23 Ocak 2008
ADETİMİZDİR günlük yaşamımızda çok önemli sonuçlar verecek yasalar düzenlenirken ilgilenmeyiz. Sanki Hotanto halkını ilgilendiren bir konu tartışılıyormuş gibi boş gözlerle bakarız. Ama iş işten geçtikten sonra gerçeği görür, feryat etmeye başlarız:
Örnek çok ama sadece iki buçuk senedir yürürlükte olan 5287 sayılı yeni Ceza Yasası olayı ne dediğimizi anlatmaya yeter.
Görüyorsunuz sadece 301’nci maddeyi bile hálá düzeltemediler.
Şimdi de benzeri bir tehlikeyi, 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun yerine konulmak istenen yeni tasarı nedeniyle karşımızda hissediyoruz.
Ankara’daki arkadaşlarımız yeni tasarı -daha doğrusu bu aşamada ona taslak demek lazım- bugünkü haliyle yasalaşırsa "Alkol, tütün ürünleri ve uyuşturucu madde kullanımını özendirici türde yayın yapılmaması" bir yayın ilkesi olacakmış.
Peki diyelim filmde alkol alınca neşelenen ve hatta daha sevimli hale gelen bir karakter var.
TV kanalını yönetenler bu durumda ne yapacaklar?
Çakırkeyif olmak bile yasaklandığına göre o sahneyi keseceksiniz. Ama senaryonun belini de kırmış olacaksınız.
Yakıştı mı bu?
Yahut sayınız ki "uyuşturucu" kullandığı sırada çok iyi performans ortaya koyan ama sonra bu yüzden sorunlar yaşayan bir müzisyenin hayatını göstermeniz gerekiyor. Çünkü senaryo öyle...
Bu karakterin başarılı dönemleriyle ilgili "uyuşturucu" kullanma sahnelerini kesip çöpe mi atacaksınız? Onun yerine örneğin fazla çay içmesi yüzünden çok başarılı olduğunu anlatan alternatif senaryo mu isteyeceksiniz?
Hálá devam ediyor mu bilmiyoruz:
Arap ülkelerinde gösterilen Hollywood filmlerinde bile aşıklar yan yana gelirler ama katiyen öpüşmezlerdi.
Muhtemelen oralarda gösterilen filmlerde kadınla erkek aynı yatağa girmiyordur. Çünkü hafazanallah böyle bir durumu gören insanların ahlakı bozuluverir.
Ama sokakta oğlan kovalamanın ahlaka aykırı bir tarafı yoktur.
Yeni RTÜK yasa tasarısı hakkında ayrıca yazacağız. Çünkü taslak üzerindeki çalışmalar bitmedi. Ama şimdiden bu konuya değinmekte yarar gördük. Çünkü kanımızca çok ilkel bir anlayışla konulmak istenen bir yasak söz konusudur.
Filmde sigara içeni gösterme, alkol alanı gösterme, uyuşturucu kullananı gösterme...
Peki neyi göstereceksin?
Madem insanlar filmde gördüklerinden etkileniyorlar, o zaman "hırsızlık" olayına ilişkin haberleri de gösterme; cinayetleri tümden yok say; kaçakçılığı değil ekrana getirmek, aklından bile geçirme... Sonra?
İnsanların sadece camilere ve kiliselere gidip dua ettikleri, evlerindeki çiçekleri sulayarak, önlerindeki gazeteyi yahut kitabı okuyarak, içkiden -belki gazoza izin vardır- başka bir şey içmedikleri, sırf müzik dinleyip arada bir "huu" çektikleri bir dünyada yaşadığımızı göster.
Tam istediğimiz, özlediğimiz müreffeh ve huzurlu bir Türkiye oluruz değil mi?
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2008
HAYLİ geç kalmış sayılsa da Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, kamu vicdanını uzunca bir süredir kanatan bir konuda olumlu bir açıklama yaptı: Dünkü Sabah Gazetesi’nde Şahin, İstanbul’da işlenen Hrant Dink, Trabzon’da işlenen Rahip Santoro ve Malatya’daki Zirve Kitabevi’nde işlenen "Hıristiyan misyonerleri" cinayetlerinden gelen pis kokulardan kendisinin de rahatsız olduğunu açıkladı.
