20 Şubat 2008
BİZ tartışaduralım, Anayasa Mahkemesi bugünkü iktidarın "hukukun" bir zerresinden bile haberdar olan herkesi kahkahayla güldüren marifetlerinden biri vardı ya... O konuda karar vererek, kanımızca önemli bir mesaj verdi. Lafı fazla uzatmadan konuya girelim:
Hani Cumhurbaşkanlığı seçimini de son bir ayı aşkın süredir içinden çıkamadığımız "türban" tartışmasına çevirmiştik ya...
Sayın Başbakan o sırada celallenip "Madem benim istediğim kişiyi Meclis’te seçmemize engel oluyorsunuz, ben de cumhurbaşkanını halka seçtiririm" demişti ya...
Bu ayaküstü verilmiş kararı gerçekleştirmek için -aynen türban olayında MHP’nin desteğini aldığı gibi- Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun "Biz de zaten cumhurbaşkanı halk tarafından seçilsin diye iki yıl önce önermiştik" türü laflarına güvenmişti ya...
Onun ardından Anayasa’nın Cumhurbaşkanı seçimini düzenleyen maddelerini değiştirmişti ya...
Ancak o sıradaki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer konuyu halk oylamasına götürmeye karar vermişti ya...
Halkoylamasından önce yapılan genel seçimde Adalet ve Kalkınma Partisi yüzde 46.7 oy alınca Sayın Başbakan daha önce verdiği "Cumhurbaşkanını uzlaşma yoluyla seçeceğiz" türü laflarını unutmuştu ya...
O kızgınlıkla çıkarttığı yasada "Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilecek, görev süresi 5 yıl olacak, gerekirse bir 5 yıl için daha seçilebilecek" denirken bunların 11’inci Cumhurbaşkanı için de uygulanacağı emredilmişti ya...
Ancak seçimden sonra Abdullah Gül TBMM tarafından 11’inci Cumhurbaşkanı olarak seçilince, "Şimdi yeni bir 11’inci Cumhurbaşkanı mı seçeceğiz?" türü acaiplik ortaya çıkmıştı ya...
İşte bu hukuk skandalını ortadan kaldırmak için Meclis’ten yeni bir yasa geçirilerek ve bir önceki yasanın "11’inci Cumhurbaşkanı seçiminde uygulanacağına" ilişkin hüküm lağvedilmişti ya...
Tüm bunları anımsıyorsunuzdur. İşte o son yasanın Meclis tarafından kabulü ihtilaf konusu olmuştu. Çünkü "Cumhurbaşkanı halkoylamasıyla seçilir" diyen yasa henüz yürürlüğe girmeden onu değiştiren bir yasa çıkarılmış oluyordu. Yani ikinci bir hukuk skandalı daha yaşanıyordu.
Nitekim CHP bu skandalı Anayasa Mahkemesi’ne götürerek "TBMM yetkisi olmadığı halde yürürlüğe gidmemiş yasayı değiştirdi. Bu hukuka aykırıdır" dedi. Hatta onu demekle kalmadı, "TBMM’nin yaptığı işlemin yoklukla malül olduğunu" ileri sürdü.
İşte "zurnanın deliği" de orada "zırt" dedi.
Gerçi Anayasa Mahkemesi CHP’nin talebini kabul etmedi ama verdiği kararda, Anayasa Mahkemesi’nin karşısına "iptal"i bile yeterli saymamayı gerektiren bir husus çıkarsa "kurucu iktidar iradesinin hukuksal geçerliliği üzerinde daha ileri bir tartışma yapmak için, iptal nedenlerinden daha ağır bir hukuka aykırılığın varlığı zorunludur" dedi.
Bunun tercümesini mi istiyorsunuz?
Biz o sözleri "Anayasa Mahkemesi Anayasa’yla ilgili itirazları şekil yönünden inceler ama, eğer itiraza sebep olan konu Anayasa’nın temel felsefesine aykırı ise, gözünün yaşına bakmam, onu inceler karara bağlarım" diye anladık.
