1 Şubat 2008
DİYELİM her şey Başbakan Tayyip Erdoğan’ın planladığı gibi yürüdü. Hatta üniversitelerin ikinci yarı yılında, başını "çene altı" formülüne göre bağlamış öğrencilere "buyurun" dendi. Öyle ya... AKP-MHP bunu "pek özgürlükçü" bir siyasi felsefeye sahip oldukları (!?) için yapmıyorlar mı?
Bu uygulamanın gerginliklere ve hatta yer yer olaylara yol açacağına ilişkin tahminler de tutmadı.
Bu varsayımı esas alalım ve "40 yıldır çözülmeyen bir meseleyi bir cümle çözen" Sayın Devlet Bahçeli’ye soralım:
Diyelim ki yarın yeni Hüsnü Tuna’lar, Fatma Şahin’ler çıktı. Onlar da "Üniversitelerdeki öğrencilere tanınan özgürlük, üniversiteden mezun olup kamuda görev almak isteyenlere veya halen kamu görevi yapıp da başını örtmek isteyen hanımlara tanınmalı" dediler.
Hatta onlar değil, şimdi destek verdiğiniz Başbakan Tayyip Erdoğan bu fikrin savunucusu olarak ortaya çıktı ve artık Anayasa’yı da değil, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nu değiştirerek bu "özgürlükçü"(!) talebi yerine getirmeye kalktı..
Siz buna karşı durabilecek misiniz?
Yasa değişikliği sadece AKP oylarıyla yapılabileceğine göre, karşı dursanız neye yarayacak?
Gelelim üniversitelere:
Özgürlük "türbanlı" öğrencilere tanınır da öteki öğrencilere tanınmaz mı?
Onlardan bazıları yarın Rektörün yahut Dekanın karşısına çıkıp "Hocam biz özellikle başı açık kız öğrencilerle aynı sınıfta okumak istemiyoruz. Onları görünce derse konsantre olamıyoruz" dediler. Öyle ya... İçinde şiddet içermeyen bir talep bu.
Hatta başı örtülü kız öğrencilerden bir kısmı gelip, "Erkek arkadaşlarımızın talebi yerindedir. Biz de doğrusu onlarla aynı sınıfta okumayı inançlarımıza aykırı buluyoruz. O nedenle sınıflarımızın ayrılması doğru olur" dediler.
Buyurun kimsenin ötekinin özgürlüğüne tecavüz etmediği hatta "konsensüse" dayalı bir istek.
Kabul edilsin diyecek misiniz?
Hemen, "Yok daha da ne?" demeyin. Unutmayın ki sayenizde, daha önce bizim de "Yok daha da ne?" dediğimiz günleri yaşıyoruz.
Bunları her binada mescit açılması, lavaboların abdest almaya uygun hale getirilmesi, binalardaki pisuvarların sökülüp alaturka tuvaletlerin konulması istekleri izleyecek.
Karşı çıksanız ne işe yarayacak?
Daha ilköğretim ve ortaöğretim okullarına gelmedik. Madem ki "buluğ" çağına gelen kızların "kadın" için konulmuş kurallara uymaları gereklidir. Onlar gündeme gelince durdurabilecek misiniz?
Daha şimdiden üniversite hocaları, "Başındaki örtüyle sınava giren kız öğrenci kulağına cihaz takıp istediği kadar bilgiyi dışarıdan alabilir ve kopya çekebilir" diyor. Buna bir çareniz var mı?
Türban yasağına karşı olan Ergun Özbudun bile, karşısına çıkan ihtimaller nedeniyle ürktü ve "Bari başı açık öğrencileri koruyacak yasal bir güvence getirin" diye feryat etmeye başladı.
Daha çok soru var ama bırakın onları, bu talebi yerine getirecek bir yanıtınız var mı?
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2008
Bıkmayan kalmadı ama belli ki bu "türban" davası bir süre daha baş ağrıtmaya devam edecek. Şimdi bu konuyu "çözme" iddiasındaki iki partinin hazırladığı formülü biliyoruz. Buna ilişkin itirazlardan da üç aşağı beş yukarı haberimiz var.
Biz artık onları değil, getirilen bu formüller aynen yasalaşırsa önümüzdeki günlerde ne olabilir, ona değinmek niyetindeyiz.
