maddeleri üzerinde de görüşme açılmakta ve ciddi bir zaman israfı yaşanmakta, sırada bekleyen işler gecikmektedir" demişler.

İyi ki "káğıt israfına engel olmak için yasaların gerekçesi olmaksızın çıkartılmasını" önermemişler.

Bülent Arınç, biliyorsunuz aynen Tayyip Erdoğan gibi "Milli Görüş" okulunun öğrencisidir. Erdoğan "demokratlığını" bugüne kadar gazetelerin ön ve arka sayfalarındaki -ona göre- çıplak kadın resimlerine ses çıkarmayarak ispat etmişti. Arınç da bağımsız Tunceli Milletvekili Kamer Genç’in hemen her yasa görüşülürken söz alıp TBMM kürsüsünde konuşmasına engel olmayarak göstermişti.

Ama sabrın da bir sonu var. Nitekim Arınç, yasa tasarı ve önerilerinin sonundaki, "Bu kanun, Resmi Gazete’de yayınlandığı gün yürürlüğe girer" ve "Bu kanunu Bakanlar Kurulu yürütür" şeklindeki hükümler üzerinde bile birileri çıkıp konuşunca "artık yeter" demiş. Böylece aslında "Kamer Genç’i hiç değilse bu maddeler sırasında susturma" amacıyla yola çıkmış.

Aslında Arınç’ın "susturma" (daha doğrusu herkesi kendi kafasındaki nizama sokma) teşebbüsü bundan ibaret değil. Nitekim TBMM Başkanı iken de "muhalefetin yasa maddeleri üzerine verdiği önergeleri ve bunlar üzerinde konuşulmasını sınırlama" amacıyla Meclis İçtüzüğü’ değiştirmeye kalktı ama, neyse ki önerisi kadük (seçimler yenilenince işlemden kaldırılma) oldu.

Anlaşılan Arınç’ın bilmediği bir husus var:

Parlamento "konuşulan yer"dir. Zaten kelime de Fransızca "parler"den (konuşma) üretilmiştir. Bu bir.

İkincisi, parlamentolarda iktidarın yasa çıkarma hakkı ne kadar meşru ise muhalefetin de onu, kuralları kullanarak engellemesi o kadar meşru hakkıdır. Aslında muhalefetin kıvrak zeká oyunlarıyla veya iktidarın sabrını zorlayan taktiklerle yaptığı engellemeler, parlamentoya hem kimlik kazandırır hem de onu renklendirir. Ayrıca kamuoyuna "o konunun ne kadar önemsendiğini" ifade eden mesaj değeri taşır.

Dahası... Bu tür engellemelerin literatürdeki adı "filibuster"dır. "Filibustering" gerçi İngiliz Parlamentosu’ndan çok Amerikan Kongresi’nde başvurulan bir usuldür. Bilinen ilk örneği, Senatör Huey Long’un 1935’te yüksek düzeyde bir atamanın Senato onayına sunulmaksızın uygulanmasını protesto için yaptığı ve aralıksız 16 saat süren konuşmadır. Long’un rekorunun Senatör Wayne Morse tarafından 1953’te 22 saat 26 dakikalık konuşmayla, onunkinin de Senatör Kilmer Corbin tarafından tam 28 saat 30 dakikalık konuşmayla kırıldığını anımsatalım. Bakarsınız lazım olur.
Yazının Devamını Oku