19 Mart 2008
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli dün partisinin Meclis Grup toplantısında son günlerin tartışmalarına ilişkin görüşleriyle birlikte "Anayasa’da değişiklik yapılmasına" ilişkin düşüncelerini netleştirdi.
Öneri fikri biliyorsunuz Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hakkında "laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu" gerekçesiyle açtığı "kapatma" istemli dava nedeniyle ortaya çıktı.
O zaman MHP’ye atfedilen düşünceye göre, Yargıtay Başsavcısı’nın yetkisini ondan alıp bir kurula devretmek söz konusuydu.
Bahçeli dünkü konuşmasında bundan söz etmedi, ama "belli bir eylemin odağı olma" ile ilgili koşulların değiştirilebileceğini söyledi.
Bu konu daha önce de tartışılmış ve Bülent Ecevit’in başbakanlığı sırasında yani 2001’de Anayasa’nın 69’uncu maddesine "odak haline gelme" durumunun varsayılabilmesi için asgari koşullar sayılmıştı. Buna göre öncelikle "o eylemin, (söz konusu) siyasi partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlenmiş olması" gerekecekti. Keza "Bu durumun (Genel Merkez gibi, TBMM Meclis Grubu gibi üst düzeydeki) organlar tarafından açıkça veya zımnen (ses çıkarmayarak) benimsenip benimsenmediği" araştırılacaktı.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2008
GÖREVİNİ yapsa sorun, yapmasa sorun... Biz böyle bir ülkeyiz. Trafik polisi kuralları ihlal edene ceza yazar, suçlu o olur. Neden? <br><br>"Koskoca milletvekiline ceza yazılır mı?" denir.<br><br>Rahmetli Falih Rıfkı Atay buna "Şark kafası" derdi. Şark kafası ilkesizdir. O nedenle çifte standartlı olmak bile ondan yukarıda bir durumdur. Utanmazdır. Riyakárdır. Müfteridir. Desisebazdır. Arkadan vurur. Kısaca aşağılıktır.
Şark kafasının liberal geçineni çok çok bizdeki kadar iyi olur. O da işine gelince liberal olur. İşine gelmeyince en aşağılık faşistten bile seviyesizdir.
Son birkaç gündür gazeteleri izliyorsunuz. Adalet ve Kalkınma Partisi hakkında "laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği" iddiasıyla Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya dava açtı diye hakkında söylenmedik kötü söz bırakmadılar. Dua etsinler ki Türkiye’de Anglosakson hukukunun "yargıyı" güçlü bir şekilde koruyan "contempt of court" kavramı işlemiyor. Gerçi Ceza Yasası’nın biri 277, diğeri 288 olmak üzere iki maddesi var ama uygulayan yok.
İşletilse bugün Yargıtay Başsavcısı’nın "Şu parti Anayasa’nın ve Siyasi Partiler Yasası’nın hükümlerini çiğnedi" diyerek dava açmasını "garez, kin ürünü" diye niteleyene, "İddianamesini kitaba uydurdu" diyene, sanki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dokunulmazlığı veya kutsallığı söz konusuymuş gibi, "AK Parti kapatılamaz!" diye başlık atana, "Bu kapatma davası değil, olsa olsa yargı muhtırasıdır" diyene, yargının görev yapmasını "halk iradesine karşı bir sivil darbe" diye niteleyene, "bu talihsiz girişimin millet vicdanında hiçbir mecburiyeti yoktur" diyene, "Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya milyonlarca milyonlarca milyonlarca başıbozuğa parti kapatma davası açtı. Abdurrahman öyle uygun görüyorsa, kapan sen de Türkiye. Bırak kibri, kapan. Muhteşemsin Abdurrahman" diyerek dalgasını geçene hesap sorulur.
