9 Mart 2008
BİZE sorarsanız, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın önceki gün Uşak’ta halka hitap ederken kendisine "Af yok mu?" diye soran vatandaşa verdiği yanıtın hiç de sürpriz sayılacak bir tarafı yok. Önce, "Suç işleyen cezasını çeker" demiş. Ama mutad üzere bir noktadan itibaren "laik Cumhuriyet’in Başbakanı" olduğunu unutmuş.
Öteki kimliğine yani "Tayyip Erdoğan"lığa dönmüş.
Ve sözlerine, "Devlet katili affetme yetkisine sahip değil. Affetme yetkisi maktulün várislerine aittir. Öyle olması lazım (...)" diyerek devam etmiş.
Bu sadece "şeriat hukukunun" uygulandığı ülkelerde geçerli bir bakıştır. Nitekim bu ülkenin hukuk fakültelerinden birindeki öğrenciden Tayyip Erdoğan’ın verdiği gibi bir yanıt alırsanız, o öğrenci "dersini öğrenip bir sonraki sınav döneminde gelmesi" için evine gönderilir.
Yeri gelmişken belirtelim:
Tayyip Erdoğan neyse ki "Katil eğer öldürdüğü kişinin ailesine kan parası öderse, mesele kalmaz" dememiş. "Kısasa kısas" ilkesinden, "recm" cezasından söz etmemiş. Deseydi maksadı daha çabuk anlaşılırdı.
Hoş iki sene önceki "zinayı suç sayalım" tartışmalarını anımsarsınız.
Gerçi orada CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın da -sonradan biz şaka yapmıştık türü tevile sığınmasına rağmen- akıl almaz bir gafletine tanık olmuştuk. Hatta Baykal’ın savunduğu görüş, mahalle halkını ahlak zaptiyesi haline dönüştürmek gibi bir tehlikeyi de içeriyordu.
Hadi onunki "gafletti" diyelim. Tayyip Erdoğan’ın kafası "anti-laik" bir rejimin özlemiyle dolu olduğu için o her fırsatı değerlendirip "bir adım daha" atmaya bakar.
Zaten yeni Ceza Yasası’nın 263’üncü maddesini -o yasa Meclis’ten geçtikten sonra- değiştirip "kaçak Kuran kursu açanları" hapse atılmaktan kurtarmayı ihmal etmemişti.
Erdoğan konuşurken dikkat etmek lazım. O kürsüye "Başbakan" sıfatıyla çıkar. Beş on dakika "Başbakan" kimliğine uygun konuşur.
Sonra bir yerde tepesi atar. O anda "Tayyip Erdoğan"laşır ve gerçek düşüncelerini o zaman söyler. Çünkü bilinçaltındakiler bu sırada ortaya çıkar.
O nedenle aldanmamak lazım. Örneğin, 18 Mayıs 2006’daki "Laiklik toplumsal barışın teminatıdır" sözü; 1 Ekim 2006’daki "Laiklik her türlü aşırılığa karşı halka ve ülkeye koruma sağlıyor" sözü; 29 Ekim 2006’daki "Laiklik farklı yaşam biçimleri için özgürleştirici bir güvencedir" sözü sizi aldatmasın. O "Başbakan Erdoğan"ın sözleridir.
Asıl kendininki, örneğin 14 Kasım 2006 tarihindeki "Bu kavramlar (laiklikten söz ediyor), bu kelimeler fakir fukaramı, garip gurebamı azaltmıyor, onları daha zengin hale getirmiyor (...)" cümleleridir.
Almanya gezilerinden birinde "Özgürlüklerin yaşanması (her Müslüman’ın İslam şeriatına göre yaşama özgürlüğü) noktasındaki her türlü engeli kaldırmak için adımlar atıyoruz. Hedefe er ya da geç ulaşacağız" dediğini unutmayın. O cümlesini de "katili affetme yetkisi" ile ilgili görüşlerinin yanına koyunca, "hedefin ne olduğunu" anlarsınız.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2008
NE oldu doğrusu anlayamadık. Durup dururken karşımıza, bir süre önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin "Türbanın üniversitede yasaklanması demokratik laik bir devletin hukuka uygun bir tasarrufudur" anlamında karar vermesini eleştiren Başbakan Tayyip Erdoğan’ı çağrıştıran bir Diyanet İşleri Başkanı çıktı. Anımsarsınız... Leyla Şahin isimli bir eski Tıp Fakültesi öğrencisinin "üniversiteye türbanlı olarak girmesine izin verilmedi" diye açtığı dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından Şahin aleyhine sonuçlanınca Başbakan Tayyip Erdoğan bu mahkemeye kızmış, "O konuda mahkemenin söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır" demişti.