Tartışılmayacak kadar açık olan husus şu:
Anayasa’nın 10 ve 42’nci maddeleri değiştirilir, onun ardından YÖK yasasının ek 17’nci maddesine konan "Çene altından bağlanmış başörtüsüyle üniversitede öğrenim görmek serbesttir" anlamındaki hüküm yürürlüğe girerse, bunu hem CHP hem de DSP, Anayasa’nın "laiklik" ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne götürecekler.
Anayasa Mahkemesi’nin daha önce bu konuda verdiği kararları dikkate alınca söz konusu hükmün iptal edilmesi ihtimali güçlü görünüyor. Çünkü Fikret Bila’nın dünkü Milliyet’te yazdığı gibi, bu hüküm Anayasa Mahkemesi’nin 1989’da iptal ettiği:
"Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarda çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur. Dini inanç nedeniyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbestir" hükmünden sadece son cümlede farklıdır. Gerçi tartışmaların özünde hep "türban" ve "dini inanç" kavramları geçmektedir ama, Anayasa Mahkemesi’nin bir yasayı incelerken onun bütününü göz önünde bulundurduğu, konuya yasanın amacı ışığında baktığı bilenen bir husustur.
Ama asıl önemli olan, bazı -belki de birçok- hukukçunun, "Anayasa değiştirilir, türbana izin oradaki yeni hükümle sağlanırsa Anayasa Mahkemesi bir şey diyemez. Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’da yapılan değişiklikleri ancak ’şekil’ yönünden inceleme yetkisi vardır" şeklinde özetlenebilecek görüşünün yerinde olup olmadığıdır.
Konuyu Anayasa hukukunun tanınmış uzmanlarıyla konuştuk. Özetleyebileceğimiz görüş şöyle:
"Anayasa Mahkemesi’nin sadece şekil yönünden inceleme yetkisi olduğunu ileri sürenler, Anayasa’nın değiştirilemeyen ve değiştirilmesi önerilemeyen ilk üç maddesinin etkisini ve önemini görmüyorlar. Bir Anayasa değişikliği şeklen tüm koşullara uyularak kabul edilmiş olsa bile, o değişikliğin, Cumhuriyet’in şeklini belirleyen laikliğe, demokratikliğe ve sosyal hukuk devleti niteliğine aykırı olduğu iddia ediliyorsa, Yüksek Mahkeme, ’Oy sayısı tutuyor, iki kere müzakere koşulu yerine getirilmiş. Binaenaleyh bizim yapacağımız bir şey yok’ diyemez. Bence dememesi lazım. Çünkü Yüksek Mahkeme’nin verdiği pek çok kararda, bu temel ilkeleri korumanın öncelikli bir görev olduğu ve tüm kuralların önüne geçtiği belirtilmiştir. Kaldı ki birçok bilim adamı da bu görüşü savunmuştur. O nedenle temel ilke olan laikliğe aykırı bir Anayasa değişikliği, iptal bile değil, ’yok hükmünde sayılmak’ gerekir."
Yok hükmünde (eski deyimle "ke’en lem yekun") saymanın sonucu, o konunun "iptal"i bile gerektirmeyecek kadar hukuk sistemine aykırı sayılması demektir.
Anayasa Mahkemesi’nin böyle bir yetkisi yok ki diyenler de görüşlerini söylesinler.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın aradığı "sihirli cümle", gazete haberlerine bakarsanız bulundu:<br><br>Üniversitelerde türbanı serbest bırakabilmek için Anayasa’nın 10’uncu maddesi ve 42’inci maddesi değiştirilecekmiş. Bir de 2547 sayılı YÖK yasasının ek 17’nci maddesi yeniden düzenlenecekmiş. Biz kaç defa bu sütunda dedik ki, hangi formülü bulursanız bulun, ya istediğiniz sonucu alamayacaksınız yahut da getirdiğiniz formülün sonuçları altında kalacaksınız.
Dinlemediler. Zaten Başbakan Tayyip Erdoğan dün partisinin Meclis Grubu’nda kimseyi dinlemediğini ve dinlemeyeceğini açıkça beyan etti.
Ehh. Ne yapalım. Bundan sonra bize "Allah selamet versin" demek kalıyor.
Ama iş orada bitmiyor.