Abdurrahman Yalçınkaya bir savcı. Kamu hukukunu korumakla görevli biri. Onunla dalga geçip hakaret eden de, "ölüm" çağrışımlarıyla mesaj veren de onun görevini yapmasından memnunluk duyacakken, kendini güven içinde hissedecekken onu hedef alırsa, bunda bir yanlışlık olması gerekmez mi?
Yanlışlık var.
Yanlışlık Abdurrahman Yalçınkaya’nın dün kendisini ziyarete gelenlere söylediği, "Ben Cumhuriyet’in başsavcısıyım, rejimi korumak adına görevimi yaptım. Cumhuriyet, şeriat devleti tehdidi altında. İddianamede tüm deliller var. Yetkilerimi ve sınırlarımı aşmadım. Asla geri adım atmam" şeklindeki cümleyle açığa çıkıyor. Çünkü ona saldıranların yüzde en az 90’ı Yalçınkaya’nın savunduğu değerlerin karşısındalar. O "Cumhuriyet, şeriat devleti tehdidi altında" diye düşündüğü için dava açmış.
Ötekiler de biliyor bunu. Zaten sorun da oradan çıkıyor. Tepkilerin özünde "Bu gidişe neden engel oluyorsun?" kızgınlığı var.
Aksi söz konusu ise yani Yalçınkaya ipe sapa gelmez bir iddianame hazırladıysa, ortada Türkiye’yi şeriat devleti yapmaya uğraşan kimse yoksa bu telaş niye?
İsmet Paşa bir tarihte Demokrat Partililer’e, "Tarih kürsüsünden halinizi seyrediyorum... Suçluların telaşı içindesiniz" demişti. Ona benzer bir durum olmasın?
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2008
GÜNDEM yoğun. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kapatılması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın açtığı dava, haklı olarak herkesi meşgul ediyor.<br><br>Biz "yargıya intikal etmiş bir konuda görüş beyan etmenin" karşısında olduğumuz için bu dava konusunda da "içeriğe" ilişkin bir şey yazmayacağız. Bize düşen, yargının vereceği kararı beklemektir.
Konu yargının elinde ama her şey orada değil. Örneğin, başta Başbakan olmak üzere -bir ölçüde TBMM Başkanı dahil- AKP’liler, dava açan Başsavcı’ya söylenmedik laf bırakmadılar. Yargıyı düpedüz baskı altına aldılar. İfade ettikleri ortak gerekçe, "Biz yüzde 46.7 oy aldık. Milli irade bizi iktidar yaptı. Bize karşı dava açmak, milli iradeye karşı dava açmaktır" cümlesiyle özetlenebilir.
Bu, "seçimi kazanan parti, aklına gelen her şeyi yapabilir" demektir. Böyle bir anlayış "hukuk" nedir bilmeyen, "hukukun üstünlüğü" kavramını duymayan bir kafada olabilir.
Hani AKP, "yasalar önünde herkesin eşit olduğunu" savunuyordu. Bunda samimi ise neden "Yüzde 5 oy alan Demokratik Toplum Partisi hakkında dava açılabilir ama yüzde 47 alan AKP hakkında açılamaz" kafasıyla konuşuyor?
Anayasa’nın 2’nci maddesine devletimizin "hukuk devleti" olduğu, süs olsun diye mi yazıldı?
"Partileri halk kurar, halk kapatır" diyorlar. O, seçmenini yitiren partiler için doğrudur. Yasaları çiğneyen partiyi yargı kapatır. Öyle olmasa mahkemeye bu yetki verilmez.
"Oyumuz büyük" tafrasıyla konuşanlar, "hukukun oydan büyük" olduğunu unutmasınlar. "Oy hukuktan büyüktür" kafası, Türkiye, "kanun devleti" iken yani 1938-1960 arasında doğruydu. 1961 Anayasası’yla "kanun" devletinin yerini "hukuk" devleti aldı. O da hem iktidarı, hukuka uygun kanun yapmaya ve kanuna uygun davranmaya zorlar, hem de "biz farklıyız" diyene dersini verir. Bu bu kadar basittir.