Şimdi Başkan Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’ndan da Danıştay Sekizinci Dairesi’nin, "din kültürü ve ahlak bilgisi" dersleriyle ilgili verdiği karar nedeniyle aynı tür sözler işitmeye başladık.
Danıştay, bu dersle ilgili okul kitaplarının, dersin amacına uygun olmadığına karar vermiş, ayrıca "din kültürü" yerine öğrencilere belli bir mezhebi (Sünniliği) esas alan bilgiler verilmesini ve derslerin "din eğitimi ve öğretimi" için kullanılmasını yasaya aykırı bulmuştu.
Hadi Milli (dini) Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in "Biz onların dediği kitapları çoktan değiştirdik" diyerek Danıştay kararını yok saymasını "olağan" sayalım. Peki ama bugüne kadar bulunduğu mevkie yeni ve ışıklı bir anlayış getirdiğini düşündüğümüz Ali Bardakoğlu’na ne diyelim?
Sayın Bardakoğlu’nun da, Danıştay kararı karşısında:
"Bu son karar da AİHM’nin aldığı kararın adeta Türkiye’ye uyarlaması ve onun gölgesi gibi duruyor. İslam’ın ortak paydasının, ortak bilgisinin bir mezhebe ait olarak görülmesi büyük bir yanlıştır.
Türkiye’de bir din eğitimi nasıl verilir, öğretimi nasıl yapılır, hangi bilgi İslam dininin, hangi bilgi bir mezhebin, grubun bilgisidir, bu konuda herhalde en yetkili kurum Diyanet İşleri Başkanlığı olmalıdır. (...) Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan görüş alındığını bilmiyorum. (...) Gönül isterdi ki (...) yargıçlar kişisel kanaatlerine, önyargılarına, kişisel tercihlerine göre değil, konuyu bilim zemininde ve o dinin metodolojisine göre inceleyip karar versin. (...) Yargı kararlarının (...) din tanımı ve dinin nasıl olması gerektiği konusunda belirlemeye gitmemesi, bunu yetkili kurumlara bırakması lazım. (...) Din kültürü ve ahlak bilgisi dersi bir din bilgisi, din kültürü bilgisi, ahlak bilgisi dersi olmalıdır. Uygulamada 3-5 münferit yanlış var diye din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin zorunlu olmasına karşı çıkmak, 3-5 hasta yanlış tedavi edildi diye bir hastaneyi kapatmaya benzer" dediği bildiriliyor.
Sayın Bardakoğlu’nun dediklerinde elbet "doğru"lar var. Örneğin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin nasıl olması gerektiğinde herkes aynı şeyi söylüyor. Ama yaşanan gerçek Bardakoğlu’nun dediği gibi değil. Çünkü o derslerde sadece "bir mezhebin" benimsediği anlayışın öğretildiğini bilmeyen yok. Kendi örneğiyle ifade etmek gerekirse "3-5 hastaya yapılan yanlış"tan değil, "sadece 3-5 hastaya doğru tedavi yapılan" hastaneden söz ediliyor.
Başkanın, "Diyanet’ten görüş sorulmasını" istemesi anlaşılır bir şey ama "laik eğitim sistemi" ile ilgili kararı veren Danıştay’ı, "önyargılı" yargıçların "keyfi" karar verdiği bir yer gibi sunması, Sayın Bardakoğlu’nun bildiğimiz resmine hiç de uygun düşmüyor.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2008
BAŞBAKAN’ın özel danışmanı olarak bilinen Cüneyd Zapsu’nun "kadınlar" konusundaki son yorumunu gazetelerde okuyan herkes, -muhtemelen parti arkadaşları da- kendisinin siyaset dünyasından birkaç adım geri çekilmesini alkışlamışlardır. Zapsu önce, aziz dostu Başbakan Tayyip Erdoğan hakkında Amerikalılara 8 Mayıs 2007 tarihinde verdiği öğütle dikkati çekmişti:
"Bence onu pis su deliğinden göndermeye çalışacağınıza kullanın... Hem siz hem de Avrupa onun varlığından yararlanmalısınız. Benim önerim bu..." gibi, unutulmaz bir söz söyleyerek.