Umarız ilgililer de anlar.
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2008
ADALET ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) demokrasiyi, özgürlükçülüğü ve özellikle laik rejimi benimsediğine inanıp da kendisini "aldatılmamış" hisseden kaç kişi kaldığını merak etmeye başladık. <br><br>Son olarak, "liberal" geçinen kadronun yaşadığı şoku izliyoruz. Yeri gelince ona değiniriz. İlk örneği, bu partinin "özgürlükçü" bir programla kurulmasına çok katkıda bulunan eski Bursa Milletvekili Ertuğrul Yalçınbayır’da görmüştük.
Aradakileri atlayalım.
"Özgürlükçülük" konusunda değil, "ahde vefa" zemininde de AKP’ye ne ölçüde güvenilebileceğini önce yeni Ceza Yasası üzerinde anlaşan CHP, onun ardından da "türban" konusunda Devlet Bahçeli öğrendi. Nitekim Anayasa’nın 10 ve 42’nci maddelerini iki parti (AKP ile MHP) birlikte değiştirdiler ama sıra aynı "ahd"ın ikinci ayağı olan YÖK Yasası’nın ek 17’nci maddesine gelince ortaklık yürümedi.
Bahane olarak ne denirse densin, hiç önemi yok.
İddiaya göre, AKP’nin Meclis Grup Başkanvekilleri’nin 3’ünün de imzasıyla TBMM Başkanlığı’na verilen önerideki "Hiç kimse başının örtülü olması sebebiyle yükseköğrenim hakkından yoksun bırakılamaz ve bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkán verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir" ibaresinin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesinden korkuyorlarmış.
Korkunuz bu ise sormazlar mı?
"Anayasa Mahkemesi, önüne gelen yasaya laikliğe aykırı mı?" diye bakacağına göre, "laikliğe aykırı" sayılacağından kendinizin de kuşkulu olduğunuz bir hükmü yasaya koymaya neden çalışıyorsunuz?
Hani laikliğin teminatı hem Sayın Başbakan hem de onun başında olduğu siyasi iktidar idi?
Kendi taahhüdüne ihanet tertipleri peşinde koşana ne denir?
Fiyasko bu kadar aşikár hale gelince anlaşılan altında ezilmişler. Ankara’daki arkadaşlarımız o nedenle AKP’nin ek 17’nci madde konusunda yeni bir öneri hazırladığını bildiriyorlar. Buna göre maddede, "Kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkán verecek ve çene altından bağlanacak şekilde" örtünülmesini isteyen hüküm yerine "Kişinin yüzünü kapatan, kimliğin tanınmasını engelleyen, örgütsel bir amacı veya kamu düzenini bozmayı hedefleyen kıyafetler giyilemez" diyen bir hüküm konacakmış.
O zaman soralım:
Bu öneri üniversitelere kara çarşafla girilmesini önleyecek mi?
"Örgütsel bir amacı" kim nasıl saptayacak?
"Kamu düzenini bozmayı amaçlayan" kıyafet hangisidir?
İlk ve ortaöğretim okullarında ve kamu kurumlarında türbana -tabii çarşaf ve benzerlerine de- izin verilmesine karşı çıkan MHP bu öneriyle tatmin olacak mı?
Son bir nokta:
AKP’ye egemen zihniyetin gerçek yüzünü yeni yeni görmeye başlayan değerli liberal(!?)lerimiz bu son öneriyi kendi özgürlük anlayışlarıyla bağdaştırabilecekler mi?
Öyle ya... Türbana destek verip de çarşafa yahut örgütsel bir amaç taşıyıp taşımadığı belli olmayan bir kıyafete "hayır" demek, liberal kimliğe aykırı düşmez mi?