Not: Taha Akyol’la tartışmamızı uzatmayacağım. Dün mesajını yayınladığım okuyucumdan, kendini sosyal bilimci sayan sevgili Taha Akyol’a da gönderilmiş yeni bir mesaj aldım. Onu Akyol’un 14 Mart tarihli yazısına yanıt olarak ilk fırsatta bu sütuna alacağım. Benim son sözüm şu:
1- Taha Akyol hálá, "Kilise artık hiçbir ülkede iktidar olma kavgası vermiyor. Oysa cami tüm İslam ülkelerinde iktidar olmaya çalışıyor. Aksini iddia ediyor musun?" sorusuna yanıt vermedi.
2- Bugün "türban" için savunduğun görüşleri yarın "kamuda görev yapan kadınlar" için savunacak mısın, savunmayacak mısın sorusu yanıtsız kaldı.
3- Binnaz Toprak, Nur Vergin, Nilüfer Göle, Elizabeth Özdalga, Ali Çarkoğlu, Ersin Kalaycıoğlu şeriat korkusu gereksizdir dediğine göre onlara kulak verelim sözü önemlidir de onların hocası Şerif Mardin’in "Siyasal İslam, iktidara tam sahip olduğu zaman bayağı ağır şartlar yaratan bir rejimi de kurabilir. Onun için tamam, İslam Türkiye’nin önemli bir yapısal boyutudur ama İslami güçlerin iktidara gelmesinin bizim beğenmeyeceğimiz sonuçlara yol açacağını düşünürüm.
(O zaman Kemalistler "aynı noktaya geldik" diyeceklerdir, sorusu üzerine) Olabilir, bu konuda onlarla aynı noktaya gelmiş olmaktan bir rahatsızlık duymam. İşin nasıl şekillendiğini anlamaya çalışmak şart. İslam’ın iktidarı tam olarak ele geçirmesi durumunu, liberal bir ortamın devam ettirilmesi olarak göremiyorum" şeklindeki sözleri neden önemsizdir? O.E.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2008
TÜRKİYE aynı güne sığdırılan olayların sayısı yönünden herhalde eşi olmayan bir ülke. Dün sabah Sosyal Güvenlik Kurumu ile ilgili yasal düzenleme gündemdeydi. Akşam saatlerinde karşımıza Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) "laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği" iddiasıyla kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne dava açması çıktı.
Önce belirtelim, bir demokraside siyasi parti kapatma, o demokrasinin iyi işlemediğinin ilk göstergesidir.
Türkiye bu açıdan hayli kabarık bir sabıkaya sahiptir.
Özellikle "parti kapatma" yetkisinin bir Sulh Ceza Mahkemesi kararıyla mümkün olduğu 1960 öncesi bu açıdan hiç de iyi olmayan örneklerle doludur. Kaderin cilvesi, Millet Partisi’ni bu şekilde kapattıran Demokrat Parti’nin de 27 Mayıs ihtilalinden üç ay sonra aynı şekilde bir Sulh Ceza Mahkemesi kararıyla tarihe karışmasıdır.
Ülkeyi yönetme yetki ve sorumluluğunu üstlenen partilerin daha ciddi güvencelere kavuşturulması ihtiyacı, onlarla ilgili davaların Anayasa Mahkemesi’nde görülmesini ve kapatma yetkisinin de sadece bu mahkemeye ait olmasını gerektirmiş ve bu güvence 1961 Anayasası sayesinde hukuk sistemimize girmiştir.
Ne var ki, 1969’dan sonra siyasi yaşamımızda "Anayasal düzene karşı" faaliyet yoğunlaşmış, bu da parti kapatma kararlarını yine sıkça karşılaştığımız bir sonuç olarak karşımıza çıkarmıştır.