Şahin’in, "Bunların üzerine şiddetle gidilmeli. Mesela bazı savcıların, başka dosyalarda telefon kayıtlarında ismi geçti. Hemen Teftiş Kurulu Başkanı ile Ceza İşleri Genel Müdürü’nü görevlendirerek olayın doğru olup olmadığının araştırılmasını istedim. Hem İçişleri Bakanı hem de Emniyet Genel Müdürü olayın üstüne ciddiyetle gitmeli. Çünkü bunlar kamu vicdanını rahatsız eder. Devlet yetkisini kullanan kamu görevlileri, devletin itibarını sarsacak, devleti güç durumda bırakacak davranışlarda bulunmamalı. Eğer bu tür insanlar varsa bunlar kurumdan ayıklanmalı. Yaptıkları suç ise cezasını mutlaka çekmeliler. Ancak bu, bu konudaki her iddia doğru anlamına gelmiyor. Ama her iddiayı ihbar kabul edip üzerine ciddiyetle gitmek lazım" dediği bildiriliyor.
Bunlar, altına her vicdan sahibinin imza atacağı sözler.
Lakin söz yetmiyor. Uygulamanın ne olduğu daha büyük önem kazanıyor.
Nitekim Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in, "Katilin eline ülkemin bayrağını verip poster çektirenlere ülkemin adaleti ne yaptı?" diyen çığlığı hepimizi utançtan yere bakmaya mecbur ediyor.
Rakel Dink’in ağzından dökülen, "Kimin öldürüleceğini bilen emniyetçilere; daha katil yakalanmadan, silahın markasına kadar bilen jandarmalara; cinayet planları yapılan ocaklara; eşime haddini bildirmeye çalışan Vali Yardımcısı’na ne yaptı ülkemin adaleti?" sorularının yanıtını vermesi gerekenler nerede?
Malatya’daki Zirve Kitabevi katliamının dosyası daha temiz değil. Rahip Santoro cinayeti öyle.
Gazeteleri okuyan herkesin, "polisimiz adaletten mi, cinayetten mi yana?" diye sorgulamadan edemediği bir dönemi yaşıyoruz.
Ama bakın ne İçişleri Bakanlığı’ndan bir ses var ne de Emniyet Genel Müdürlüğü (hani artık kamuoyuna düzenli şekilde bilgi vereceğini açıklayan bir Emniyet Genel Müdürlüğü var ya ondan söz ediyoruz) tek kelimelik bir açıklama yapıyor.
Genelkurmay Başkanlığı’nın birkaç gün önce Dağlıca olayı için yaptığı bizce çok yetersiz bir açıklama var ya, o kadar olsun laf edemediler.
Sonunda Adalet Bakanı -pek de alışılmamış bir şey yapıp- İçişleri Bakanlığı’nı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nü alenen ve resmen görevini yapmaya çağırdı.
Yalnız yeri gelmişken söyleyelim:
Bu konuda resmi bir işlem yapılacaksa onu Bakan’a veya Emniyet Genel Müdürü’ne bağlı kişilerin değil bu iki otoriteden bağımsız bir kadronun yapması gerekir.
"Kanunlar müsait değil" mi diyorsunuz. "Kanun yoksa, yaparız" diyen Başbakan’a gidin. O çözer.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2008
HER gün Başbakan’dan söz etmeye mecbur kalarak makale yazmak bilemezsiniz ne kadar sıkıcı bir şey. Ama günde en az iki kere konuşan bir başbakanınız olursa, ister istemez ondan söz etmeniz gerekiyor. Çünkü illa itiraz edeceğiniz bir şeyler söylüyor.
Dahası... Halinden tavrından, herkesin kendisine "çok isabet buyurdunuz" türü tepkiler vermesini beklediği anlaşılıyor. O yüzden de eleştiriye tahammül edemiyor.
Ama tahammül etmeyi istese de istemese de öğrenecek... Hani "Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin" sözünün İsmet Paşa tarafından değiştirilmiş versiyonu vardır:
"Ya bu deveyi yahut da bu deveyi güdeceksin" şeklinde... Bizim dediğimiz o.
Başbakan Tayyip Erdoğan dün de partisinin Ümraniye’deki bir toplantısında yine öyle laflar etmiş ki, tüm makaleyi ona ayırsak yetmez. O nedenle sadece ikide bir tekrarladığı bir cümlesine değineceğiz.