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2008
OLAY bir bakıma sembolik. Öteki açıdan bakınca da itiraf edelim ki nahoş! Doğrusu "önemli" denecek kadar da dikkat çekici. Önemli derken aklımızdan "Acaba buna benzer bir örnek anımsıyor muyuz?" sorusu geçti. Bu soruya verdiğimiz yanıt "hayır" oldu.
Bugün "Hürriyet"te okuyacaksınız:
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül -bir süredir uygulanan kamuoyuna şirin görünme kampanyası cümlesinden mi bilmiyoruz- devletimize uzun süre hizmet edip emekliye ayrılmış büyükelçilere bir jest yapmak istemiş.
Onları 22 Şubat 2008 tarihinde Çankaya Köşkü’nde düzenlenen bir törene davet etmiş. Törende bu eski büyükelçilere, üzerinde "Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi olarak yaptığınız katkılardan dolayı teşekkür ederim" ifadesinin yer aldığı küçük bir gümüş tabak hediye edilecekmiş. Sonra da Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile Müsteşar Ertuğrul Apakan’ın, emekli büyükelçileri yemekte ağırlaması planlanmışmış.
Lakin bu daveti alan 60’ı aşkın büyükelçinin yarıdan fazlası "davete katılmayacağını" bildirince tören programdan çıkartılmış.
Verilen bilgiye göre büyükelçilerden bir kısmı, "Başında kim olursa olsun, devletin en üst makamının davetine icabet edilir" anlayışından hareket ederek, çağrıya "evet" demiş. Ama katılmayanlardan bazıları, "Sayın Abdullah Gül’ü Çankaya Köşkü’nde görmeyi içine sindiremediği için" çağrıya "hayır" demişmiş. Kiminin o tarihte yurtdışında olmak gibi meşru mazereti varmış. Ama kimi de kendisine -yanlış anlamadıksa- Gül’ün Dışişleri Bakanlığı sırasında yapılan haksızlıklara tepkisini göstermek için çağrıyı reddetmişmiş.
Bu son kategorinin tavrını kesinlikle yanlış buluyoruz.
Yanlış buluyoruz, çünkü onlar Abdullah Gül’e değil, "devlete" hizmet veriyorlardı. O sırada hakları yendiyse devletin sağladığı "hak arama" yollarına başvurmaları gerekirdi. Her halükárda onlardan beklenen "darılmak", üstelik bunu hizmetten ayrıldıktan sonra dile getirmek değildi.
Ama büyükelçilik yapmış kişilerin öteki gerekçelerle başvurduğu protesto, sokaktaki 15-20 kişilik bir grubun protestosu ile eşdeğer değildir. Çünkü onlar hizmette iken doğruca hem Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni hem de o devletin başı sıfatını taşıyan Cumhurbaşkanı’nı temsil etmiş kişilerdir.
Bu nitelikteki insanların çoğu eğer Cumhurbaşkanı’nın çağrısını geri çeviriyorsa, ortada bizzat Cumhurbaşkanı’nın da "acaba bir yerde yanlış mı yaptık?" diye düşünmesini gerektiren bir durum var demektir.
O noktada karşımıza, "Bu Cumhurbaşkanı, bu Cumhuriyet’in kimliğine, temel felsefesine gerçekten sahip biri mi?" sorusu çıkmaktadır.
O soruyu kamuoyunu tatmin edecek şekilde yanıtlamak da, bu soruları çoğaltmak da Sayın Abdullah Gül’ün elindedir.
Gerçek şu ki Sayın Abdullah Gül’ün seçildiği tarihten bu yana izlenen performansı bu açıdan -çok açık söylüyoruz- tatmin edici değildir.
Buna rağmen kanımız o ki, doğru olan, "Devletin en üst makamından gelen davete icabet edilmesi gerekir" bakışıyla davete "Evet" diyenlerin hareket tarzıdır.