Özellikle de Cumhuriyetin temel değerlerinden "laikliğe" karşı eylemler önce Milli Nizam Partisi’nin, sonra Milli Selamet Partisi’nin, onun ardından Refah Partisi’nin, daha sonra Fazilet Partisi’nin yine Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasına yol açmıştır.
Bu tablonun siyasi partilere yeterince özgür şekilde siyaset yapma olanağı vermediği, hatta onları kapatılma tehdidi altında tuttuğu gerekçesiyle, bilindiği gibi Anayasa’nın 69’uncu maddesine 2001’de bir cümle eklenmiş ve "bir siyasi partinin kapatılmasını gerektirecek eylemlerin odak noktasını oluşturduğunu" iddia edebilmek için, onun "büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar ve yönetim organları veya TBMM’deki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen (kapalı şekilde) veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılabileceği" hükmü eklenmiştir.
Şimdi AKP’nin eylemleri bu hükmün ışığında değerlendirilecektir.
Kuşkusuz yüksek yargının ne diyeceğine ilişkin kanaat ileri sürmek bizim -veya başkasının- hakkı ve haddi değildir.
Ancak Türkiye’de yaşanmış öteki örneklerin ve özellikle Refah Partisi’nin başına gelenlerin ışığında bir değerlendirme yapılacak olursa, "laik sistemle" oynamak, onu koruyormuş gibi görünüp sistemin altını oymaya çalışmak görülür ki hep aynı sonucu veriyor.
Son olarak Refah Partisi bu nedenle kapatılmasının haksız olduğunu ileri sürerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) de gitti ama kapatma kararının hukuka uygun olduğunu orada da gördü.
Not: Taha Akyol’la tartışmamıza ilişkin notu yarına erteliyorum. O.E.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2008
SON birkaç gündür, Milliyet yazarı Taha Akyol’la aramızda, "laik rejimin geleceği" konusunda tartışma var. O "türban"la somutlaşan gelişmelerden rahatsız değil. Biz ise "türban"ın "şeriatçı" yükselişin göstergesi olduğunu düşünüyoruz. İznini almadığımız için okuyucunun adını vermiyoruz. Özetini birlikte okuyalım:
"Sayın Akyol,
Geçmişte hem yazdığınız kitaplardan zevkle yararlandım, hem de birçok köşe yazınızı size hak vererek okudum. (...) Ancak, bazan ’fazla teori’ burnumuzun dibinde olan çok açık şeyleri de görmemize engel oluyor.
’Modernleşme’ diye özetleyebileceğimiz ve 1960’larda ve 70’lerde en parlak günlerini yaşayan ’değişim sosyolojisi’ modeli de bence sizin Türkiye’ye has çok bariz bazı gerçekleri görmenize engel oluyor.
’Bilimsel’ olacağım derken zelzele olduğuna inanmak için illa ki jeoloji bölümünden rapor gelmesini bekleyen bir profesör durumuna düşüyorsunuz. Türkiye’nin binası şu anda zangır zangır sallanıyor ve siz ’merak edilecek bir şey yok; bu bina kendini yeniliyor demektir’ demekle meşgulsünüz.
’Laiklik, Müslümanlık, Hıristiyanlık’ yazınızda Sayın Ekşi’ye yüklenirken Türkiye’nin bazı temel gerçeklerini gözardı edip ’Modernleşme’ paradigmasının hemen her yerde iflas etmiş genellemelerinden medet umuyorsunuz.
Teoriye girmeden önce, evvela bazı verilere bakalım:
Dinayet İşleri’nin feminizmi ’ahlaksızlık’ olarak damgaladığı günlerde yaşıyoruz.
