Oktay Ekşi

65 kelimenin macerası

10 Nisan 2008
ADALET ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ileri gelenleri, TBMM Meclis Başkanvekili (CHP’li) Güldal Mumcu’ya çok kızmışlar. Çünkü AKP’liler Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barosso resmi ziyaret için Ankara’ya gelmeden önce bu tasarıyı TBMM Adalet Komisyonu’ndan geçirmek istiyorlarmış.<br><br>Yani AB’ye şirin görünecekler. "Bakın biz o kadar ifade özgürlüğünden yanayız ki, 301’inci maddeyi değiştirmek için düğmeye bastık" diyecekler.

Barosso da iki senedir ipe un serdiklerini unutacak. "Aferin... Zaten biz AKP’nin demokrasiye, AB değerlerine ne kadar bağlı olduğunu biliyor ve sizi taktir ediyoruz" diyecek.

Sonra karşılıklı muhabbet nutukları çekilecek.

Bunun ardından söze şöyle devam edeceğimizi bekliyorsunuz değil mi?

"Ve Barosso döndükten sonra herşey aslına rücu edecek. Özgürlükler unutulacak, reformlar rafa kalkacak."

Hayır, bu defa öyle olmayacak. AKP iktidarının beli AB karşısında büküldü. "Bizi Anayasa Mahkemesi’nin kapatma kararı vermesi gibi bir tehlikeden ancak AB kurtarır" diye düşünmeye başladılar. O yüzden gerisini bekleyin. "Kıbrıs Rum kesimine hava ve deniz limanlarımızı açmamızı, Gümrük Birliği anlaşmasının hükümlerini onlara da uygulamamızı mı istiyordunuz? Bir yanlış anlama yüzünden bugüne kadar gecikmişiz. Bağışlayın. Derhal onun da gereğini yapacağız"la başlayan gelişmeler 301’i izlemezse gelin bize hesap sorun.

Dileriz "siyasi çözüm" meraklılarının dediklerini yapmaya yani PKK ile diyaloğa sıra gelmez.

Barzani ile "gayri resmi" diyalog kurulduğunu artık saklamadıkları için ona değinmiyoruz.

Neyse... Bu dediklerimiz çıkar mı çıkmaz mı önümüzdeki aylarda görürüz. Biz şimdi şu lafın başındaki 301’inci maddeye dönelim:

Güldal Mumcu komisyona havale işlemini yapsa bizce hiç de fark etmezdi. Ama 65 kelimelik bir maddeyi değiştirmek için iki yıl boyunca ayak sürüyenlere "iki gün daha bekleyin de TBMM Başkanı Çin gezisinden dönünce o yapsın bu işlemi" diyene de itiraz edemezsiniz.

Konu 301’inci madde olduğuna göre dün değinip de ayrıntıya sonra gireriz dediğimiz hususa değinelim:

Biliyorsunuz tasarıya göre 301’inci madde yani "Türk ulusuna, Türkiye Cumhuriyetine, TBMM’ye, Türkiye Cumhuriyeti hükümetine, devletin yargı organlarına, askeri ve emniyet teşkilatına" alenen hakaret edenler hakkında dava açılabilmesi, Cumhurbaşkanının izin vermesi koşuluna bağlanmak isteniyor.

İyi de Anayasa’nın 6’ncı maddesi "Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz" diyor. Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini sayan 104’üncü maddede de Cumhurbaşkanına, "Yasaların belirlediği davaların açılmasına uygun görürse izin vermek" gibi bir yetki verilmemiş. O zaman Cumhurbaşkanı söz konusu yetkiyi nasıl kullanacak? Kullanmaya kalksa 6’ncı maddeyi çiğnemiş olmayacak mı?

Kaldı ki bizzat Adalet Bakanı’nın verdiği resmi bilgiye göre 2007 yılının ilk üç ayında bu maddeye göre tam 744 adet dava açılmış. Bunu dörtle çarpın... Yaklaşık 3 bin dava eder. Bu da Cumhurbaşkanının günde ortalama en az 10 soruşturma dosyası inceleyip karar vermesini gerektirir.