Getirildiği ileri sürülen formüller yarın öbürgün Anayasa ve Yasa maddesi olarak karşımıza çıkınca, bu ülkede sadece Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli yaşamayacak. Biz yani onlar gibi düşünmeyenler de varız ve biz de yaşayacağız.
O nedenle getirdikleri formül karşısında "Ne haliniz varsa görün" diyerek kenara çekilecek değiliz. Gördüğümüz, bildiğimiz ne ise onu söyleyeceğiz.
Örneğin baştan ifade edelim:
Anayasa’nın 10’ncu maddesi MHP’nin zoruyla ne bir şey ilave eden ne bir şey çıkartan boş laf ilavesiyle değiştiriliyor. Sözde böylece "kamu hizmetlerinden herkes eşit şekilde yararlanacak"mış.
42’nci maddesinin "Kimse eğitim ve öğrenim hakkından yoksun kılınamaz" şeklindeki birinci fıkrasına, "Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkından mahrum edilemez" koşulu eklenecekmiş.
Burada sözü edilen "kanun" da, YÖK yasasında yer alıyor ve yeni getirilen madde ile sınır şöyle çiziliyor:
"(...)Hiç kimse başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz ve bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkan verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir."
Bu düzenleme yasalaşırsa, "türban" yahut onun çene altından bağlanmış şekli üniversitelerden dışarı taşmayacakmış. Üniversitelere de çarşaf, burka, peçeyle girmek de mümkün olmayacakmış.
O zaman soralım:
Gelecek yıl yapılacak yerel yönetim seçiminde türbanlı hanımlar aday olur seçilirse ne yapacaksınız? "Belediye Başkanı türbanlı olamaz" mı diyeceksiniz yoksa sineye mi çekeceksiniz?
Sineye çekerseniz "Hani kamu kurumlarında hizmet verenlere yasak koymuştunuz?" denmez mi?
İkincisi... Yukarıdaki formülde "çarşaflı" (ama yüzü açık) öğrenciyi engelleyen ne var?
Üçüncüsü... Üniversiteden türbanla mezun olmuş kişiyi kamu hizmetine almamaya gücünüz yeter mi?
Dördüncüsü... Daha şimdiden ilk ve ortaöğretimde türbanı engelleyemiyorsunuz. Bu düzenleme çıkınca nasıl baş edeceksiniz?
Beşincisi... Bu düzenleme Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince ne yapacaksınız?
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2008
SAYIN Başbakan, Sözün başında belirteyim ki bu "açık mektubu" yazarken, sonuç alabileceğimden umutlu değilim. O nedenle üzgünüm. Ama bildiğimi, gördüğümü bir kere daha dile getirmezsem hem ulusumuza hem de mesleğime ve kendime karşı görevimi yapmamış hissedeceğim. Gerisini sizin takdirinize bırakıyorum. Umarım "boşuna umutsuz olmuşum" dedirtirsiniz.
Sayın Başbakan,
Ne kadar "şımarmadığınızı" söyleseniz de, seçimin ertesi sabah bu sütunda çıkan yazımda ifade ettiğim kuşku gerçekleşti ve siz maalesef Demokrat Parti liderlerinin 1954 seçimi ardından düştükleri ruh haline düştünüz. O örneğe bakarak ve en içten duygularla söylüyorum:
Gidişinizi ne hayırlı buluyorum ne de isabetli.
"Seçim zaferi" havasıyla tuttunuz Anayasa’yı baştan sona değiştirme projesini ortaya attınız.
Ne kadar "uzlaşmacı" görünmeye çalışsanız da "dayatmacı"lığınızı saklayamadınız.
Cumhurbaşkanlığı konusunda "uzlaşmacı" olacağınızı açıkça taahhüt ettiniz. Sözünüzü tutmadınız. Kendi oyununuza düştünüz. Ve neticede Sayın Abdullah Gül’ü Çankaya’ya oturttunuz.
Onu uzun vadede, daha öncekilerden çok daha vahim sonuçlar verecek son atılımınız izledi:
"Velev ki siyasi simge sayılsın" sözleriyle başlayan cümleniz, üniversitelerde türbanın serbest bırakılması tartışmasını gündemin ortasına oturttu.
Arı kovanına çomak soktunuz. Bunu hem de en acemice ve en yanlış şekilde yaptınız.