Başbakan sık sık "Türkiye’yi, Atatürk’ün ifade ettiği, muasır medeniyet seviyesine çıkarmak" istediğini söylüyor.
Biz amacının böyle olduğundan eminiz. Sadece metoduna itiraz ediyoruz. Diyoruz ki:
Siz Kristof Kolomb’un "Devamlı surette batıya giderek Hindistan’a ulaşacağı" teorisine inanmışsınız. Bu teorik olarak doğrudur. Ama o da Hindistan’a değil, bilmediği bir yere ulaştı. Oysa amaç Hindistan’a gitmek ise, doğru olan batıya değil doğuya gitmek idi. Hálá öyledir.
O nedenle diyoruz ki, amaç "çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak" ise çözümü bizi çağdaş uygarlıktan koparan değerlerde değil, "çağdaş" değerlerde ara...
* * *
Aslında dün sadece bizim kamuoyunu değil, pek çok yabancı ülke basınını da meşgul eden konu Agos Gazetesi Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in alçakça katledilişinin birinci yılını idrak etmiş olmamıza rağmen "adaletin" tam olarak tecelli edeceğinden duyulan şüphe idi.
Maalesef Trabzon ve İstanbul valilikleri, emniyet müdürlükleri ve jandarma teşkilatı ile ilgili olarak ortaya atılan iddialar -ihmaller, sanığı koruma amaçlı müdahaleler, kanıt karartma eylemleri- utanç verici bilgiler içeriyor. Daha da vahimi, her biri çok ciddi bir suç oluşturması gereken bu eylemler veya ihmaller nedeniyle resmi sıfat sahibi kimseden hesap sorulmuyor. Ama başta Başbakan olmak üzere hangi yetkili ağzını açsa "Türkiye’nin hukuk devletinden" dem vuruyor.
Hukuk devleti, "adaletin gerçekleştiği" ve "hukukun üstün tutulduğu" yerde vardır, kamu görevlilerinin yasaları çiğnediği ama hesap vermediği yerde değil.
* * *
Son satırlarımızı önceki gün Kültür ve Turizm Bakanlığı Büyük Ödülü’nü alan Prof. Dr. Metin Sözen’e ayırmak istiyoruz. Sözen ulusal kültürümüzün yok olup gitmesini engellemek için uzun yıllardır Anadolu’yu karış karış dolaşan, yerel yönetimleri bilinçlendiren, geçmişimizden gelecek yaratan ve bunun için kimseden çıkar yahut aferin beklemeyen bir "anıt adam"dır. O bu ödülden çok daha fazlasına layıktır.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2008
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ortaya attığı, "Anayasa’nın 10’uncu maddesini değiştirelim. Kanun önünde eşitlik ilkesine, ’her türlü kamu hizmetinin sunulmasında ve bu hizmetlerden yararlanılmasında da eşit davranılması’ ibaresini ekleyelim" önerisi daha gün ışığına çıkar çıkmaz duvara tosladı. Gerçi 19 Eylül 2007 tarihli gazeteler, Bahçeli’nin bu öneriyi o tarihte de dile getirdiğini ama "anlamlı" bulunmadığı için olsa gerek kimsenin pek yüz vermediğini gösteriyor.
Tıpkı Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun "Cumhurbaşkanını halk oylamasıyla seçelim" önerisi gibi...
Başbakan Tayyip Erdoğan, anımsayacağınız gibi Cumhurbaşkanlığı seçiminde çıkmaza girince Mumcu’nun bu önerisine sarılmış, süreci daha da içinden çıkılmaz hale getirmişti.
Aslında Mumcu bu öneriyi iki yıl kadar önce yapmış ama kimse yüz vermemişti. Nitekim öneri benimsendikten ve Meclis’ten geçtikten sonra bile işe yaramadı.
Bu benzetmeyi boşuna anımsatmıyoruz. Görüşleri dün basına yansıyan pek çok bilim adamı, hukukçu ve siyasetçinin ifade ettiği gibi Bahçeli’nin önerisi Anayasa’ya girse bile ya Ergun Özbudun’un ifadesiyle "Zaten mevcut 10’uncu madde kamu hizmetlerinin verilmesinde ve ondan yararlanmada eşitliği kapsadığı" için "yeni bir şey getirmiş sayılmayacak"tır. O nedenle gereksiz ve anlamsızdır.