Son olarak da belagatini (güzel konuşma yeteneğini) Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) merkez karar organı üyeliğinden istifasına ilişkin soruları yanıtlarken ortaya koydu:
Önce "Bugüne kadar Türkiye’yi yöneten elit kesimden olmadığı için (seçkinlerin) Tayyip Erdoğan’ı benimsemediğini" söylemiş. Erdoğan örneğin Ecevit ve Kemal Derviş gibi "havalı" değilmiş, "dil bilmiyor"muş.
Sonra "türban" konusuna değinmiş. "Türbanını takanların sadece yüzde 50’si inancı yüzünden takıyor deseniz bile, bu yüzde 50’ye ’türbanını çıkar’ demek, sokaktaki bir kadına ’donunu çıkar’ demekten farksızdır" buyurmuş.
Lisandaki şu zarafete (!) bakın! Nasıl şapka çıkarmazsınız?
Bu sözleri okuyunca insan, o kesimdeki erkeklerin, neden kadın denince "cinsellikten" başka bir şey düşünemediğini anlıyor.
Daha kötüsü, bu kafadakilerin, erkekleri kadın görünce kendisini zapt edemeyen birer hayvan gibi görüyor olmalarıdır.
Belli ki sözlerinin önce erkekleri aşağıladığını bile idrak edemiyorlar.
Zapsu’nun ortaya koyduğu birinci gerçek bu.
Oysa uygar bir insan için böyle bir şey söz konusu değildir.
İkincisi "kadınlar" konusunda da kafasında zerre kadar "saygı" oluşmamış. Onu itiraf ediyor. Eğer aksi söz konusu olsaydı, "sırf inancı nedeniyle türban takan kadınların" ruh haline ilişkin düşüncelerini daha zarif bir üslupla dile getirirdi.
"Ecevit"li, "Derviş"li sözlerine değinecek değiliz. Ama Tayyip Erdoğan’da bu ülke seçkinlerinin yadırgadığı bir şey varsa onu Derviş ve Ecevit gibi ne de olsa toplumun üst kesimine mensup ailelerden gelme olmalarına bağlayacağına, Isparta’nın İslamköy’ünden gelen Demirel’in, bir posta (veya banka) memuru babayla bir öğretmen annenin yetiştirdiği Turgut Özal’ın hiç de böyle sorunu olmadığına baksa, daha sağlıklı bir analiz yapmış olurdu.
Olayın bir başka yanı daha var:
Türkçemiz biliyorsunuz "küfür" içeren söz yönünden çok zengindir. Hatta marifetmiş gibi zaman zaman hepimiz bununla övünürüz. Belli ki doğruca küfürlü söz kullanmadığımız zamanlarda bile öyle bir dili konuşmanın etkisinden kurtulamıyoruz. Buna ilişkin örnek verecek değiliz ama "zarafeti", öncelikle ülke yönetiminde sorumluluk üstlenmiş kişilerden beklediğimizi tekrar tekrar söylüyoruz.
Bu yazıyı okuyup da "haklısın" demek yetmiyor. Bilfiil uygulamak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2008
TÜRKİYE’nin en insafsız düşmanlarını mutlu edecek günleri yaşıyoruz. "Ulusal bütünlüğümüz ve dayanışmamız" adına daha önce neye dikkat ediyorsak, tamamını çöpe atmış gibiyiz. Örneğin, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) doğruca siyasi kavgalarımızın ortasına çektik. Önceki akşam Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayınlanan açıklamadan anladık ki, CHP ve MHP liderlerinin son askeri operasyon nedeniyle dile getirdikleri eleştiriler büyük kızgınlık yaratmış. Nitekim Türk Silahlı Kuvvetleri adına "Şehitler veren bir kuruma haksız ve seviyesiz saldırılar olarak değerlendirilmekte" deniyor. Sonra da şu çok ağır cümlelere yer veriliyor:
"Siyasi kişi ve kurumlarla hiçbir zaman polemiğe girmek istemeyen Türk Silahlı Kuvvetleri (...) ilk defa bu tür anlamsız saldırılara hedef yapılmak istenmektedir. Bu saldırılar TSK’nın terörle mücadele azmine, hainlerden daha fazla zarar vermektedir. Bu tür saldırıların değerlendirilmesini, Türk milletinin engin sağduyusuna havale ediyoruz."