İşbaşındaki iktidar, devletin bütün organlarını, gücünü ve maliyesini kullanarak çağdaş ve kadın-erkek eşitliğine dayanan kültürü bir Ortaçağ-Arap kültürüne indirgemek için canla başla mücadele veriyor. İçkili lokantalar yasaklanıyor, damgalanıyor ve Batı’da ancak genelevlerin bulunduğu ’Kırmızı Bölge’lere sevk ediliyor. İslamcı kadrolaşma had safhada. Başbakan son hukuki karar mercii olarak ’ulema’ya referans veriyor. Halkın ’en az 3 çocuk’ yapması yolunda demografi biliminin en temel kurallarını ihlal eden bir yoksulluk formülünü Başbakan açıkça tavsiye ediyor. Başbakan’ın en önemli yardımcılarından ve düne kadar AKP Merkez Yönetim Kurulu üyesi olan biri türban çıkarmakla ’don çıkarmanın’ aynı şey olduğunu öne sürüyor. Başka bir AKP milletvekili ’kadınla erkek eşit değildir!’ diye demeç veriyor ve bunu hiçbir AKP’li tekzip etmiyor, AKP’nin kadın işlerinden ’sorumlu’ kadın bakanı dahil!
Böylesine hızla kabaran bir cehalet dalgasının şehirleşme gibi bir sosyolojik olguyla ’kendiliğinden ve zaman içinde’ önlenebileceğini nasıl ileri sürebilirsiniz? Elinizde ne gibi bir veri var bunu öne sürmek için? İnancınızın bilimsel kaynakları nedir?
Teoriye gelince, sizin bugün ’bilimseldir’ diye ikide bir tekrarladığınız görüşü 1960’lı yıllarda rahmetli Mübeccel Kıray öğretirdi, özellikle de ’Şehirleşme Sosyolojisi’ dersinde. Büyük şehirlerimizi bir kanser gibi kuşatan gecekonduları ’Merak etmeyin, onlar aslında TAMPON bölgedir ve zamanla MODERN yaşama ayak uydurup asimile olacaklardır, çünkü Türk gecekondusu ile Latin Amerikan favela’sı arasında hiçbir ilişki yoktur’ diye savunurdu. (...)
Bugün biliyoruz ki büyük kentlerdeki sefaletin geçici hiçbir şeyi yokmuş meğerse... Ne Türkiye’de, ne Karaçi’de, ne de Rio de Janeiro’da. Meğerse gecekondular kendi kendilerini kertenkelenin kendi kesik kuyruğunu tamir ettiği gibi ’tamir’ etmiyorlarmış. (...)
Bugün Suudi Arabistan herhalde dünyanın en hızlı ŞEHİRLEŞMİŞ ülkelerinden biri. Suudi Arabistan ne zaman ’otomatik olarak’ ve ’kendiliğinden’ modernleşecek sizce? Bence hiçbir zaman, çünkü önce Vehhabiliğin ortadan kalkması lazım. Önce bir ortaçağ ideolojisinin kelepçesinden kurtulması lazım. (...)
Sayın Ekşi, o eleştirdiğiniz yazısında ’Kilise orada din devleti kurma iddiasında mı?’ diye sorarken yüzde 100 haklıdır. Çünkü siz de biliyorsunuz ki böyle bir iddiası olsa Fransız devleti bugün de biner kilisenin ensesine, aynen geçmişte bindiği gibi. Orada kilisenin bir alt kültür olarak iktidar ihtirası yoktur. Ve bunun da şehirleşmeyle falan hiçbir ilgisi yok. Geçmişte yapılan amansız mücadeleden kilisenin yenik çıkmasıyla ilgisi var. Bu kadar basit. Eğer Türkiye’de de laik devlet bu ideolojik ve kültürel kavgadan yenik çıkarsa, dünyanın hiçbir şehirleşmesi, hiçbir sosyolojik süreci Türkiye’yi günlük güneşlik ve ÇAĞDAŞ bir ülke yapmaya yetmez. Yetseydi Suudi Arabistan’a ve Arap Emirlikleri’ne yeterdi. (...)