Sayın Başbakan,
MHP’nin de desteğiyle bu isteğinizi gerçekleştirecek sayıya sahipsiniz. Anayasa’nın, ilk üçü hariç istediğiniz maddesini değiştirebilirsiniz. Sonunda, "Amaca ulaştım. Beni iktidara getiren insanlara karşı sözümü tuttum" da diyebilirsiniz.
Ama onu dediğiniz anda Türkiye’nin başına umulmadık sorunlar yaratacağınızı size söylüyorum. Sizi dostça duygularla ve içtenlikle uyarıyorum. Kapısını aralayacağınız sorunların altından ne siz kalkabilirsiniz, ne parti, hatta korkarım ne de Türkiye kalkabilir.
Bakınız daha siz "türbanı üniversitelerde serbest bırakmanın formülünü" bile bulamadınız. Hoş hukuk düzeyinde zaten öyle bir formül bulamayacaksınız. Ama daha siz formül ararken kendi partinizin Konya Milletvekili Hüsnü Tuna, "Türban takmak isteyen kamu görevlileri de serbest olmalı" çıkışını yaptı.
AKP Gaziantep Milletvekili ve Kadın Kolları Başkanı Fatma Şahin, "Adım adım gitmek lazım. Eğitim hakkının verilmesine ilişkin adım atılmadan, kamuda çalışanların tartışmasını yaparsak, eğitim hakkı da çözümsüzlüğe gider" dedi.
Partinizin Isparta Belediye Başkanı, "türbanlı belediye başkanı" özlemini dile getirdi.
Bu yolu bir kere açınca bir daha durduramayacağınızı bilmiyor musunuz? Onun sonunun sadece sizin için değil, hepimiz için felaket olacağını görmüyor musunuz? Sizin hiç mi dostunuz yok?
Saygılarımla.
Oktay Ekşi
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan bindi bir "alamete"... Lafın gerisini orijinaline uygun tamamlamaya niyetli değiliz. Çünkü "kıyamete" ne kendisinin gitmesini istiyoruz ne de ülkeyi götürmesini. Lakin istememek yetmiyor. Yaşanmışların, denenmişlerin karşımıza çıkardığı "Türkiye’nin önündeki on-on beş yılla ilgili yol haritası" var:
Bizden önce bunu yani "dini siyasete alet etme" olayını Pakistan yaşadı.
Değişik şekillerde olmak kaydıyla Mısır, Malezya ve Cezayir yaşadı. En radikalini de İran ile Afganistan yaşadı.
Bu deneylere bakarak söyleyebileceğimiz tek şey var:
Bu yol haritası bizi sadece çıkmaza götürür.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, "türbanı üniversitelerde serbest bırakmak" amacıyla başlattığı cihat bağlamında dün Anayasa Hukuku Profesörü Ergun Özbudun’la görüştüğü bildiriliyor.
Daha önce de partisinin bazı "hukukçu" milletvekilleriyle görüşmüştü.
Aynı habere göre Erdoğan getirilecek formülün "sadece üniversitelerde türban kullanmak isteyenlerin önünü açması, ilk ve ortaöğretim okullarıyla devlet dairelerinde buna izin vermemesi", pek sevdikleri deyimle "talimatını" vermiş.
Anlaşıldığına göre MHP’lilerle birlikte problemin "üniversitelerle ilgili kısmını" çözmüşler ama henüz "kamu kurumlarında çalışanların" ve "ilk ve ortaöğretim kurumlarındaki öğrencilerin" türban takmasına engel olacak formülü bulamamışlar.
Daha önce de yazdık. İster "üniversite"de, ister örneğin "kamu kurumlarında" serbest bıraksınlar. Bunun için istedikleri formülü bulsunlar, hiç fark etmez. Daha doğrusu "hukuk" platformunda işe yaramaz. Döner dolaşır Anayasa’nın değiştirilmesini teklif dahi edemeyecekleri ikinci maddesine çarpar ve tuzla buz olur.
"Velev ki... biz hata ediyoruz" yani "üniversitelerde serbest bıraktılar ama yasağı onun dışında sürdürdüler."
Bir kere bu kapıyı açınca bir daha kapatma imkánı bulamazlar. Birkaç seneye kalmaz, "özgürlükse herkes için özgürlük" diyenlere direnemezler.