Çünkü "meşruiyetini" tartışamıyorsanız, size düşen devletin düzenine ve sembollerine saygı göstermek olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2008
ALMANYA’nın Ludwigshafen şehrindeki yangında 9 Türk’ün hayatını kaybetmesiyle ilgili olay henüz aydınlığa kavuşmadan bir ikinci ve bir üçüncü yangın Avusturya’nın başkenti Viyana’da meydana geldi.<br><br>Henüz onların da sebebi belli değil. Ama yoğunlukla Türklerin oturduğu 10’uncu bölgedeki Knöll Sokağı’ndaki iki yangın, 15 dakika arayla gece saat 23.30 sularında meydana gelir ve olay sonunda 7’si çocuk 17 kişi duman zehirlenmesi nedeniyle hastaneye kaldırılırsa, "Yeni bir Solingen mi? Yeni bir Möln olayı mı?" diye düşünmeye mecbur olursunuz?
Biliyorsunuz 23 Kasım 1992 tarihinde Almanya’nın Mölln kentindeki Mühlenstrasse’de Türk bir ailenin oturduğu evin kundaklanması sonunda Aslan ve Yılmaz ailelerine mensup 5 kadın yanarak ölmüştü.
İkinci unutulmaz facia da Almanya’nın Solingen kentinde 29 Mayıs 1993 gecesi meydana gelmiş, 4’ü henüz çocuk ve genç kız, biri 27 yaşında kadın olmak üzere 5 insanımız yaşamını yitirmişti.
Belirtmeye değer ki Alman adaleti Mölln faillerini ömür boyu hapse mahkûm etmişti. Solingen olayının faillerinden ikisi bu ayın başlarına kadar hapisteydi. Diğer ikisi "iyi hal" nedeniyle serbest bırakıldı.
Şimdi Ludwigshafen’in çözülmesini beklerken Viyana’da meydana gelen olaylar, o ülkelerde yaşayan Türklerin yeterli güven içinde olmadıklarını anlatmaya yeter sanıyoruz.
Zihinlerdeki endişelerin çabuk yeşermesinde ve soru işaretlerin giderek büyümesinde, bu ülkenin yakın geçmişine ilişkin bilgilerin elbet önemli tesiri var.
Herhalde Adolf Hitler’in o iklimde yetişmiş olduğunu anımsatacak kadar geriye gidecek değiliz. Ama onun çağdaş bir takipçisi olarak algılanan görüşlerin halen aktif olduğunu da herkes kadar biz de biliyoruz.
O nedenle özellikle Avusturya’daki olaylar -son iki yangında itfaiyenin gösterdiği büyük çabaya rağmen- biraz daha kaygı verici görünmektedir. Çünkü Türkiye’ye ve Türklere sadece Kertner Strasse’nin kendini beğenmiş Avusturyalıları değil Avusturya hükümetinin de yukarıdan baktığı yaygın olarak bilinen bir gerçektir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasını Avusturya’nın hem kendisi hem de Avrupa açısından bir kábus gibi gördüğünü ortaya koyan politikaları bunun kanıtıdır.
Avusturya bir bakıma "siyasal bencilliğin" kurumlaştığı bir yerdir. Üstelik bu bencillik, "terörle mücadele" konusunda altına imza attıkları antlaşmalardan doğan hukuki ve ahlaki yükümlülüklerini gözardı etmelerine yol açacak kadar güçlüdür.
Bunu bize son olarak PKK’nın önde gelen yöneticilerinden Rıza Altun’u bilerek isteyerek Viyana’dan Kuzey Irak’a kaçırmakta sakınca görmemeleri söyletiyor.
Bizimle bağlantısı olmasa da bu ülkeyi yönetenlerin, başka terör olayları veya teröristlerle ilgili sınavlardan da kötü not aldıklarını iyi anımsıyoruz.
Dileriz yakın bir gelecekte, zihinlerdeki kuşkuyu silen bir Avusturya’dan söz ederiz.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2008
DEVLET Bahçeli, Hürriyet’in "Anayasa’nın 10 ve 42’nci, YÖK yasasının 17’nci maddesinin değiştirilmesi için AKP ile MHP’nin mutabakat belgesi imzaladığını" bildirmesi üzerinden tam 12 gün geçtikten sonra, böyle bir belgenin varlığını ikrar etmeye kendini mecbur hissetti. Başlangıç için iyi...