Tabii böyle bir açıklama, kendi tonundaki yanıtları davet etmekte gecikmedi. Nitekim dün CHP Genel Başkanı;
"Biz demokratik bir tartışma içindeyiz. Muhatabımız Başbakan’dır. Kimse araya girmek için özel bir gayret sergilemesin. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni tartışmaların dışında tutmak sadece siyasilerin görevi değildir. Hakaret ederek haklılığınızı kanıtlayamazsınız. Tam tersine hakaret, haksızlığın karinesidir. Cumhuriyet Halk Partisi, ’Manzara-i Umumiye’yi tarih penceresinden ibretle seyretmektedir" dedi.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de, özetle "Hiç kimse muhatabı olmadığı konularda durumdan vazife çıkarmasın. Kimse, MHP’yi hainlerden daha çok zarar veriyor diye takdim edemez" dedi.
Bu karşılıklı sert atışmalardan kim ne kazançlı çıkar bilemeyiz. Ama Türkiye’nin iyiliğini istemeyen kim varsa, sadece onun kazançlı çıkacağının kesin olduğunu söyleyebiliriz.
Bu tablo, ülkenin kaderinde etkin noktaya gelmiş insanlara yakışıyor mu?
Sadece insanlar yani Ahmet ile Mehmet arasındaki bir söz düellosundan söz ediyor olsak sorun değil, didişirler, dalaşırlar biter dersiniz.
Oysa ortada "kurumlar" var. "Kurumlar arası kavga" da bu devleti daha önce yönetmiş olanların en çok çekindiği şeydir. O nedenle, kim haklı, kim haksız konusuna girmiyoruz. Çünkü her iddia bir mukabil iddia ile yanıtlanır.
Sadece tarafların hepsine dönük bir eleştiri yapmayı tercih ediyor ve "Sinirlerinize hákim değilsiniz" diyoruz.
Taşıdıkları büyük sorumluluğun bu gerilimi sürdürmelerine izin vermemesi gerektiğini söylüyoruz.
Bu arada aklımıza bir de "Devletin başı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletinin birliğini temsil eden"; "Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını" gözeteceği Anayasa’nın 104’üncü maddesinde yazılı olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bu konuda bir görev düşüp düşmediği sorusu geliyor.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2008
BU ülkenin "Milli Eğitim Bakanı" sıfatını taşıyan politikaları kendilerini acaba -örneğin- Gürcistan Cumhuriyetinin kabinesinin veya Ürdün hükümetinin üyesi mi zannediyorlardı diye sormak gereğini duyuyor insan. Aynı şeyi bir ölçüde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bağlı olduğu Devlet Bakanları için de düşünseniz yeridir.
Çünkü son olarak ortaya çıktı ki yıllardır bu makamları işgal eden bakanlar, ilköğretim ve ortaöğretim okullarında verilen "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi" dersinin hem içeriğinin hem de fiili durumun Anayasa’nın 24’üncü maddesi hükmüyle çeliştiğini farketmemişler.
Hadi Diyanet’ten sorumlu bakanları mazur görelim. Ne de olsa Danıştay’ın verdiği son bir kararla artık saklanamaz hale gelen bu gerçeği görmek doğruca onların konusu değildi.
Peki ama 1982’den beri tam 15 eğitim bakanı oturmuş o sandalyaya. Bunların hiç biri, özellikle de son 5 yıldır Bakan olan Hüseyin Çelik de hiç mi düşünmemiş, "yaptığımız iş Anayasa’ya uygun mu değil mi?" diye.
Düşünmemiştir.
Daha doğrusu düşünmüş olsa bile işine gelmediği için Anayasa hükmünün çiğnenmesine rahatça göz yummuştur.
Gerçi Milli Eğitim Bakanlığı uzmanlarının "dava konusu müfredatın 2006 yalında değiştirildiğini" ileri sürdükleri bildiriliyor ama, sözü edilen değişikliğin göstermelik mi olduğu birinci konu. Uygulamada çocuklara "din kültürü ve ahlak bilgisi" yerine laik devlet ilkesine aykırı neler öğretildiği ikinci konu.
Hele eğitim sistemini "dinileştirme" konusundaki gayretleri bilinen, bakanlık kadrolarını nerdeyse tamamen tarikat bağlantılı isimlerle dolduran Hüseyin Çelik’in Anayasa emrine uyacağını beklemenin, 2 kere 2’nin 5 ettiğini iddia etmekten farkı olmadığı dikkate alınırsa...