Selam ve saygılar,
Bir okuyucunuz"
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2008
GAZETELERİ izleyen okuyucular bilir. Milliyet yazarı Taha Akyol "laik rejim tehlikede" diyenlere katılmayanlardandır. Son olarak 7 Mart günü, aynı tezi savundu. Lafı döndürüp dolaştırıp özetle, "Fransa’da da Katolik kilisesi ile laikler çatışıyordu ama onlar bunu aştılar. Çünkü (onun deyişiyle) laikçiler eski düşmana (Katoliklere) özgürlüğünü vermeleriyle... Yani laikçiliğin demokratik laikliğe dönüşerek Katoliklerin özgürlüğünü tanımasıyla..." diyordu. Maksat açık... Akyol demek istiyor ki: "Türban yasağıyla siz (laikçiler dediği kesim) bir kısım genç kızların özgürlüğünü kısıtlıyorsunuz. Öyle yapmayıp üniversitelerde (yarın kamu kurumlarında ve üniversite öncesi okullarda da diyeceğini biz şimdiden ilan edelim) türbanın serbest bırakılmasına ses çıkarmazsanız, mesele çözülecek."
Problemin sevgili Akyol’un dediği gibi olmadığını anlatabilmek için 11 Mart tarihli yazımızda:
"İslamiyet ona inananların sadece ’inanç’ dünyasını düzenlemekle kalmaz, ’devleti de ben yöneteceğim’ der. Ona ’devleti yönetmenin onun işi olmadığını’ kabul ettiremediğiniz sürece İslamiyet adına konuşanların ’laik sistemi yıkmaya’ çalışacaklarını bilmeniz gerekir" demek zorunda kaldık.
Bu saptamamızın sonucu olarak da Fransa’dan dem vuran Taha Akyol’a ve fikirdaşlarına, "örnek verdikleri ülkelerde kilisenin, din devleti kurma iddiasında olup olmadığı sorusunu yanıtlamalarını beklediğimizi" söylemiştik.
Taha Akyol dünkü makalesini bu soruya ayırmış. Mutat üzere kendisinden farklı düşünenleri -bu arada sadece bizi değil, Anayasa Mahkemesi’ni de- "yüzeysel"likle damgalamış.
Biz de Sayın Akyol’un "derinlikli" değerlendirmesini dikkatle okuduk. Okuduk da, eğer son yazısında dediği gibi "Fransa’da din ve laikliğin özgürlükte uzlaşmasını sağlayan husus, Devrim kanunlarının sopasından ziyade, başta tren yolları (ulaştırma) ve şehirleşme olmak üzere toplum yapısının değişmesi" idiyse, bir önceki yazısındaki "Katolik kilisesi ile laikler çatışıyordu"; ama sorun "laikçiler(in) eski düşmana özgürlüğünü vermeleriyle (çözüldü)", cümleleri tarihi gerçeklere aykırı mıydı, onu anlayamadık.
Bir de itiraf edelim, sevgili Akyol’un hangi nedenle "confessional state" kavramından söz ettiğini açıklayamadık. O kavram bizim bildiğimiz özellikle 20’nci asır öncesinin "belli bir dini benimseyen devletleri" için kullanılır. Bize göre bugünkü Yunanistan teknik olarak "confessional state"tir. Çünkü "Ortodoksluk" devletin de dinidir. Bu kadar.
Galiba Sayın Akyol biraz yazıyı uzatırım, araya gereksiz laf ve bilgi sokuşturur, bir de:
"Türkiye’de geniş dindar kitle demokrasiyi ve özgürlükçü laiklik ilkesini benimsemiştir. Hatta, ’Görünürlüğü’ artan dinselleşme, özünde sekülerleşiyor bile! Şeriat devleti isteyenler hem oran hem de statü bakımından (hangi statüden söz ediyor Akyol?) çok marjinalleşmişlerdir’ diyerek iman tazeler, soruyu geçiştiririm diye düşünmüş. Oysa soru açık ve hálá cevap bekliyor.
"Avrupa’da kilisenin devleti yönetmek için kavga verdiğini söyleyebiliyor musunuz?"