Başlangıç diyoruz çünkü Sayın Bahçeli’nin kabul etmeye mecbur kalacağı gerçekler bundan ibaret değil.
Bir de Adalet ve Kalkınma Partisi ile mutabakata varmanın pek de öyle güvendirici bir şey olmadığını öğrenecek.
Üçüncü bir nokta daha var. Onu da söyleyelim:
Ayaküstü bulunan formüllerle sorun çözmeye pek meraklı olan AKP ile işbirliği yapınca işlerin çıkmaza girmesi ihtimalinin çok yüksek olduğunu deneyerek öğrenecek.
Bahçeli daha önce pek tepki gösterdiği "Mutabakat Belgesi"ni şimdi neden kabul etti?
Sırf Anayasa değişikliği ile yetinilirse "üniversitedeki türbanlı öğrencilere serbestlik getirelim" derken ilk ve ortaöğretim okullarıyla kamu kurumlarında da "türban, çarşaf vs."nin yaygın hale geleceğinden korktuğu için değil mi?
O belgeye uyulduğu takdirde YÖK yasasına "türbanın yüksek öğretim kurumlarındaki öğrencilerle sınırlı tutulmasını" sağlayan hüküm konacaktı.
Konuyor mu?
Konmuyor... Tam tersine, Başbakan Erdoğan’ın hukuki konulardaki sözcüsü gibi görünen AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Adana Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat dün düzenlediği basın toplantısında bu konu sorulunca aynen şöyle dedi:
"(YÖK yasasının ek 17. maddesinde türbanla ilgili değişiklik yapılmasını öngören öneri) Gelir, gelmez onu bilmiyorum. Geldiği zaman gelmiş sayılacaktır. Bu güzel bir mantıktır. Geldiği zaman gelmiş sayılacaktır. Şu anda yoktur. Bekleyelim görelim. Gelir mi gelmez mi, gelirse nasıl gelir, bunun dışında olmayan şeyler üzerinde fazla ahkam kesmek insanı yanılgıya götürür."
Gelmezse ne olur?
Bahçeli’nin korktuğu olur. Türkiye adım adım AKP’yi yöneten zihniyetin belirlediği çizgide şekil değiştirir.
Ama şimdilik kısa da olsa vakit var. Hele bir Cumhurbaşkanı önüne gelen Anayasa değişikliğini onaylasın ve yeni hükümler yürürlüğe girsin böylece AKP’nin müdanaası (minneti) kalmasın, sonra...
Böyle bir deneyimi CHP’liler geçen dönemde yaşadı. Aynen MHP gibi onlar da yeni Ceza Yasası yapılırken AKP ile konuştular, mutabık kaldılar. Yasa bu mutabakata uygun şekilde çıkarıldı.
Ama sonra AKP, "Kaçak Kuran kursu açanlara verilecek cezayı" belirleyen 263’üncü maddeyi CHP’nin itirazlarına rağmen değiştirdi. "6 aydan 3 yıla kadar hapis" diye belirlenmiş ceza sınırlarını, "3 aydan bir yıla kadar hapis"e çevirdi. Böylece kaçak Kuran Kursu açanlara veya açmak isteyenlere "Korkmayın, cezanız mecburen tecil edilir" güvencesini verdi.