Allah aşkına söyleyin... Cumhurbaşkanının yetkilerini azaltmak istediğini açıklayan bir iktidarın şu yaptığının ipe sapa gelen bir tarafı var mı? Madem "izin" sistemine döneceksiniz. "Ehven-i şer" deneni yapın, yetkiyi Adalet Bakanına verin de kötünün iyisini yaptılar desinler.
Yazının Devamını Oku

Bu ne sür’at?

9 Nisan 2008
MÜJDEYİ nihayet verdiler. Tayyip Erdoğan’ın ilk kabinesinin çıkardığı yeni Ceza yasasının, meşhur 301’inci maddesi üzerindeki çalışmaları, Erdoğan’ın ikinci kabinesi nihayet tamamlamış. Önümüzdeki hafta tasarı Meclis’e gelecek ve hemen de çıkartılacakmış.<br><br>Biliyorsunuz bu çalışma 2006’da başlamıştı. O nedenle bu ne sür’at diye hayret edip küçük dilinizi yutmaya kalkmayın. Çünkü topu topu 65 kelimeden oluşan 301’inci maddenin içinden 2 yılda çıkamadılar.

Çıkamadıkları için tasarıyı Anadolu’da bilinen deyimle "hele dursun çengeline" asıp, zamanının gelmesini beklediler.

Hayır! Öyle yapmadılar. Söz konusu madde Türkiye’de "ifade özgürlüğünü" gereksiz yere kısıtlayıcı idi. Bunu hükümet de biliyor ama demokrasiye lafta bağlı bir kafayla ülkeyi yönettiği için bu maddeyi değiştirip ifade özgürlüğünü genişletmeye bir türlü eli varmıyordu.

Bakın biz bazıları gibi "301’inci maddenin tamamen kaldırılmasından" söz etmiyoruz. Çünkü bize "maddeyi kaldırın" diyenlerin kendi ülkelerinde de aynı tür hükümlerin var olduğunu biliyoruz.

Bu noktayı belirttikten sonra tekrar ana konuya dönelim:

Dediğimiz gibi "demokratlık" lafta olunca, elleri varmadı. Taa ki Avrupa Birliği’nden "Tamam... Partinizin kapatılmasına karşı çıkalım ama siz de şu 301’inci maddeyi artık değiştirin veya kaldırın" talebine karşı duramayacaklarını anlayıncaya kadar.

Olli Rehn’in, Avrupa (Birliği) Parlamentosu adına Türkiye hakkında rapor hazırlayan Ria Oomen-Ruijten ile Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendjik’in bu dava gündeme geleli beri Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na ve Anayasa Mahkemesi’ne karşı yaptıkları saygısızlıkların gerisinde yatan belli ki bu idi.

Neyse ki George W. Bush’un ilk seçiminde Florida eyaletinde kullanılan -yanlış anımsamıyorsak- 365 oyu koskoca Amerika Birleşik Devletleri tam bir ayda sayıp sonuca ulaşamamıştı ya... Aynen o tempoyla bizim hükümet de 65 kelimelik bir maddeyi 2 sene uğraşarak bir yeni bir formüle bağladı.

O formülün esas itibariyle hem bu sütunlarda savunduğumuz hem de Basın Konseyi adına Başbakan’a ve biri eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek, diğeri şimdiki Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin olmak üzere hükümete tam 3 kere sunduğumuz öneriyle büyük çapta uyum içinde olduğunu belirtmeliyiz. Çünkü Basın Konseyi önerisine göre de yasadaki "Türklüğü" alenen aşağılamak sözü değiştirilmeli, onun yerine "Türk ulusu" denilmeli idi.

Asıl tartışma bu noktada olduğu için "Cumhuriyet" dahil öteki kavramlarla ilgili hususlara şimdilik girmiyoruz.

Verilen bilgiden anlaşılıyor ki "Türk ulusu" kavramı -bu iktidar ulus lafını sevmez onun için millet derler- tasarıda yer almış.