Ama yine de biz iyimser olmaya kendimizi zorlayalım ve Danıştay’ın kararını sizlerle paylaşalım:
Sekizinci Daire kararında yıllardır sürüp gelen uygulamanın, "Türk milli eğitiminde laiklik esastır" diyen 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 12’nci maddesine aykırı olduğu vurgulanıyor.
Sadece 1739 sayılı yasanın değil, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) de Hasan ve Eylem Zengin tarafından açılan dava nedeniyle 9 Ekim 2007 tarihinde verdiği kararda, "İlk ve orta öğretim okullarının 4,5,6,7 ve 8’inci sınıflarında okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitaplarının incelendiği, bunun sonunda, Türkiye’de hakim olan dinsel çeşitliliğin, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde dikkate alınmadığı, özellikle Alevi inancına sahip topluluğun Türk nüfusundaki oranının çok büyük olmasına rağmen, öğrencilerin Alevi inancının itikat veya ibadet unsurları hakkında eğitim almadığı" sonucuna ulaşıldığı bildiriliyor.
Danıştay hem bu kararı hem de Anayasa Mahkemesi’nin aynı doğrultudaki 16 Eylül 1998 tarihli kararını esas alarak, "ülkemizde, çoğulculuk anlayışı içerisinde, nesnel ve rasyonel bir şekilde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretiminin verilmediği sonucuna ulaşılmıştır" demiş.
Bakalım yargıya hiç saygısı olmayan iktidar bunu da "türbana" benzetecek mi?
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2008
KENDİ tarihini bilmek güzel bir şey. Onun gurur veren sayfalarını yeni kuşaklara aktarmak da öyle...<br><br>Ama "bilmek" ve "aktarmak" adına çirkinleşmek, kabalaşmak, hatta ilkelleşmek tek şart mı? Bunun bir medeni yolu yok mu?
Doğru olan, yeni kuşaklara düşmanlık aşılamak mı yoksa uygarlık ve barış gibi değerleri aşılamak mı?
Erzurum’un Aşkale İlçesi’nin "işgalden kurtarılışının 90’ıncı yıldönümü" nedeniyle bu ilçede dün yapılan törenin fotoğraflarını bugünkü Hürriyet’te gördünüzse neden söz ettiğimizi de biliyorsunuz demektir.
Verilen haberdeki bilgiye göre, töreni izlemeye gelen çocukların gözleri önünde, bir cami temsili olarak yakılmış. O dönem Ermeni çetelerinin İslam’a ve onun en önemli kurumu olan camiye saygısızlığı -hatta düşmanlığı- anlatılmak istenmiş.
Daha doğrusu, 7-14 yaşlar arasındaki ilköğretim öğrencilerinin zihnine, "Ermeni düşmanınızdır. Unutmayın!" mesajı yerleştirilmiş.
Ermeni dostunuzdur diyen yok. Sadece, masum çocukların zihinlerine uluslar arasında sanki "ebedi dostluk" veya "ebedi düşmanlık" varmış gibi bir kanının yerleştirilmesine karşı çıkıyoruz.
Sonra ilçenin berberine "imam" kıyafeti giydirip ortalıkta kurulan bir darağacında onu sözde idam etmişler.
Fotoğraflara bir daha bakın... O yavruların, temsilen olsa bile asılmış bir insan tablosundan ne kadar ürktüklerini siz de göreceksiniz. Öylesine kaba ve ilkel bir tablo ki, onu düşünüp de sergileyenlere kaç kere "Yuh!" deseniz az gelir.
O çocukları böyle bir ilkel törene getiren eğitimciler hiç mi pedagojiden, psikolojiden haberdar değildir. Kaç yavrunun ruh dünyasını mahvettiklerini bunlar hiç düşünmez, bilmez mi?
Çocukların gözü önünde kurban kesen, adeta "cinayet nasıl işlenir?" diye ders veren kasap sıfatlı yaratıklardan ne farkı var o öğretmenlerin?
Yetmemiş, çocuklara, bir Türk ailenin Ermeni çeteler tarafından nasıl topluca katledildiği gösterilmiş. Töreni düzenleyenler "bir Emeni çetecinin kundaktaki oyuncak bebeği süngülemesini" de gösterince yağan kar altında titreşerek bu sahneyi izleyen yavrular korkudan çığlık atmışlar.