Son nokta, "yalap-şap" bulunmuş formülün varacağı yer miydi? Onun ne anlama geldiğini de Anavatan Partisi ile AKP’nin Cumhurbaşkanlığı seçimindeki işbirliğini anımsayan görür.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2008
BİLİNÇALTINDAN yavaş yavaş su yüzüne çıkıyor. Biz de gazetelerde ve diğer medya organlarında gördüğümüz özellikle mayolu kadın resimlerinin aslında Başbakan Tayyip Erdoğan’ın lütufkár hoşgörüsü sayesinde yayınlanabildiğini o sayede öğreniyoruz. Siz de öğrenmek isterseniz Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dün sarf ettiği şu sözleri okuyunuz: "Gazetelerinizin baş köşelerinde bu toplumun ahlak değerleriyle tamamen ters düşen çırılçıplak kadın resimlerini siz basıyorsunuz, affedersiniz ilavelerinde her şey tamamen ortada, ne yapıldı, hangi müdahale yapıldı?"
Hemen ardından "yasa çıkarıp bunlara engel olma yetkisine sahip olduklarını" da şu sözlerle ifade ediyor:
"Bu konuda yasama, yürütme olarak yaptığımız, yapabileceğimiz bir şey mi var, yaptık mı? O zaman nedir bu feryat?"
Biz söyleyelim:
Yapmayı çok hem de çok istiyorsunuz. Çünkü gazetelerin birinci sayfasında veya eklerinde mayolu bir kadın fotoğrafı gördüğünüz zaman -aklınızdan çok muhtemelen "Ya Rab! Şu güzelliğe insan hayran olmaz da ne yapar?" türü sözler geçse de- "şeytan görmüş" gibi tepki gösteriyor ve hemen "ahlak zaptiyesi" rolüne soyunuyorsunuz. Bunun gereği olarak da söz konusu fotoğrafların yayınlanmadığı bir medya özlemini dile getiriyorsunuz.
Tıpkı havalimanlarındaki mayolu kadın reklamlarını yasaklattırışınız gibi.
Medyanın kullandığı bu tür resimleri ve cinsel konuları işleyen yazıları yasaklama fırsatını ele geçirebilirseniz onu da yaparsınız. O zaman da "Yüzde 46.7’lik çoğunluğun ahlak anlayışı bizden bunu istiyor" diyerek yaptığınıza meşruiyet kazandıracağınızı sanırsınız.
Ama aynı gün kendinizi -ikide bir sözünü ettiğiniz ama ne anlama geldiğini bilip bilmediğinizi henüz anlayamadığımız- çağdaş uygarlığın kapısı önünde bulursunuz.
Başbakan Erdoğan kendisinin ne kadar hoşgörülü olduğunu sadece "gazetelerin birinci sayfalarındaki mayolu kadın resimlerine ses çıkarmamakla" değil, "Allah aşkına kimin yaşam tarzına dokunduk?" şeklindeki sorusuyla ortaya koymaya çalışıyor.
Önceki günkü konuşmasında da aynı düşünceyi, "İstanbul’da Belediye Başkanı olduğum sırada da bu oyunu oynadılar. Orada 4.5 yıl Belediye Başkanlığı yaptım. Ne oldu? Hangi yaşam şekliniz değişti?" diyerek ifade etmişti.
"İnsanların yaşam şekli değişmedi" demek doğru değil, Doğru olan şu:
"İnsanların yaşam şekli sizin istediğiniz kadar değişmedi."
Nitekim partinize ait "1800 Belediye"nin ilk hedefi "o yöredeki içkili yerleri tedirgin etmek, ruhsat süresi biten yerlere yeni ruhsat vermemek, bitmeyenleri şehir dışına sürmek" değil miydi? İçişleri Bakanlığı’nın bu amaçla gönderdiği genelgenin kopardığı fırtınayı unuttunuz mu?
Belediyelerin ve partinizin sözünün geçtiği yerlere alkollü içki sokmadığınızı -böylece kimseyi rahatsız etmeden orada içki içme özgürlüğünü kullanmak isteyenlere karşı ayırımcı bir politika izlediğinizi- reddedebilir misiniz?
Her apartmana bir mescit açma projesi, insanların yaşam şeklini değiştirme çabanızın bir örneği değil miydi?
Siz de biz de biliyoruz ki, asıl programınız yapmaya henüz cesaret edemediklerinizdir.