"Türk ulusunu, Türkiye Cumhuriyeti’ni, TBMM’ni, Türkiye Cumhuriyeti hükümetini, devletin yargı organlarını, askeri ve emniyet teşkilatını alenen aşağılama" suçunun işlendiği iddiasıyla soruşturma başlatılınca ilgili hakkında "dava açılmasına izin verme" yetkisi de Cumhurbaşkanı’na bırakılmış.

Bu iyi mi olmuş kötü mü, ona yeri gelince değineceğiz. Şimdilik bu kadar.
Yazının Devamını Oku

Bunlar kimin dostu?

8 Nisan 2008
BATILI dostlarımız (!) ağız birliği etmiş gibi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iktidar partisi hakkında açtığı dava nedeniyle ahkám kesip duruyorlar.<br><br>Önce Avrupa Birliği’nin kendisini çoban, bizi koyun sanan yetkilileri başlamıştı. Onları, çoğu Avrupa’da bulunan Batı basınındaki yazılar izledi. Ne dediklerine geleceğiz. Ama önce bu meslektaşlarımızın hep birlikte tanık olduğumuz uygulamalarından söz ederek, bunlara ne kadar önem vermek gerektiğini size bırakmak istiyoruz.

Bunlar değil miydi George Bush’un "Saddam’ın elinde nükleer kitlesel ölümlere yol açacak biyolojik ve kimyasal silahlar var" diyen? Bunlar değil miydi "Saddam eğer isterse 45 dakika içinde Batı ülkelerini mahvedecek silah üretti" palavrasını sıkan? Bunlar değil miydi, "Saddam’ın Nijer’den zenginleştirilmiş uranyum aldığını (veya alacağını)" dünyaya duyuran?

ABD bunların oluşturduğu kamuoyu gücüyle Irak’a saldırmadı mı? Bu saldırı sonunda orada (tahminlere göre) 1 milyona yakın insan ölmedi mi? Bu yalanların sorumluluğunu üstüne alan oldu mu?

Bırakın onu... İskenderiye Kütüphanesi’nin MS 391’de -bir iddiaya göre- Roma İmparatoru I.Theodosius’un emriyle yakılmasından bu yana yapılmış en büyük kültür cinayeti Bağdat’ta işlendi. Irak Ulusal Müzesi’nde bulunan binlerce yıllık eserler ve buluntular, Amerikan askerlerinin koruması altında yağma edilip müze mahvedildi.

Söyleyin lütfen kültür, bilim áşığı Batı medyasından ve pek iddialı Avrupa aydınlarından bu konuda bugüne kadar kaç cümle duydunuz? Duymadınız, çünkü önce "işimize geliyor mu gelmiyor mu?" hesabı yapmadan ağzını açan fikir namusu sahibi adam bulmak orada da çok kolay değildir.

Türkiye hakkında yazdıkları zaman da dikkat etmek lazım. Eğer o olayda çıkarları yoksa "doğruyu" yazar ve söylerler. Ama bir şekilde çıkar ilişkisi söz konusuysa, doğru söyleyeni bulmanız, bir çuval pirinç içinde bir tane taş bulmak kadar zor olabilir.

Bu olaydaki çıkarlarının da bugünkü iktidarı işbaşında görmek olduğu biliniyor. Çünkü bugünkü iktidarın "ulusal çıkardan önce Batı’nın çıkarları" ile uyumlu olmaya dikkat eden siyasi anlayışıyla onların beklentileri örtüşüyor. O nedenle de "hukukun üstünlüğü" imiş, "hukuk devletinin kuralları" imiş hiç aldırış etmiyorlar. Meseleyi, Anayasal sisteme aykırı eylemlerin odağı olmak gibi önemli bir nedenin dışına çıkarıp "seçimlerde şu kadar oy almış bir parti hakkında dava açılır mı"ya getiriyorlar ve oraya kilitlemek istiyorlar.