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2008
DEMOKRATİK Toplum Partisi’nin Grup Başkanı Ahmet Türk, dün kendi milletvekillerine hitap ederken, PKK terörü ve ona karşı yürütülen operasyonlarla ilgili görüşünü İspanya İç Savaşı’ndan kalma bir sözle ifade etmiş:<br><br>İspanyollar, savaştan bıkkınlıklarını "Ya Basta!" yani "Artık yeter!" diyerek dile getiriyorlarmış. Sözün bu kısmında Ahmet Türk’e katılmayacak bir tek insan yoktur Türkiye’de.
Zaten o iki kelimeyi telaffuz etmek yetseydi, mesele yoktu. Oysa "yeter"in hayata geçebilmesi için yapılacak çok şey var. Önce devletine karşı silah kullanan kesimin bundan vazgeçtiğini ilan etmesi ve dediğini yapması gerekli.
O konuda Ahmet Türk’ün genel kamuoyuna vereceği haber var mı?
"Yok" ise ve devletin meşru güvenlik güçleri ile dağdaki terör elemanı aynı kefeye konup çözüm sonra aranacaksa, hep birlikte binlerce kere "Ya Basta!" desek de bir şey değişmez.
Değişmemesi de lazım. Çünkü bu ülkeyi, bu ulusu, bu devleti ebediyete kadar yaşatabilmenin temel koşulu öncelikle onu parçalanmaktan korumak ise, öyle bir "Ya Basta!"ya bel bağlayarak yola çıkan, kendi temel değerlerine ihanet etmiş olur.
Daha doğrusu biz böyle görüyoruz ama anlaşıldığına göre iktidar partisi bir viraj almanın yollarını arıyor.
Tabii kendi inisiyatifiyle değil, Washington’un telkinleriyle...
Sadece Ankara’ya dönük telkinlerden söz etmiyoruz. Belli ki bir senaryo var. Roller dağıtıldı. 5 Kasım’da mutabakata varıldı ve perde açıldı. Şimdi aktörlerin rollerini en iyi şekilde oynamalarına sıra geldi.
Önce Irak’ın kuzeyindeki hava sahası Türk savaş uçaklarına açıldı. "Etkin enformasyon" desteğiyle hedefler belirlenip bombalandı. Ardından 21-29 Şubat operasyonu gerçekleştirildi. Böylece PKK’ya iyi bir ders verildi.
Mesud Barzani’ye "haddi" öğretildi. Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, aynı senaryonun gereği olarak, topraklarını bombalayan, sınırından içeri giren ülkeye gönderilip, "dostluk" mesajları verdirildi.
Çok muhtemelen şimdi sıra Türkiye’nin "Mesut Barzani’yi "adam yerine koymasına" geldi.
Kısaca oyunun birinci perdesi hemen hemen tamamlandı.
Evet ama bunlar "Ya Basta!"nın gereğini yerine getirmeye yeter mi?
Zaten zurnanın "zırt" dediği yer de işte orası...
Bizim öteden beri söylediğimiz çözüm açık:
"Hayır yetmez! Ya Basta’nın gereğini yerine getirebilmemiz için Türkiye’yi ulus-devlet modelinden uzaklaştıracak her formül, daha baştan reddedilmeli. Ama Türkiye’deki her birey -etnik kökeni ne olursa olsun- bu ülkenin tüm öteki bireyleriyle her anlamda eşit, özgür ve güvenli olmalı. Bu bağlamda eksiğimiz ne ise hepsi ortadan kaldırılmalı."
Bu dediğimiz Washington’da hazırlanan senaryoya çok muhtemelen uymuyor. Zaten ikide bir "siyasi çözüm" lafını telaffuz eden ve "Ne zararı var efendim, her şeyi örneğin federasyon türü bir yapılanmayı da konuşalım" diyenlerin bu senaryonun sözcüleri olduğunu görüyoruz.