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2008
TÜRKİYE’nin çeşitli yerlerinde tam 110 adet İmam Hatip Lisesi açan bir eski politikacı dostumuz, geçenlerde Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan duyduğu üzüntüyü ifade ediyordu.<br><br>Son zamanlarda kendisiyle görüşemediğimiz eski bir Milli Eğitim Bakanının da pek üzüntülü olduğunu dolaylı olarak işittik. Onun açtığı imam hatip lisesi sayısı 150 idi. İsmini vermediğimiz bu politikacıları biliriz. İyi insanlardır. Laik Cumhuriyete düşmanlık duyduklarını söylemek için hiçbir sebep yoktur.
Ama "Yapmayın. Türkiye’nin din adamı ihtiyacından fazlasını yetiştirecek kadar İmam Hatip Lisesi açmayın" diyenlere dudak büküyorlar, "Hiçbir şey olmaz!" diyerek bildiklerini okuyorlardı.
Dünkü Hürriyet’te 9’uncu Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel’in "Büyük ıstırap içindeyim" dediğini okuyunca kendisi gibi üzüntü içinde olan eski bakanları anımsadık.
Sayın Demirel’in duyduğu ıstırabın iki nedeni olduğu anlaşılıyor. Birinci sebep olarak "Demokratik Cumhuriyetin laiklik ayağının tartışma içine girmesini" söylüyor. İkinci neden olarak Anayasa’da yapılan değişiklik sonucu doğan "huzursuzluk ve bölünmeyi" gösteriyor. "Huzursuzluk ve bölünmenin önemi yoktur diyenin alnını karışlarım. Yarattınız. Bu hoş bir şey değildir. Istırap içerisindeyim. Fevkalade üzgünüm" diyor.
Şimdi üzülen eğer 1993 Mayıs ayından sonraki yani Çankaya’ya çıkmasını izleyen yılların Demirel’i ise, kanımızca üzülmeye hakkı vardır.
Ama ondan önceki 29 yılın Süleyman Demirel’inin şimdi üzülmeye hiç ama hiç hakkı olmadığı bir gerçektir.
Sayın Demirel yukarıda sözünü ettiğimiz bakanların Başbakanı idi. Onlara "Bırakın kardeşim, dinine, diyanetine bağlı evlatlar yetiştirmek isteyen vatandaş çocuğunu imam hatip lisesine göndersin" diyerek tam 327 adet imam hatip lisesi açtıran da Sayın Demirel idi.
İmam hatip liselerinin açılmasına değil, onların "meslek lisesi" olmaktan çıkartılıp genel liseler haline dönüştürülmesine karşı çıkanları azarlayan da şimdi "büyük ıstırap içinde" olduğunu söyleyen Sayın Demirel’den başkası değildi.
Siz "Ben memleketimde Müslümanların göğsünü gere gere Müslümanım demesini istiyorum" gibi çok masum görüntülü sözlerle oy toplamaya kalkarsanız sonu bu olur. Sizin açtığınız imam hatip liselerini de bir süre sonra başkası kendi partisinin "arka bahçesi" haline getirir.
Siz seçim meydanlarında kendinize Kuran’ı Kerim hediye ettirir, böylece "dine saygı" görüntüleri verirseniz, varacağınız yer bu "ıstırap" adresidir.
Siz "1924 Anayasası’nda devletin dini İslam yazılı" der, "Tevhid-i Tedrisat Yasasını" tartışmaya açarsanız, bugünkü sonuç nedeniyle ıstırap duymaya hakkınız olmaz.
Sadece Sayın Demirel’in değil, bir zamanlar "Turgut (Özal) Bey’den laikliğe zarar gelmez" diyenlerin ve kanıt olarak da Semra Özal ile kızı Zeynep Özal’ın yaşam tarzını gösterenlerin de şimdi "ıstırap" duyduklarını, sosyal ortamlarda karşılaştığımız zaman onlardan dinliyoruz.
Yıllarca söyledik, anlatamadık.