Dikkat edin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin "laiklik korunmazsa demokrasi yaşayamaz" anlamına gelen, "Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede laikliği korumanın, demokrasiyi yaşatmanın temel koşulu olduğunu" vurgulayan kararlarını görmezden geliyorlar. Türkiye’de ABD Büyükelçisi sıfatıyla görev yapmış olan -bu nedenle Türkiye uzmanı geçinen- Morton Abramowitz ile bilim adamı Henry J.Barkey bile Newsweek dergisinde çıkan bir yazılarında, "Bizim çıkarlarımız bu iktidarın kalmasını gerektirdiğine göre, onun gereğini yapmalıyız" anlamına gelen tavsiyelerle başlayıp "gerekirse Türkiye’ye müdahale etmeliyiz" noktasına gelen laflar ediyorlar.

Tabii zerre kadar utanmadan...
Yazının Devamını Oku

Hasan Paşa kafasıyla

6 Nisan 2008
ŞANLIURFA’nın Halfeti İlçesi’ne bağlı Ömerli Köyü’ne beş yahut on bin kişi gidip de Abdullah Öcalan isimli "bebek katili"nin doğum gününü kutlasaydı, örneğin orada kuzu kesseler, pilav yeseler, yörenin oyunlarını oynasalar, bağırsalar çağırsalardı sizce ne olurdu? Dünkü gazetelerde bu insanlarla Şanlıurfa Valiliği’nin o yöreye gönderdiği polis gücü arasında çıkan arbedeyi okuyunca aklımıza bu soru geldi.

Verilen haberlere göre, Ömerli’ye gitmek isteyenlerin bir kısmı Suruç’ta, bir kısmı da Suruç’un Onbirnisan Beldesi civarında toplanmışlar. Kimi köylerde, kimi çadırlarda gecelemiş. O arada havai fişek atmışlar, ateş yakıp halay çekmişler. Ama sıra Ömerli’ye gitmeye gelince karşılarına köyün 20 kilometre uzağında barikat kurup yolu kesen polis gücü çıkmış. Derken itiş kakış olmuş. Engellenen halk, polisi taş yağmuruna tutmuş. Onlar da biber gazı ve copla karşılık vermiş. Çünkü Vali Yusuf Yavaşcan, "100 haneli köye bu kadar insanın gitmesini" sakıncalı bulmuş. "Orada ne işleri var? Aralarından temsilci seçsinler, köye o temsilcilerin gitmesine izin verelim" demiş.

Şimdi dönüp baştaki soruyu tazeleyelim:

O insanların köye gitmelerinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ters gelen ne vardı da vali bey engel oldu, siz anlayabiliyor musunuz?

Eylemin yasalara aykırı bir tarafı var idiyse o nedir? Vali bey insanların bir yerden ötekine gitmesine hangi yetkiyle engel olabilir? Keyfilik bu değilse, nedir?

Bu soruların yanıtını biz verelim:

Yapılan düpedüz provokasyondur. Her provokasyon gibi, başkasından önce yapana (burada devlete) zarar verir. Örneğin en azından oradaki insanlara, "İşte biz bu tür zulümler yüzünden PKK’ya sempati duyuyoruz" dedirtir. O yüzden de son derece aptalcadır.

Bu örnek olay vesilesiyle soralım:

Bizim güvenlik güçlerimizin başındakiler, devletin gücünü yasaya uygun ve etkin şekilde kullanmakla o gücü zulüm aracı haline getirmek arasındaki farkı ne zaman öğrenecekler?

Sadece Güneydoğu’da yaşanmış bu olaydan söz etmiyoruz. Bazen gazetelere yansır. Siz de okumuş olmalısınız. Polis, örneğin Beyoğlu’nda yürüyüş yapan bir grubun basın bildirisi okumasını üstelik zor kullanarak engeller. Kimse de "hangi yetkiyle engelliyorsun?" demez.