Sayalım ki direndiler. O takdirde karşılarına, "Biz daha özgürlükçüyüz. Biz o yasağı da kaldıracağız" diyen daha radikal siyasetçiler çıkar.
Bu aşamada ya direnir seçimde yenilirler ya direnmez ödün verirler. Zaten o zaman laik Türkiye biter.
Hani birkaç ay önce "Türkiye, Malezya mı olacak?" diye tartışılıyordu ya...
Tren bir kere o rayda gitmeye başladıktan sonra istasyonlardan birinde Malezya, ötekinde Pakistan veya Mısır yahut İran yazmış fark etmez.
Nihai adres "şeriat devleti"dir.
Tabii biz bunları yine de "ben laik değilim ama laik sistemi korumakla görevliyim" diyen Başbakan Tayyip Erdoğan’ın sahiden o görevi yerine getirmek istediğini varsayarak yazıyoruz.
Ama "Ben o sözü mecburen söylüyordum" diyorsa, bindiği "alamet" onu nereye götürürse oraya gider.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2008
YAZININ sonuna koyduğumuz "not" yüzünden yeterince yerimiz yok. O nedenle bazı konuları kısa kesmek durumundayız. Önce belirtelim:
Sayın Başbakan çok sıkıldığı medya eleştirilerinden kurtulmanın çaresini sonunda buldu galiba...
Günde birkaç konuşma yapınca isteseniz de her konuya yetişemiyorsunuz. Yetişemedikleriniz de "eleştirilmeyecek kadar sağlam"mış gibi duruyor.
Örneğin bir gün, kendisini bir sözü nedeniyle davacıya 3 kuruş tazminat ödemeye mahkûm etti diye mahkemeye çatıyor. Ertesi gün "Velev ki siyasi simge olsun" diye başlayan "unutulmaz" çıkışıyla, bir tarihte "çıkardık" dediği eski gömleğiyle arz-ı endam ediyor. Onu "herkes konumunu bilsin" diyerek Yargıtay Başsavcısı’na, "İşleri güçleri başörtüsü" diyerek "türban" konusunu ele alan medyaya; "Orduya akıl verme!" diyerek bir rektöre çıkışı izliyor.
Sonra "eski gömleği" ile tekrar görünüp, modern Türkiye’ye kimlik kazandıran "Devrim yasalarını" yok sayıyor. "Milletin kılık kıyafetine sen ne karışıyorsun?" diyor.
Olayları ve ülkenizi o açıdan görmeye başlarsanız elbet gerisi gelir. Nitekim onu, Mehmet Akif Ersoy’un meşhur dizelerinden aldığı "Biz maalesef Batı’nın ilmini değil değerlerimize ters düşen ahlaksızlıklarını aldık" sözleriyle sürdürüyor.
Şimdi siz siz olun, bunlardan hangisini ne zaman ele alıp da "görüşlerinizin şu tarafı doğru, bu tarafı yanlış" deyin bakalım.
O nedenle dedik, Başbakan eleştirilerden kurtulmanın çaresini buldu diye...
Bu sözlerimizi şaka diye de alabilirsiniz, ciddi de bulabilirsiniz. Fark etmez. Asıl önemlisi, "eleştiriye katlanmaktan başka çare olmadığı"dır.
Nitekim bu yoğun trafik arasında yeni ve önemli bir gelişme de -eğer üstünde duracak kadar fırsat doğmazsa- kaynayıp gidecek. Şimdilik sadece dikkatinizi çekmekle yetinelim:
AKP’nin Hüsnü Tuna isimli Konya Milletvekili, "hedeflerinin türbanı kamusal alanda da serbest bırakmak olduğunu" söylemiş.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu sözlere ne tepki verdiğini izleyin bakalım... Sayın Abdullah Gül’ün "Gizli gündemimiz yok" diyerek kamuoyuna verdiği sözler doğru mu imiş görürsünüz.