Şimdi yaşayarak öğrenecekler. Dileriz artık çok geç değildir.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2008
ANADOLU’nun çok deneyimin süzgecinden geçmiş bir sözü vardır, "Öğüdü veren ekmeği vermez" der. Onu biz "her tavsiye edilene inanma, kafanı kullan" diye anlarız.
Yabancı basının bizdeki son Anayasa değişikliği üzerine yazdıklarına ilişkin haberleri okuyoruz.
İspanya’nın önemli gazetesi El Pais, "Türkiye’deki laik devletin direklerinden biri olan üniversitelerdeki türban yasağı, parlamentoda kesin bir biçimde kırıldı" demiş, The New York Times ise "Dindar Türkler artık elitin bir parçası oldu. Kamu alanının nasıl paylaşılacağı gibi zor konular ortaya çıkacak" diye yazmış.
İyi de bunlar ve benzerleri laik Cumhuriyet’in temel taşı olan "Kemalizmi" ve onun kurduğu "ulus-devlet"i tasfiye etmek için yıllardır yazmadık ne bıraktılardı da şimdi üzüntü içeren haberler yayınlıyorlar?
"Komünizm ve faşizm çöktü, geriye 20’nci yüzyılın yarattığı ideolojilerden bir tek Kemalizm kaldı" diye müjdeler veren Süddeutsche Zeitung Gazetesi yazarı Wolfgang Kyodl ile hem Kemalizme (aslında Atatürk devrimlerine) hem de Türklerin bir "ulus-devlet" sahibi olmasına tahammül edemeyen Udo Steinbach isimli Türkiye uzmanı kimbilir son haberler nedeniyle ne kadar mutlu olmuşlardır.
Ama mesele onların dediğini yapmak değil, onların yanlış olduğunu görmek idi.
Şimdi bakalım "laikliğin beli kırılmış bir Türkiye" iyi mi kötü mü, hepimiz göreceğiz.
Aslında biz "beli kırılmış" diyoruz ama daha karamsarlara sorarsanız "laiklik öldü" bile.
Hoş MHP lideri Devlet Bahçeli’nin önceki gün TBMM Meclisi’nde 411 kişilik cemaat önüne düşerek kıldırdığı namaz eğer başka bir şey için değil idiyse, çok muhtemelen "laiklik öldü" diyenleri doğrulamak içindi.
Ondan daha hazini laikliğin mezarını kazma görevini de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin "Atatürkçü" olduklarını sandığımız kadın milletvekillerinin üstlenmiş olmalarıydı.
Şimdi son gelişmenin bu aktörlerinin bizi getirdiği noktadayız.
Ama buraya nasıl geldiğimizi anlayamazsak, bundan sonrasını göremeyiz.
Onu anlayabilmek için kanımızca konuya Başbakan Erdoğan’ın yıllar önce söylediği;
"Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, laiklik elden gidiyor. Yahu, bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu! Sen bunun önüne geçemezsin ki" cümlesini akıldan çıkarmamak gerek. Onunla birlikte 12 Mayıs 2007 tarihli TBMM AKP Meclis Grup toplantısında söylediği şu sözlere de bakmanız iyi olur:
"Bu Meclis’in duvarlarında yazan ’Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’ ifadesini iyi okuyunuz, iyi anlayınız: (...) Hiç kimse ama hiç kimse milletin hákimiyetine karşı, milletin egemenlik haklarına karşı kayıt ve şart ileri süremez, milletin verdiği oyu hafife alamaz, millet iradesini asla tartışmaya açamaz."
Erdoğan son olarak da Almanya’da "Özgürlüklerin yaşanması (bunun bildiğimiz özgürlük olmadığını unutmayın) noktasındaki her türlü engeli kaldırmak için adımlar atıyoruz. Hedefe er ya da geç ulaşacağız" dediğini unutmayın. Bu cümlenin anlamını bilirseniz, amacı da anlarsınız.
Yazının Devamını Oku