Son olarak 21 Mart ve onu izleyen birkaç gün boyunca kutlanan Nevruz’larda da aynı şeyi yaptılar. İnsanlara kaba hatta gaddarca davrandılar. Yasal görev sınırlarını aştılar. Aşırı güç kullandılar ve birçok insanı kendi polisine, kendi jandarmasına hınç duyar hale getirdiler.

Önceki yıl 8 Mart Kadın Hakları gününde yine polisin kadınlara meydan dayağı atıp yerde sürüklemesini, son "iş bırakma" eylemine katılan memurları coplamasını unutabilir misiniz?

Kuruluşunun 163’üncü yıldönümünü bugünlerde kutlayacak olan polis teşkilatının hálá Abdülhamid döneminin Beşiktaş Muhafızı "Yedi-Sekiz Hasan Paşa" kafasıyla yönetilmesi güzel mi?
Yazının Devamını Oku

Olli Rehn’ler

5 Nisan 2008
ACABA maksat bir de rivayet mi muhtelif, yoksa maksat farklı olduğu için mi farklı laflar edip duruyoruz. Eğer maksat bir ise, Avrupa Birliği’nin (AB) genişlemeden sorumlu Komiseri Olli Rehn’in dedikleriyle hiçbir ihtilafımız olmaması gerekir. Çünkü o da Türkiye’de demokratik rejimin yaşamasını istiyor, biz de...

Ama o Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hakkında "kapatma" istemiyle dava açılmasına bu nedenle karşı imiş. Kendisi "AKP’yi değil, demokrasiyi destekliyor"muş. Parti kapatma söz konusu olunca Venedik kriterlerinin esas alınmasını yani "şiddete bulaşmamış bir partinin kapatılmaması gerektiğini" o yüzden savunuyormuş. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın AKP hakkında açtığı dava "Bu kritere uymuyor"muş. Bay Olli Rehn "kendi değerlerini" savunuyormuş ve özellikle "yüzde 47 oy alan bir partiyi kapatmayı amaçlayan bir davayı kimseye anlatamaz"mışız.

Dahası, 1982 Anayasası’nın "AB prensiplerine uyup uymadığı" konusunu inceleyip görüşlerini açıklayacaklarmış. Bu vesileyle demiş ki, AB olarak, "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) ve özellikle Avrupa’da Anayasa alanında yetkili olan Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu’na güveniyorlar"mış.

Harika!

Harika diyoruz çünkü tıpkı Bay Olli Rehn gibi biz de AİHM’ye güveniriz. Ama Venedik Komisyonu’nu ikide bir burnumuza dayayanlara anımsatmak isteriz ki bu komisyona "güvenmek" zorunda değiliz. Çünkü o Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi, bizi -veya başka üyeleri- "bağlayıcı" karar alamaz. Orada üye ülkelere "tavsiye" niteliğinde görüş üretilir ama o görüşü ister dinlersiniz ister çöpe atarsınız. Kimse bir şey diyemez.

Kaldı ki Olli Rehn Bey eğer AİHM’ye -dediği kadar- saygılı ise kabul etmesi gerekir ki bu mahkemenin Refah Partisi’nin kapatılmasına ilişkin kararında ve daha sonra o kararı onaylayan Büyük Daire kararında bu partinin programının demokrasiye aykırı bulunduğu belirtilmiş ve "kapatılması" o yüzden onanmıştır.

Görüldüğü gibi burada Refah Partisi’nin "şiddete bulaştığı" söz konusu değildir.

O nedenle Olli Rehn Bey, Refah Partisi hakkındaki AİHM kararını yerinde bulup bulmadığını da söylemelidir.

Yeri gelmişken belirtelim:

AİHM’nin Refah Partisi programını demokrasiye aykırı bulmasının nedeni de bu partinin, demokratik rejimin olmazsa olmaz şartı sayılan "laikliğe" karşı olan tutumudur.

Şimdi AKP hakkındaki iddianamede aynı sebep ileri sürüldüğüne göre, Olli Rehn Bey, "Refah Partisi için doğru olan şey AKP için yanlıştır" mı diyor?

Bunlar insanı bazen çılgına çevirirler.

Hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti mi diyorsunuz?

İşte onun gereği yapılıyor. Daha ne istiyorsunuz?

Yargı bağımsızlığı mı diyorsunuz?

İşte Anayasa Mahkemesi! Eğer bu yüce mahkemenin "bağımsız" olmadığını iddia ediyorsanız, açık söylemelisiniz. Değilse, sesinizi kesip yargıya saygının gereğini yapmalısınız.
Yazının Devamını Oku

Bush’un ipi

4 Nisan 2008
KONUNUN uzmanı olmadığınızı bilseniz de bazen zorlanırsınız. NATO’nun 3 ve 4 Nisan tarihlerinde (dün ve bugün) yapılmak üzere Bükreş’te düzenlenen toplantısını değerlendirmek bizim için itiraf edelim ki biraz öyle. Ama ABD Başkanı Bay George W.Bush’un Bükreş’teki konuşmasının bizim ele alacağımız bölümü, "uluslararası ilişkiler" uzmanlığı gerektirmeyecek kadar açık.

Başkan’ın, ittifak üyesi ülkelerden Afganistan’da 7 yıldan beri Taliban ve El Kaide ile savaşan 47 bin NATO askerini takviye için yeni birlik göndermelerini istediği bildiriliyor.

Buraya kadar Başkan’ın sözlerine "beklenen bir talep" diye bakmak mümkün. Ama o daha ileri gitmiş. El Kaide’nin başı Usame bin Ladin’in ele geçen son bir görüntü kaydında Avrupa’yı tehdit ettiğini anımsatarak, "İttifakımız kararlılığını sürdürmeli ve mücadeleyi sonuçlandırmalı. Eğer bunu yapmaz da Afganistan’daki teröristleri yenmezsek onları kendi topraklarımızda göreceğiz. Bunun bedelini buradaki ve Kuzey Amerika’daki masum siviller ödeyecek" demiş.

Özetle Hürriyet’in dünkü manşetinde ifade edildiği gibi, Türkiye dahil tüm NATO üyesi ülkelere, "Ya Afganistan’a asker gönderin yahut kendi toprağınızda meydana gelecek 11 Eylül’e katlanın" diyor.

Bu sözleri ele almadan belirtelim:

Bugünkü hükümetin Afganistan’a "muharip asker" göndermeme, gerekirse orada bulunan ve çatışma bölgesinden uzakta görev yapan 750-800 askerin sayısını bir miktar artırmakla yetinme politikası yerindedir. Çünkü Afganistan’daki ABD çıkarlarını korumak için Türkiye’nin bir tek Mehmetçiği bile riske atmasını savunmak mümkün değildir.

Bush’un tehdit içeren sözlerine ve özellikle "11 Eylül" türü tehlikeyi göstermesine gelince...

George W.Bush bugün sözlerinin inanılırlığı kalmamış biridir. Sözlerine inanılmamasının en açık nedeni, National Intelligence Estimate (NIE) isimli kuruluşun 24 Haziran 2003 tarihli Hürriyet’te yayınlanan rapor özetine göre, 11 Eylül 2001 tarihli terör eylemi ardından başta Başkan Bush olmak üzere ABD ileri gelenlerinin dünya kamuoyuna tam 935 adet yalan söylemiş olmalarıdır.

Bu 935 yalanın 259’unun bizzat Başkan Bush’a ait olduğunu da aynı kaynağa dayanarak aktaralım.

O kaynak güvenilir değil diyebilirsiniz diye, "Yaşanabilir Bir Dünya Konseyi" (Council For a Livable World) isimli kuruluşun 9 Ekim 2003 tarihli raporunda, Bush yönetiminin Irak’la yapılacak savaşın insanca ve para olarak maliyeti dahil pek çok tahmin ve beyanının tamamen palavra olduğunun ortaya çıktığı ileri sürüldükten sonra denenleri aktaralım:

"Bu beyanlar Bush yönetimi içindeki uyumsuzluklardan çok daha fazlasının söz konusu olduğunu ortaya koyuyor. Bush yönetimi, sistemli olarak halka başka şey söyledi ama tamamen başka şey yaptı. Üstelik bu nedenle sorumluluk üstlenmediği gibi özür dilemeye de gerek duymadı."