Yahut da getirmeye kalktığı "mutlak eşitlik" anlayışıyla uygulandığı zaman -Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın önceki akşamki açıklamasında değindiği gibi- "eğitim görenleri huzursuzluğa (ve) saflara ayıracak"tır. Yine Yalçınkaya’nın ifadesiyle "özgürlüğü dini esaslar çerçevesinde ele almak (...) ülkeye yarar getirmeyecek, halkı önce bilinçlendirmeye, ayrışmaya, sonra da çatışmaya götürecek"tir.
O nedenle Tayyip Erdoğan’a yapılacak en dostane tavsiye, MHP adına ortaya atılan öneriye "evet" demeden önce iyi düşünmesi ve Türkiye’nin geleceğini huzursuzluklarla, çatışmalarla karartacak gelişmelere kapı açmamasıdır.
Kaldı ki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya’nın yaptığı uyarı, "Anayasa’nın temel ilkelerine aykırı önerilerin ve gelişmelerin sorumlusu olabileceklerini" açık bir dille hem Erdoğan’a hem de Bahçeli’ye bildirmektedir.
Özellikle son günlerdeki gelişmelerin ortaya koyduğu bir şey var:
Daha önce "Parti olarak programımızda da, seçim beyannamelerimizde de türban konusunda bir vaat yoktur" tezini savunan ve "konunun çözümünü toplumsal uzlaşmaya bıraktığını" vurgulayan Başbakan Tayyip Erdoğan, son günlerde bu tavrını değiştirmiştir. Bu değişiklik elbet amaçsız değildir. Ancak amacın "ne pahasına olursa olsun türban konusunu kendi istediği gibi sonuçlandırmak" mı, yoksa ardındaki ikinci bir hesapla mı bağlantılı olduğu henüz belli değildir.
Hesap birinci amaçla ilgiliyse bedelini söyledik. Değilse onu da göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2008
ADAM ciddi, adam serinkanlı, adam devlet nizamını biliyor, adam terbiyeli, adam okumuş yazmış, adam tartmadan tek kelime söylememeye itina ediyor, diyorsunuz.<br><br>Sonra en elverişsiz zamanda çıkıp söylediği bir cümleyle bir çuval inciri berbat ediyor. Hiç gereği yokken ülkeyi 2002 seçimlerine sürükleyip bugünkü Türkiye’nin kapısını açması gibi.
MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’den söz ediyoruz.
Sayın Bahçeli dün, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) Türkiye’yi ancak on senelik bir plan uygulayarak götürebileceği noktaya bir-iki senede ulaşmasını sağlayacak bir öneriyle ortaya çıktı:
Başbakan Tayyip Erdoğan önceki gün, "türban" konusunda "Anayasa’yı beklemeye gerek yok. Onun çözümü kolay. Oturup beraber mutabık kaldığımız bir cümleyle çözülür" dememiş miydi? Hatta "MHP varım diyor. CHP yoksa yok. Onlarla biz yola devam ederiz" diyerek bir ipucu da vermemiş miydi?
Sayın Bahçeli -muhtemelen altyapısı daha önce hazırlanmış- bu davete hemen yanıt verdi ve dün Anayasa’nın "kanun önünde eşitlik" ilkesini düzenleyen 10’ncu maddesinin,
"Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar" şeklindeki son fıkrasını,
"Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetinin sunulmasında ve bu hizmetlerden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır" şeklinde değiştirmeyi önerdi.
İlk bakışta "Ne güzel! Tam da demokrasiye uygun" diyeceğiniz bir öneri.
Belli ki bu öneri MHP’lileri pek heyecanlandırmış. Nitekim MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural’ın, "Başbakan bir cümle yeter dedi, ama cümleyi kurmayı beceremedi. Biz onun yerine cümleyi kurduk" dediği bildiriliyor.