Zaten senaryo öyle olmasaydı ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in buralara kadar yorulmasına lüzum kalmazdı.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2008
BAZI okuyucularımız bizim sık sık "laiklik" üzerinde durmamızı eleştiriyorlar. Bir bakıma haklılar. Türkiye’de başka bir konu yokmuş gibi -örneğin Sosyal Güvenlik yasası geldi geçti, yazamadık. Talabani’nin ziyareti önemliydi, değinemedik- ikide bir o noktaya değiniyor olmaktan biz de memnun değiliz. Ama onun yanında bir gerçek var:
Bugün laikliği ihmal etmenin bedelini yarın hiçbirimiz ödeyemeyiz. Unutmayalım ki Türkiye’nin "laik"liği resmen Anayasa’sına koyması Cumhuriyet’in ilanından ancak 14 yıl sonra (1937’de) mümkün olmuştur. Oysa Büyük Atatürk daha 1919’da kendi yetki alanı içindeki valiliklere ve komutanlıklara gönderdiği meşhur Amasya Tamimi’nde (Genelgesi) "Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" diyerek ülkenin geleceğini "laik" bir zemin üzerine oturtacağını -anlayanlara- ilan etmişti.
Buna rağmen savaş kazanan, devlet kuran, Cumhuriyet ilan eden Atatürk, çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda laik rejimin bir günde, bir yılda, hatta on yılda resmen ilan edilemeyeceğini dikkate alarak önce uygulamayı, sonra da adını koymayı tercih etmiştir.
Çünkü İslamiyet ona inananların sadece "inanç" dünyasını düzenlemekle kalmaz, "devleti de ben yöneteceğim" der. Ona "devleti yönetmenin onun işi olmadığını" kabul ettiremediğiniz sürece İslamiyet adına konuşanların "laik sistemi yıkmaya" çalışacaklarını bilmeniz gerekir.
Nitekim 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de en sonunda bu noktaya geldi ve dünkü gazetelerde çıkan şu sözleri söyledi:
"Türban, şeriat devleti arayan İslami cereyanların kullandığı araçlardan biridir. Aslında göründüğü kadar masum, ’Ne var bunda canım? İşte özgürlüktür’ denecek cinsten bir şey değildir. (...) Bu zamanda böyle bir meselenin yeniden Türkiye gündemine gelmesi ve alevlenmesi Türkiye için talihsizliktir."
Türkiye’nin bu noktaya gelmesinde en az yüzde 50-60 oranında payı olan kişi söylüyor bunu.
"Türban" konusunu sadece "bireylerin temel bir özgürlüğü" olarak gören ve "Batı ülkelerinde bu bir temel özgürlük konusu olarak görülüyorsa, Türkiye’de neden karışılsın?" diyenlerin atladığı nokta, artık Demirel’in de gördüğü "şeriat tehlikesi"dir.
"Avrupa’da siyasi İslam’ı türbanla sembolize eden ve şeriat devleti kurmak isteyen bir cereyan mı var ki, onunla Türkiye’deki tabloyu mukayese edesiniz?" sorusuna yanıt veren o yüzden yoktur.
O yüzden laikliğin, demokrasinin de, çağdaşlaşmanın da temel taşı olduğuna inananların duyarlık göstermesi gerekir. Her gün ondan söz etmek de bu yüzden zorunlu olabilir.
Taha Akyol geçen gün bir yazısında "laik" rejimle yönetilen Fransa’yı örnek gösteriyor ve;
"Fransa militan laiklikle militan Katoliklik arasındaki kavgayı nasıl aşmış?
Zaferi kazananların eski düşmana özgürlüğünü vermeleriyle...
Yani laikçiliğin demokratik laikliğe dönüşerek Katoliklerin özgürlüğünü tanımasıyla..." diyordu.
Keşke, "Kilise orada din devleti kurma iddiasında mı?" sorusuna da yanıt aramış olsaydı.
Yazının Devamını Oku