Gördüğünüz gibi Bay Bush öyle ipiyle kuyuya inilebilecek bir kişi değildir. Aklı olanın yapacağı, görev dönemi bitinceye kadar sabretmek ve ne yapılacak, neye söz verilecekse onu bir sonraki ABD Başkanı ile konuşmaktır.
Yazının Devamını Oku

Öneriler

3 Nisan 2008
ANKARA’dan gelen haberler, iktidar partisinin nihayet "önce bağırıp çağıralım, sonra düşünürüz" demekten vazgeçip bir "durum değerlendirme" dönemine girdiği izlenimini veriyor. Gerçi hangi habere güveneceğimizi kestiremiyoruz ama yine de anlaşılan o ki, "MHP ile el ele verip Anayasa’nın siyasi partileri kapatma ile ilgili hükümlerini değiştirme" düşüncesi -MHP’nin ayılması sonucu- heyecanını kaybetmiş görünüyor.

Ama yine de bu tavsama döneminde üzerinde tartışılan öneriler üzerinde durmak niyetindeyiz.

Bir öneriye göre, "Avrupa Konseyi, Venedik kriterlerinin Anayasa’ya taşınması ve teröre bulaşma dışında siyasi partilerin kapatılmaması" düşünülüyormuş.

İyi de, Venedik kriterlerini koyanların anayasalarında tüm sistemin temeli olan "laiklik ilkesi" gibi, korumak zorunda oldukları herhangi bir ilke var mı?

Yok!

O zaman biz de "değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen" bu değerleri sahipsiz mi bırakacağız?

Harika bir fikir! Tam da "demokratikleşme" ayağında AKP’nin üstüne atlayacağı kadar güzel.

İkincisi... "Bir partinin kapatılmayı gerektirecek eylemlerin odağı olup olmadığını belirlemek için, o parti üyelerinin eylemleri hakkında kesin hüküm haline gelen mahkeme kararları" aranacakmış.

Peki ama, Türkiye’de yargıya intikal eden bir eylemin kesinleşmiş mahkeme hükmüne bağlanması kaç sene alır? En az üç, ortalama 5 yıl değil mi?

Bir kişinin eylemiyle hiçbir partiye "odak oldunuz" denemeyeceğine hiç değilse 10 eylemin kesin hükme bağlanması en az 10 sene alır.

O tarihe kadar da atı alan Üsküdar’ı bulur. Ortada ne Anayasal düzen ne de temel değer kalır.

Hele "Başsavcı önce ilgili partiyi uyarsın, sonra dava açsın" denmiyor mu? Gülmemek mümkün değil!

AKP’liler haklarında "kapatma" davası açılmadan önce Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın üstelik kamuoyu önünde yaptığı 2 uyarıyı şaka mı zannetmişler?



Not: Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) "Tanıtım ve Medya Başkanlığı" dün bir açıklama yaparak "Bazı gazetelerde önceki gün yapılan AKP Merkez Yürütme Kurulu (MYK) toplantısına ilişkin baştan sona uydurma diyaloglar, asla cereyan etmemiş olan konuşmalar, hayali senaryolar eşliğinde manşetler" yer aldığını bildirdi. Bu bağlamda bizim de aynı gün yapılan AKP Meclis Grup toplantısının basına kapalı bölümünde Başbakan Erdoğan’ın söylediği ilgili muhabirimiz tarafından bildirilen habere atfen yaptığımız yorumun "hangi etik değerlerle bağdaştırılabileceği" sorgulandı.