Lakin 12 saat çalışarak buldukları formülün yarın öbür gün nelere yol açacağına ilişkin sorulara yanıt vermekte zorlanmışlar. Örneğin, "Bu formül yarın kamu görevi yapanların da türban takarak hizmet vermeleri sonucu doğurmaz mı?" sorusuna, Vural önce "Hayır" demiş ama sonra "Bir tereddüt olursa ifadeyi o noktada netleştirebiliriz" demek gereğini duymuş.
Vural’a göre "her türlü kamu hizmeti" ibaresi, lisede okuyan öğrencilere türban takarak okula gelme hakkı sağlamayacakmış. Ama aynı soruya Devlet Bahçeli "Hayır" diyememiş.
Bahçeli, "Bu sorunun yanıtını şimdi vermezse ne zaman verecek" dersiniz?
Bahçeli’ye biz söyleyelim... Getirdikleri öneri "laik rejimi yıkmaya yetecek kadar" tehlikeli ve vahimdir. Çünkü "eşit hizmet" gerekçesiyle sadece üniversiteler değil, liseler, ilköğretim okulları ve kamu kurumları da bir iki sene içinde kara çarşafın egemenliğine girebilir.
Gerçi biz böyle düşünüyoruz ama acaba tanınmış Anayasa hocası Prof. Dr. Erdoğan Teziç bu öneri hakkında ne der diye kendisine sorduk. Bize bu önerinin getirdiği "mutlak eşitlik" ilkesine gönderme yaparak, "Bertold Brecht’in bir sözü var: Mizahsız toplum olmaz ama her şey mizah olursa o toplum korkunç olur" dedi.
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2008
ANLAŞILAN yeni Anayasa taslağı üzerinde son tercihi yapması için kendisine bırakılan iki maddeyi Başbakan Tayyip Erdoğan incelemiş ve kararını vermiş: Üniversitelerdeki "türban" yasağı, Anayasa’ya konacak bir hükümle kaldırılacak. Bu bir.
İkinci tercihini de yapmış:
Genelkurmay Başkanı velev ki görevi nedeniyle suçlanacak olursa yargılanmayacak. Bu da iki.
Şaşırdınız değil mi?
Bu ülkede Cumhurbaşkanı eğer göreviyle ilgili olarak yasaların öngördüğü tek suçu işler yani "vatana ihanet ettiği" iddiasıyla yargılanması gerekirse, gideceği yer belli.
Başbakan, Bakanlar, Kuvvet Komutanları, Yüksek Yargı organlarının başkanları ve üyeleri gibi özel yargılama usulüne tabi kimseler nerede yargılanacaklar, o da belli. Çünkü yasa bunlarla ilgili hüküm koymuş.
Ama "Genelkurmay Başkanını yargılamaya bir gün ihtiyaç doğar mı?" sorusu ya 1982 Anayasası’nı yapanların aklına gelmemiş -aslında 1924 ve 1961 Anayasaları’nda da bu konuda hüküm yoktu- yahut da böyle bir ihtimali dile getirmekten çekinmişler.
Verilen son bilgiden anlaşıldığına göre Başbakan Tayyip Erdoğan da "Neme lazım, başımda bir türban meselesi varken bir de Genelkurmay Başkanı ile uğraşmayayım" gibi bir düşünceyle "Genelkurmay Başkanı da yargılanmayıversin" demiş ve o boşluğun öylece kalmasına karar vermiş.
Tıpkı yıllarca "Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmalıdır" diyen taraftarlarının taleplerine kulak tıkayıp, "Tamam kardeşim, Başbakanlığa bağlı kalsın" formülünü benimsemesi gibi.
Hoş sadece o değil, yeni taslağın kritik birçok maddesini Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) görüşlerine paralel şekilde hazırlayan Bilim Kurulu da aynı şekilde hareket etmişti.
Şimdi yeri olmadığı için ona ilişkin örnekleri başka bir yazıya bırakıyoruz.
Yeni taslağın AKP versiyonu bildiğiniz gibi "devlet sırrı" titizliğiyle saklanıyor. O kadar ki Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ile yeni taslağın bilimsel mimarı Ergun Özbudun bile taslağın son şeklini görmediklerini söylüyorlar. O nedenle yukarıda yazdıklarımız dahil tüm bilgiler, gazetelere yansımış haberlere dayanıyor.