Not: 7’nci Cumhurbaşkanımız Kenan Evren bu sütunda önceki gün çıkan yazımız nedeniyle bize tarizde bulundu. 23 Ocak 2008 tarihli yazımızdaki, "İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarına kız öğrencilerin kabul edilmesi" ve bir de "Kur’an okuma" dersinde "kız öğrencilerin başlarını örtmelerine izin verilmesi" kararlarının 12 Eylül döneminde verildiğine ilişkin ifademizin gerçeğe aykırı olduğunu söyledi. Sayın Evren’in telefonu üzerine yanlış yazıp yazmadığımızı tekrar irdeledik. Kız öğrenciler bu okullara önce 1960’larda alınmış ama 1972’de onlara yasak konmuş. Sonra bir velinin başvurusu üzerine Danıştay bu yasağı iptal etmiş. Böylece kız öğrenci kabulü 1976’da başlamış. Başörtüsü ise, okullarda fiilen çok yaygınlaşınca 12 Eylül yönetimi Aralık 1981’de buna sırf "Kur’an dersinde olmak kaydıyla" izin vermiş. Kısaca hafızamız bizi yanıltmış. Hem bu bilgiyi düzeltiyoruz hem de Sayın Evren’den ve okuyucularımızdan özür diliyoruz. O.E.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2008
TÜRKİYE'yi resmen ziyaret eden son Yunan Başbakanı'nın, bugünkü Başbakan Kostas Karamanlis'in amcası Konstantin Karamanlis olduğunu Türk basını çok vurguladı. O ziyaret üzerinden 49 yıl geçmiş.
İkisi de "barış"tan, "dostluk"tan dem vuran iki komşu ülke hesabına çok ayıp doğrusu.
Ayıbı söylerken, bunda kimin daha çok payı olduğunu da tarafsız bir anlayışla ifade etmek lazım:
Bu ayıbın yüzde 90'ı Yunanistan'a, daha doğrusu oradaki politikacılara aittir.
Sebebi de, Türkiye'yi ve Türk halkını kendisine düşman sanan -aslında kendi iç dünyasındaki düşmanca duyguları yansıtan- Yunanlı politikacıların yıllarca ve ısrarla sürdürdüğü "Türk düşmanlığı" sömürüsüdür.
Bu sömürü Makarios ve Grivas'ın 1955'ten sonra Kıbrıs'ta açığa çıkardıkları "Türk düşmanlığı" kampanyasından güç almış, Yunanistan'ın 1960'lı yıllardaki Başbakanı Yorgo Papandreu (dede) tarafından benimsenmiş, Albaylar Cuntası'nın Makarios'u devirip Kıbrıs'a el koyma teşebbüsüyle zirveye ulaşmış, Andreas Papandreu'nun (oğul) başbakanlığı zamanında ise iyice çığırından çıkmıştır.
Türk ve Yunan halklarının káh iç içe yaşadıkları, káh kanlı bıçaklı oldukları dönemlerden bugüne geldikleri herkesin bildiği bir şeydir. Türk ulusunun kendi bağımsızlığı için Yunan ordularına karşı savaşmak zorunda kaldığı da çok eskilerde kalmış bir tarih olayı değildir.
Buna rağmen Türk halkı ve Türkiye'deki politikacılar açısından "Yunan düşmanlığı" diye bir mesele yoktur.
Taa ki Türkiye'yi hálá kendi hayallerinin Yunanistan'ı içinde gören bir fanatik ortaya çıkmasın.
Ne yazık ki bunların sayısı Yunanistan'da hálá hayli yüksektir. Bunlar İstanbul'a "İstanbul" demeye bile razı olamazlar. Onlar için "İstanbul" hálá Constantinopolis'tir.
Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis'in dün Büyük Atatürk'ün manevi huzurunda saygı duruşunda bulunduktan sonra şeref defterine yazdığı:
"Atatürk, Venizelos ile birlikte, geçmişteki çatışma ve trajedilerin, iki halkın çıkarına olan daha iyi bir geleceği barış ve işbirliği içinde kurma gayretlerine engel teşkil etmesine izin vermeyen siyasi cesarete, iradeye ve vizyona sahiptiler" şeklindeki yazıyı okuyunca, içimizden "Vah vah!" demek geçti.
Bu kadar kuru, bu kadar ürkek bir yazı, bu kadar bir şey demeden bir şey demiş gibi davranma hali Kostas Karamanlis'e hiç yakışmadı.
Demek Yorgo Papandreu'nun (torun) dedesine ve babasına rağmen "Türk-Yunan dostluğu gereklidir, önemlidir" politikasını benimsemesinden de ders almamış. Kendi amcasının iki ülke ilişkilerini geliştirmeye verdiği önemin de farkına varamamış. O yüzden olacak, içtenlik içeren, ufuk açan, cesaret isteyen bir şey söylemekten kaçınmış.