Böyle bir kafadan, böyle bir eğitimciden, böyle bir yöneticiden... Bu rezaletin sorumlusu her kim ise o mahlukla aynı toplumun bireyi olmaktan utanmaz mısınız?
Trabzon’da Rahip Santoro’yu, İstanbul’a gelip Hrant Dink’i, Malatya’da Zirve Yayınevi’ni basıp Necati Aydın, Uğur Yüksel ile Alman vatandaşı Tilmann Ekkehart Geske’yi öldürenleri nasıl yetiştirdiğimizi görüyor musunuz?
Geçen yıl Hrant Dink’in cenazesinde konuşan eşi Rakel Dink’in, "Bir bebekten bir katil yaratmayı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim" derken neyi kastettiğini anlıyor musunuz?
Hep söyleriz... En zoru "medeni" olmaktır. Ona cebinizdeki para artarsa değil, kafanızdaki değerler evrenselleşirse ulaşırsınız.
Bu törende somutlaşan zihniyetle ondan her gün biraz daha uzaklaştığımızın farkında mıyız?
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2008
ŞİMDİ bozulan fiyakamızı düzeltmek için ne dersek diyelim. Askerimizin çok başarılı bir şekilde yürüttüğü operasyonu, diplomatik alanda yine yüzümüze gözümüze bulaştırdık. Ertuğrul Özkök buna dün, "Çok başarılı bir askeri harekát, bir diplomatik ric’ate (geri çekilmeye) döndü" diyordu.
Bize kalırsa Özkök yumuşak bir deyim kullanmış. Bunun adı "ric’at" değil aşağılanma yani "zillet"tir.
Nitekim dikkatli bir okuyucumuz uyardı:
ABD Savunma Bakanı Robert Gates, Türkiye’nin duymaktan hiç hazzetmeyeceği;
"En önemli şey Türk ve Irak hükümetleri ile Kürdistan hükümeti (also the government of Kurdistan) arasında, niyetleri, kaygıları, planları ve faaliyetleri konusundaki diyalogdur" şeklindeki sözleri söylemeye daha 24 Şubat günü Avustralya’nın başkenti Canberra’da başlamıştı.
ABD Savunma Bakanı’nın, Barzani yönetiminden "Kürdistan Hükümeti" olarak söz etmesi sizce normal mi?
Bay Gates’e göre, "Bu diyalogda herkes kendine düşeni yapmalı" imiş. Devam ediyor:
"Türkler, biz (ABD), bölgesel Türk hükümeti (The Turkish regional government), Irak hükümeti... Temel, husus yakın iletişim ve işbirliğiyle diyaloğu da içeren şekilde Irak egemenliğine saygıdır."
Bu sözlerin ne anlama geldiğini, özellikle "bölgesel Türk hükümeti" deyimiyle neyi kastettiğini herhalde Canberra’daki büyükelçiliğimiz sayesinde haberdar olan Dışişlerimiz veya Başbakanımız veya kendisini büyük bir coşku ile ağırlayan Cumhurbaşkanı, Bay Gates’e sormuşlardır.
Sorarken eminiz "Siz Saddam’a karşı Mart 2003 harekátını başlatır ve sürdürürken Bağdat hükümetiyle diyalog mu kurmuştunuz?" gibi bir cümle de kullanmışlardır.
Bay Gates biliyorsunuz sonra Hindistan’a geçti. Orada yani Yeni Delhi’de, Irak’ın kuzeyine girerek PKK’ya ağır bir ders veren Silahlı Kuvvetlerimizin harekátından söz ederken de ilginç bir dil kullandı. Örneğin, Başkan Bush ve Dışişleri Bakanı Rice’ın defalarca "terör örgütü" dediği PKK’dan ve onun silahlı katillerinden söz ederken, "Kürt PKK savaşçıları" dedi. "PKK’nın Irak’ın kuzeyinde faaliyette bulunan milliyetçi bir Kürt silahlı grubu" olduğunu ifade etti.
Bizim basına yansımayan bu bilgileri, basına yansıyanlarla birleştirince, geçen gün "PKK’ya işbirliğini" göz önünde tutarak, "ABD’nin samimiyetinden emin olmaya başladığını" söyleyen Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın da biraz acele hüküm verdiği anlaşılıyor.