O haberlere göre "türban" konusunda getirilecek hüküm büyük bir gürültü ve gerilim kaynağı olacak. Çünkü sadece "türbanın üniversitelerde serbest olması" meselesi değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir "hukuk devleti" olup olmadığı da tartışmanın ortasında yer alacak.
Keza aynı haberler taslağın AKP versiyonuna göre Cumhurbaşkanının idari tasarruflarıyla Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu ve Yüksek Askeri Şûra kararlarının bundan böyle "yargı denetimine" tabi olacağını söylüyor.
İyi mi olur, kötü mü olur tartışabilirsiniz ama bir hukuk devletinden söz ettiğiniz zaman "yargı denetimini" peşinen kabul etmeniz gerekir.
Peki ama yargı denetimi "hukuk devleti" olmanın temel kuralı ise, sıfatı Genelkurmay Başkanı da olsa bir kamu görevlisini yargı denetimi dışında bırakmanın açıklaması nedir?
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2008
TELEVİZYONU açtığımızda CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "türban"la ilgili "Velev ki bir siyasi simge olarak taktığını düşünün. Bir siyasi simge olarak takmayı suç kabul edebilir misiniz? Simgelere, sembollere, özgürlüklere yasak getirebilir misiniz?" şeklindeki sözlerine gönderme yaparak, "Başbakan’ın kafasının karışık olduğunu" söylüyordu. Oysa "Başbakan’ın kafasının karışık olduğunu" düşünen kim varsa, bilmelidir ki, "Başbakan’ın kafası fevkalade net"tir.
O hedefini bilmekte, o yönden hiç sapmamakta, zaman zaman yumuşak, zaman zaman sert ifadeler kullansa, ara sıra şaşırtmalara başvursa da şaşmaksızın amacına doğru yol almaktadır.
Hele bir de gelecek yıl mart ayında yapılacak yerel yönetim seçimlerinde yüzde 46.7’nin üstüne çıksın -örneğin yüzde 50’lere, 60’lara ulaşsın- siz Tayyip Erdoğan ne imiş, o zaman göreceksiniz.
Hoş, CHP kendi içinde birbirinin gözünü oymakla, öteki partiler de Türkiye’yi uzaktan seyretmekle vakit geçirdiğine göre, Erdoğan’ın yerel seçimlerde yüzde 60’lara ulaşmasına da kimse sürpriz diye bakmasın...
Konu tabii o değil.
Başbakan elbet ne dediğini biliyor. Dediğinin Anayasa’nın 24’üncü maddesinin "Kimse Devletin (...) temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma (...) amacıyla, her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz" şeklindeki hükmüne de, siyasi partilerle ilgili öteki Anayasa ve yasa hükümlerine aykırı olduğunu da biliyor.
Ama geçenlerde "Merkez Bankası’nın Ankara’da olması yasa emri ise o yasayı da değiştiririz" anlamındaki çıkışı gibi, "Üniversitelerdeki türban yasağını meşru sayan mahkeme ise, biz de Anayasa’yı değiştirir mahkemelerin elini bağlarız" demek istiyor.
Sayın Başbakan mahkemelere kızınca yasa değiştirmeye fena alıştı... Nitekim Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) yargıda kadrolaşmasını engelleyen idari yargıya kızdı ve Meclis’ten bu konuyla ilgili yönetmeliği geçersiz kılan bir yasa çıkarttı.
Ardından, "Mahkeme cem evini ibadethane saymıyorsa, yasayla onu da çözeriz" anlamında konuştu.
Türban konusunda da "mahkeme" kararını "yasa" ile geçersiz hale getirmeyi aklına koyduğuna göre "hukukun üstünlüğü" kavramı nerede kalıyor?
Ama söyleyelim... "Türban" konusunu Anayasa ile çözmeye kalksa bile Anayasa’nın değiştirilemeyen, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ilk üç maddesi var ya... O maddeler orada durdukça ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihat değiştirmedikçe istediği sonucu alamaz.
Biliyorsunuz Anayasa’nın 2’nci maddesi "Türkiye Cumhuriyeti (...) laik (...) bir hukuk devletidir" diyor. AİHM ise, elindeki metinlerin hiçbirinde "laiklik"ten söz edilmediği halde "laikliği demokrasinin ayrılmaz bir parçası" sayıyor ve kararlarını verirken, "laikliği korumayı amaçlayan düzenlemeleri meşru" gördüğünü söylüyor. Örneğin Leyla Şahin davasının gerekçesinde "üniversitelerin dine ilişkin simgeleri engelleme hakkı bulunduğunu" kabul ediyor.