Biz gazeteciliği profesyonel standartlara göre yaparız. Bunun gereği, haberi veren muhabirin sadece "gerçeği" yazacağını peşinen kabul etmektir. O nedenle haberinden "alıntı" yapılan muhabire haberinin doğru olup olmadığını sormak, hem ona hem de mesleğimize saygısızlıktır. Sonuç olarak, bir haberin yalan olduğunu ileri süren onu, haberinin gerçek olduğunu savunan muhabir de "gerçeği yazdığını" ispatla yükümlüdür. Etik sorumluluk yorum yapana değil onlara aittir.

O.E.
Yazının Devamını Oku

Bekleyelim, görelim

2 Nisan 2008
DOĞRU olanı söylemek veya yapmak için illa pataklanmak şart mı? <br><br>Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) lideri başta olmak üzere tüm ileri gelenleri dün çok düzgün laflar ettiler. "Bundan sonraki süreçte söz yargının" dediler. Gerçi dün de "Biz laik cumhuriyete bağlıyız" anlamında laf etmediler ama olsun.

Hiç değilse "Yüzde 47 oy alan partiye bu nasıl yapılır?" türü ipe sapa gelmez -hukukla bağdaşmaz- söylemden vazgeçtikleri izlenimini verdiler.

Dedik ya... Bazılarının aklının başına gelmesi için en azından bir şok yaşaması gerekiyor.

Hoş şimdiki AKP liderlerinde aynı şeyi Fazilet Partisi’nin kapatılması üzerine AKP’yi kurarlarken de görmemiş miydik?

"Biz sistemle kavga etmeyeceğiz. Cumhuriyetin temel değerleri bizim de değerlerimizdir. Onlara bağlı kalacağız" dememişler miydi?

Bağlı kalsalardı -veya en azından bağlı kalmadıkları yolunda bir kanaatin oluşmasına sebep olmasalardı- bu dava açılır mıydı?

Görüyor musunuz, ders alınmayınca tarih nasıl da tekerrür ediyor?

Erbakan’ın ekolüne bağlı kalanlar bu dersi alıncaya kadar dört parti kapattırdılar. Ancak beşinci partide akıllandılar. Dileriz AKP için öyle olmaz.

Neyse... Geç olsun da güç olmasın demişler. Bundan böyle akılları başlarına gelir de "Biz zihnimizin gerisindeki programı kimseye fark ettirmeden uygularız" demekten -pek sanmıyoruz ama- vazgeçerlerse o bile bir kárdır.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dün partisinin TBMM Grup toplantısında milletvekili arkadaşlarına, "Bundan sonraki süreçte konuşmalarınıza çok dikkat edin. Yargı sürecini olumsuz etkileyecek açıklamalardan kaçının. Özellikle kongrelerde yerel ve genel bazda yapılacak konuşmalara dikkat edin. Bu arada söyleyebileceğiniz yanlış sözler ek iddianame konusu olabilir. Soğukkanlı ve dikkatli olun" dediği bildiriliyor.

Gördüğünüz gibi arkadaşlarının Cumhuriyetin temel değerlerine bağlılığından kendisi de emin değil. Bu milletvekillerini aday listesine tek tek kendisi seçip koyduğu için kimin ne olduğunu biliyor. Bu da doğal çünkü onların bir kısmında tam tersi nitelikler arayan kendisiydi. Nitekim onlar da AKP’den milletvekili seçildikten sonra verdikleri demeçlerle, yaptıkları konuşmalarla Genel Başkan Erdoğan’ı hayal kırıklığına uğratmadılar.

Uğratmadılar ama partinin başına bela açtılar.

Erdoğan şimdi onlara "susun" diyor.

Aynı şeyi parti örgütüne genelge gönderip onlardan da isterse şaşmayın. Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin davayı karara bağladığı tarihe kadar "Yahu adamların hakkını yemişiz" dedirtmek için her yolun deneneceğinden hatta Milli (dini) Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in bile "Atatürk devrimlerine bağlı" görüneceğinden ama özünde hiçbir şeyin değişmeyeceğinden eminiz.

Neyse bekleyelim bakalım...

Başbakan Erdoğan’ın dün dediği gibi inşallah biz yanılırız da Türkiye kazanır.
Yazının Devamını Oku