Bu ziyaretle ilgili asıl değerlendirmemizi Karamanlis'in ziyareti bitip sonuçları ortaya çıkıncaya kadar erteleyeceğiz. Ama ilk izlenimler değişmeyecekse, keşke bir 49 sene daha bekleseydi diyeceğiz.
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2008
BUNCA yıldır "türban"la yatıp "türban"la kalkıyoruz. Konuyu "hukuk" yoluyla yani yargının verdiği nihai kararlara uygun şekilde çözmeye, "hukuka çok saygılı" geçinen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı izin vermiyor. AKP iktidarının yargıyla başı hoş olmadığı için bu tavrını anlayışla karşılayabilirsiniz.
Lakin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarını da beğenmiyor. Çözümü onun dışında aramak istiyor. Bir başka deyişle "yargıyla değil yasayla" diyor.
O yol bizi çıkmaza mı götürür, huzura mı göreceğiz.
Biz onu beklerken bu konunun en önemli üç aktörünün son günlerde gazetelerde çıkan beyanlarına değinmek istiyoruz.
Biliyorsunuz bunlardan biri -en belirleyicisi- Sayın Kenan Evren’dir. Daha doğrusu bu meselenin tohumu 12 Eylül döneminde "imam hatip liselerinin orta kısımlarına kız öğrencilerin kabul edilmesi" kararı verildiği gün atılmıştır.
Onu, "okulda Kur’an okunurken kız öğrencilerin başlarını örtmelerine izin verilmesi" izlemiş. Bu izin -bekleyeceğiniz gibi- fiilen "kız öğrencilerin başlarını öteki saatlerde de örtmelerine göz yumulması" anlamına gelmiştir.
Ortaokul ve lise çağındaki öğrencinin okulda başını örtmesine izin verirseniz, o öğrenci liseyi bitirdikten -üstelik 18 yaşını geçtikten- sonra sizin gücünüz onun başını açmasına yetebilir mi?
Nitekim yetmedi. O kız öğrenciler, yükseköğrenim kurumlarına da başı örtük şekilde devam etmek isteyince, bugün hálá çözemediğimiz problem somut olarak karşımıza çıktı.
Bunu çözmek amacıyla ikinci aktör İhsan Doğramacı’nın bulduğu "türban" formülü gördüğünüz gibi işe yaramadı. Sayın Kenan Evren’in, "bari bone gibi bir şey taksınlar" türü tavsiyesi sonuç vermedi.
Ve konu Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde ANAP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Keçeciler’e havale edildi. Üniversite çağındaki başı kapalı kız öğrenciler 2 Ocak 1987 günü Mehmet Keçeciler’e çok muhtemelen "önceden senaryosu yazılmış" bir ziyaret yaptılar. Basının da huzurunda ANAP’tan "Bu zulme son verilmesini" istediler.
Mehmet Keçeciler de -sanıyoruz Özal’ın talimatıyla- kızlara, "Sizler birer mücahitsiniz. Biz sizin yanınızda olacağız ve bu zulme en kısa zamanda son vereceğiz" türü sözler söyledikten sonra, bir yandan "tahriklere kapılmamalarını" tavsiye etti, öte yandan da "Bu bir Anayasa meselesidir. Meclis’te yeterli çoğunluk sağlanırsa gerekirse YÖK de kaldırılır" dedi (3 Ocak 1987, Bulvar)
Böylece "türban" meselesi, "siyaset" dünyasının konusu oldu.
Siyaset "din"le bağlantılı bir konuya el atınca ne olacaksa, o tarihten bu yana Türkiye’de de o yaşandı.
Zaten konunun en kritik noktası da "türban"ın orada giyilmesi, burada giyilmemesi değil, "din" bağlantılı bir kavramın siyaset dünyası tarafından istismar edilip "oy" amacıyla kullanılmasıdır.
Bizim temel sorunumuz o nedenle "türban" değil, "dinin siyasete alet edilmesine nasıl engel olabiliriz?" sorusuna verebileceğimiz yanıttır. Ona yanıt bulamazsak türbanı çözsek bile bir sonrakini çözemeyiz.
Yazının Devamını Oku