Nitekim Gates, Canberra’dan nispeten yumuşak bir üslupla başlayan uyarılarını Türkiye’ye yaklaştıkça sertleştirmiş ve nihayet "Operasyonun bir ya da iki hafta içinde bitmesini" açıkça talep etmişti.
Türkiye’den ayrılırken kendisine "Türkler mesajınızı aldı mı?" diye soran bir gazeteciye de, "Dört kere söyledim. Herhalde anlamışlardır" gibi kaba bir yanıt vermişti.
Biz işte bütün bunlardan sonra çektik askerimizi... Buna isterseniz siz "zillet" demeyin.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2008
O kahramanlarla ne kadar övünsek azdır. Yapılması mümkün görünmeyen görevleri topu topu 8 gün içinde başardılar. PKK isimli cinayet şebekesi mensubu 240 şeriri etkisiz hale getirdiler. Bunu 24 yiğidi şehit vererek ama bir tek sivilin kılına dokunmadan yaptılar. Ve kendilerine verilen emir gereği yurda döndüler.
Buraya kadar olanı için söyleyebileceğimiz çok açık:
Sizinle gurur duyuyoruz. Sizi yetiştiren herkese, ailenize, öğretmenlerinize, komutanlarınıza ne kadar şükran sunsak azdır. Sizi ayakta alkışlıyoruz.
Ama bu noktadan sonrası için söylenecek başka şeyler var:
PKK yuvalarına dönük operasyon başladığı zaman böbürlene böbürlene, "Talimatı biz verdik. Asker de onun gereğini yerine getiriyor" diyordunuz değil mi?
Kimse zaten bunun aksini iddia etmiyordu. Çünkü demokratik bir hukuk devletinde başkası zaten söz konusu olamazdı.
İyi de, her şey sizin verdiğiniz talimata göre yapıldıysa, askerimizin operasyon bölgesinden 29 Şubat sabah erken saatlerde (Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari’ye göre saat 04.00’ten itibaren) çekilmeye başlamasından haberiniz yok muydu diye soran olsa ne diyeceksiniz?
"Biliyorduk" derseniz, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "Ulusa Sesleniş" başlıklı konuşmasındaki, "Harekát, kararlılıkla devam etmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri kara harekátını başarıyla icra etmektedir. Planlanan hedeflere ulaşıldıktan sonra da en kısa sürede askerlerimiz geri dönecektir" cümlesini oradan çıkarmak için dün saat 14.15’e kadar niçin beklediğinizi nasıl açıklayacaksınız?
Aslında ne hükümetin bu haline, ne de operasyonun böyle bıçakla keser gibi bir anda durdurulmasına şaşmak lazım.
Kimse "görev bitti, geri döndük" fiyakası yapmasın. "Görevin buraya kadar çok iyi yapıldığını" söylesinler, kabul edelim. Ama bu operasyonun gerçekte ABD’nin "PKK’yı bize dövdürme" kararı sonucu ve oradan alınan (anlık istihbarat dahil) destekle yapıldığını bilmeyen yok. Şimdi bir anda kesilmesinin de ABD’nin "Bu kadar yeter" demesine bağlı olduğunu inkár etmeyelim.
Etmemek yetmiyor. Böyle ulusal çaptaki sorunlarımızı çözmek için başkasına bağımlı olmaktan kurtulmanın yolunu arayalım. Hem de buna bir dakika gecikmeden başlayalım. Büyük ulus öyle oluruz.
Not: Sonunda akademik unvanlı biri de cahiller sürüsüne katıldı ve "Ergenekon" soruşturması hakkında yazı yazmadığımız için hakkımızda suçlayıcı laflar etti. Aynı soruyu e-mail göndererek soranların bazılarına yanıtlamıştık. Şimdi daha geniş bir kitleye söylemek vacip oldu. Açın Ceza Yasası’nın;
"Bir olayla ilgili olarak başlatılan soruşturma veya kovuşturma kesin hükümle sonuçlanıncaya kadar, savcı, hákim, mahkeme, bilirkişi veya tanıkları etkilemek amacıyla alenen sözlü veya yazılı beyanda bulunan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi halinde verilecek ceza yarı oranında artırılır" diyen 288’inci maddesini okuyun. Bana "neden yazmıyorsun?" diyeceğinize yasalara saygılı olmayı öğrenin.
O.E.
Yazının Devamını Oku