Sayın Başbakan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni lağvedebiliyor mu?
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın Madrid’de kendisine "Türkiye ilerici bir İslam devleti olamaz mı?" şeklindeki bir soruya verdiği yanıtı dinleyenler, "laik" rejime böylesine bağlı bir Başbakanımız olduğu için herhalde bize gıpta etmişlerdir.<br><br>Öyle ya "din üzerinden siyaset yapmayı asla kabul etmediklerini" açık açık ilan eden bir Başbakan hakkında başka ne düşünebilirlerdi? Ne var ki din üzerinden siyaset yapmadığını söyleyen Başbakan Tayyip Erdoğan İspanya gezisine çıkmadan bir gün önce sözde bir "iftar yemeğine katılmak" suretiyle, aslında "din üzerinden siyaset yapma"nın pek de ince sayılmayacak bir örneğini vermişti.
Hatta daha da ileri gitmiş, özetle "Mahkemenin cemevlerinin ’mabet’ sayılmayacağına ilişkin kararına siz bakmayın. Gerekirse ben yasayla/masayla o işi çözerim" demişti.
Beş yılı aşkın süredir iktidarda olan bir siyasi partinin lideri, yerel seçimlere 13-14 ay kala birdenbire coşup kendisini "tüm dini inançlara eşit mesafede" ilan eder, daha önce kapısından geçmediği bir dini inanç töreninde arz-ı endam ederse bunun "din üzerinden siyaset yapmak" anlamına gelmediğini savunabilir misiniz?
Din üzerinden siyaset yapmadığını söyleyen Sayın Başbakan’ın, yine "din üzerinden siyaset yapmayışının" (!) ikinci örneğini "türban" tartışmalarıyla ilgili sözlerinde görüyoruz. Erdoğan’ın;
"Semboller dediniz. Nasıl benim partimin içinde başörtülüler varsa diğer siyasi partiler içinde de başörtülü vatandaşlarım var. Yani bunlar CHP içinde de var, ne bileyim diğer partiler içinde de var. İsimlerini tek tek saymama gerek yok. Hepsinin içinde var, hepsinin siyasi tercihidir bu. Onların bu siyasi tercihlerine, onların dininin bir gereği olarak başını örttüğüne inanan ve bunu bu şekilde uygulayana, zorla şu söyleniyor: ’Hayır sen bunu siyasi bir simge olarak takıyorsun"; ’Hayır’ diyor, ’Ben siyasi bir simge olarak takmıyorum, ben bunu dinimin bir gereği olarak takıyorum’ diyor.
Velev ki, bir siyasi simge olarak taktığını düşünün. Bir siyasi simge olarak takmayı da suç kabul edebilir misiniz? Simgelere bir yasak getirebilir misiniz, sembollere bir yasak getirebilir misiniz? Özgürlükler noktasında dünyanın neresinde böyle bir yasak var?" dediği bildiriliyor.
Sayın Başbakan bunları söylüyor da, tartışmanın milyonlarca kadınımızın taktığı "başörtüsü" ile değil, "türban" ile ilgili olduğunu söylemiyor. Hatta kendisinin şikáyet ettiği "türban"la ilgili yasakları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dahil tüm mahkemelerin, "laik demokrasiyi koruma amacıyla alınmış makul bir önlem" olarak gördüğünü ve karara bağladığını saklıyor.
En vahimi de, "Velev ki, bir siyasi simge olarak taktığını düşünün. Bir siyasi simge olarak takmayı da suç kabul edebilir misiniz?" diyor.
Mussolini’nin "Kara Gömleklileri" ile Hitler’in "Gamalı Hac"lıları da suç sayılan bir şey yapmıyorlardı.
Zaten kimse "türban takmak suçtur" demiyor ama Sayın Başbakan’a örneğin "bıçağın" da kendi başına masum bir alet olduğunu ama toplum huzurunu bozacak bir eylemde kullanıldığı zaman suç aleti haline geldiğini nasıl anlatacağız?
Yazının Devamını Oku